Bedîüzzamân’ın çocukluğunda yaşadığı hâdiseler
Saîd’in çocukluğunda “Ay tutuldu, valideme dedim”
Saîd’in çocukluk yılları Nurs’ta anne ve babasının yanında geçmiştir. Küçük Saîd her şeyin nedenini, niçinini araştırır, anne ve babasına mütemadiyen sualler sorardı. Her şeyin gerçeğini araştırıcı ve tahkik edici bir fıtratı vardı. Bir gece teneke çalındığını, tüfek atıldığını duymuş, merak edip dışarı çıkınca da ayın tutulduğunu görmüş. Annesine “Anne neden böyle oldu?” diye sorunca, annesi; “Yılan yutmuş.” diye cevap vermiş. Saîd yine sormuş; “Daha görünüyor.” Annesi; “Yukarıda yılanlar cam gibi olup, içlerinde bulunan şeyi gösterirler.” demiş. İlmî bir teşbihi hakîkat zanneden annesi Küçük Saîd’in suallerine böylece cevaplandırmıştır. Fakat bir müddet sonra astronomi ilmini okuduğu zaman Saîd, bu meselenin hakîkatinin annesinin anlattığı tarzda olmadığını ve ilmî bir teşbihin zamanla halk tarafından hakîkat telakki edildiğini idrak etmiş. Yazdığı bazı eserlerinde de ilmî bir şekilde bu meseleyi izah etmiştir.[1]
Bedîüzzamân Hazretleri On Dördüncü Lem’a’da tâ çocukluk yıllarında annesine sorduğu “Ay tutulması” ile ilgili hatırayı yıllar sonra eserlerinde anlatıyor. Bu vaziyet O’nun ne kadar müdakkik ve kâinat satırları ile alâkâlı olduğunu gösteriyor. Bedîüzzamân, meraklı ve bir o kadar da ısrarlı bir çocuk. Sorduğu soruların geçiştirilmesini istemiyor, tatmin edici cevaplar alana kadar sorularına devam ediyor. Bu hâl O’nun ileride ümmet-i İslâmiyeye hizmet edeceğinin ipuçlarını veriyor. Hem aklı ikna, hem de kalbi itminan edecek cevaplar bekliyor. Verilen her cevap sonrası annesine tekrar sorular sorarak meselenin izah edilmesini taleb ediyor. Sorduğu sorular da çocukça sorular değil, sanki büyüklerin sorduğu sorular kategorisindendir. Her çocuk böyle soru soramaz. Târîhe “Bedîüzzamân” ünvanı ile damga vuracak bir çocuk ancak bu soruları sorabilir diyoruz.
Kelebekler yanıyor
Bedîüzzamân’ın mesleğinin dört esasından birisi de “şefkat”tir. Risâle-i Nur’un satırları arasında bu şefkat hakîkati galiben tezahür eder. Çünkü şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesidir. Risâle-i Nur’un mesleğindeki en mühim bir esası şefkat olduğundan Bedîüzzamân da fıtratında şefkat ve rikkatin ziyade olduğunu söyler. Hem şefkat pek geniştir. Hem de şefkat, aşk ve muhabbetten çok keskin ve parlak ve ulvî ve nezihtir. ”Evet, şefkat bütün envâıyla lâtîf ve nezihtir. Hem şefkat hâlistir, mukabele istemiyor, sâfi ve ivazsızdır.”[2]
Saîd Nursî “Çocukluk yıllarında camide hocadan ders alıyor. Camide geceleri idare lambası yanar. İdare lambasının alevi dışarıdadır. Gaz lambası gibidir, ama camı yoktur. Dolayısıyla akşamları yaz mevsimlerinde o lambaya kelebekler geliyor ve ateşe konup yanıyor. Bu yıllarca devam etmiştir belki. Ama kelebeklerin yanması o zamana kadar hiçbir çocuğu ve büyükleri rahatsız etmiyor. Rahatsız etse bile bunu söylemiyor kimse. Ama ilk defa Saîd Nursî, kelebeklerin yanmasından rahatsız olur. Annesine gider, derdini anlatır… “Camide kelebekler yanıyor!” Babasına gider, derdini anlatır… “Camide kelebekler yanıyor!” Ve çözümü de kendisi üretir. “Ne yapalım peki oğlum yanıyorsa?” der babası. “Yaş ağaç dallarından küçük kafesçikler örelim. Lambanın üzerine koyalım. Kelebekler gelsin, hem ışıktan istifade etsin, hem yanmasınlar.” diyor. Burada anne ve babanın özelliği ortaya çıkıyor. Çok zor şartlarda yaşayan, çok meşgul olan insanlar bu tip çocuksu bir tecessüsü dışlayabilirler. “Şimdi onunla mı uğraşacağız, vaktimiz müsait değil!” gibi bir yığın bahaneyle o işi yapmayabilirler. İşte orada anne ve baba adeta büyüklük gösterir, tam Saîd Nursî’ye lâyık bir annelik-babalık yapar. Ve çocuğun teklifini kabul ederler. Baba gerçekten kafesçikleri örer ve onun üzerine koyarlar, kelebekler yanmaktan kurtulur. Eğer o anne ve baba o günün şartlarında, çocuklarının bu tecessüsünü çocuksu bir heves sayıp geçiştirselerdi, Saîd Nursî’nin o duyduğu rahatsızlık bir sefer, iki sefer yaşanırdı. Daha sonra yüreğindeki yangın kabuk bağlar, bir daha yanmazdı. Ne olurdu yanmazsa? Saîd Nursî, buna benzer beşeriyetin çekmiş olduğu bütün acılara mesafeli dururdu. Ama annenin ve babanın o dileği yerine getirmiş olması, Saîd Nursî’nin kelebeklerin yanmamasına vesile olmasını sağladı. Bu aynı zamanda neyi sağladı? Saîd Nursî orada kelebeklerin yanmasından rahatsız olup buna mani olduğu gibi, gelecekte insanların cehennem ateşinde yanmalarından rahatsızlık duydu. Ve cehennemle insanların arasına küçük kafesçikler ördü. Risâle-i Nur o kafeslerdir. Hepimiz hızla, büyük bir hevesle cehenneme doğru savrulurken, Risâle-i Nur hakîkatlerine takılıp kalıyoruz ve cehenneme gitmekten kurtuluyoruz. İşte Risâle-i Nur’un telifi bence o alevlerin üzerine yaş ağaç dallarından kafesçikler ördüğü zaman başlamıştır. Onun için diyorum, Saîd Nursî’nin çocukluğu, Saîd Nursî’yi de içine alan bir çocukluktur. Onu da bütünüyle kapsar ve bütün hayatını içine alır. Onun için sık sık çocukluk yıllarına atıfta bulunmasının sebebi de o.(Araştırmacı-Yazar İslâm Yaşar)”[3]
Saîd Nursî’nin çocukluk farkı
Küçük Saîd farklı bir çocuktur. Çocuk yaşta yaşından beklenmeyen davranışlar, özellikler ve tavırlar gösterir. Bu hâl onun çocukluğu ile izah edilemeyecek kadar önemlidir. Küçük Saîd tâ çocukluk yaşta mânevî haller yaşıyor, mânen bir âlimle irtibat kuruyordu. Elbette bu irtibat ve mânevî vaziyet sıradan bir hâdise olamazdı. Özellikle Abdulkadir-i Geylani(ks) ile kurduğu irtibat ve mânevî rabıta boş değildi. Bu rabıtayı eserlerinde kendisi de açıkça izhar ediyor.
Mesela Saîd’in çocukluk yıllarında o havalideki insanların çoğu Nakşi tarikatından, Gavs-ı Hizan namıyla maruf Seyyid Sıbgatullah Efendi’ye bağlı idiler. Allah’ın veli bir kulu olan bu zattan yardım ister, himmet talep ederdi. Abdulkadir-i Geylani(ks)’den himmet beklerdi. Kendi ifadesiyle “Çocukluk itibarıyla elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz birşey kaybolsa, ‘Yâ Şeyh! Sana bir Fatiha, sen benim bu şeyimi buldur.’ Acîptir ve yemin ediyorum ki, bin defa böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duâsıyla imdadıma yetişmiş.”[4] ifâdelerinden tâ o yıllarda Gavs-ı Geylânî’ ile mânevî rabıtası olduğu anlaşılır. Üstadımız kendisi söylüyor ki: “Ben sekiz-dokuz yaşında iken, bütün nahiyemizde ve etrafında ahali Nakşî tarikatında, ve oraca meşhur Gavs-ı Hizan namıyla bir zâttan istimdat ederken, ben akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak ‘Yâ Gavs-ı Geylânî’ derdim. Çocukluk itibarıyla elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz birşey kaybolsa, ‘Yâ Şeyh! Sana bir Fatiha, sen benim bu şeyimi buldur.’ Acîptir ve yemin ediyorum ki, bin defa böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasıyla imdadıma yetişmiş. Onun için bütün hayatımda umumiyetle Fâtiha ve ezkâr ne kadar okumuşsam, Zât-ı Risaletten (a.s.m.) sonra Şeyh-i Geylânî’ye hediye ediliyordu.”[5]
Saîd Nursî’nin çocukluk farkı
Saîd Nursî “Çocukluk yıllarında bütün çocukların yaptığı gibi o da, ceviz topluyor. Cevizlerini bir yere saklıyor ve sakladığı yeri unutuyor. Normal şartlarda çocuklar böyle bir durumda arkadaşlarını suçlarlar, sen buldun aldın gibi… Veya kendileri ararlar, bulamazlar. Saîd Nursî’nin bu noktada ki farkı şu: Cevizlerini arıyor, bulamıyor, kimseyi suçlamıyor. Abdülkadir Geylâni’ye iltica ediyor. “Ya Şeyh! Sana bir Fatiha, benim cevizlerimi buldur.” diyor. İşte bu Saîd Nursî’deki çocukluk farkıdır. O yaşta kendisini Abdülkadir Geylani’ye cevizlerini bulduracak kadar yakın hissedebiliyor. Bir çocuğun kendisini, kâinatta ismi kalıcı olan bir büyük zata bu şekilde yakın hissedebilmiş olması, çocukluk teamüllerinin dışında. Bu yönüyle Saîd Nursî’nin çocukluğuna farklı bir nazarla bakmak lâzım. Hatta şunu demek mümkün: Bütün âileler Saîd Nursî gibi bir çocuk yetiştirmek istiyorlarsa, onun âilesi gibi bir âile olacaklar. Çocukları Saîd Nursî olmasalar da, ona talebe olurlar.”[6]
Belki de Saîd Nursî çocuk yaşlarında kendisi ile tâ asırlar öncesinden alakadâr olan Abdülkadir Geylâni’yi fıtraten hissediyor ve O’nun himayesini çocuk yaşlarda kendisine mânevî bir kuvve-i zahr olarak görüyor. Çünkü bu çocuk verese-i nübüvvet vazifesinde Abdülkadir Geylâni’nin soyundan gelip kıyamete kadar son vazifeyi yapacaktır. “Mezkûr hâtıralar gösteriyor ki: Bediüzzaman Hazretleri henüz çocukluk senelerini yaşarken bile, çok büyük meseleler ve derin hakikatler ile kalben, fikren meşgul imiş…Hem onun ulvî ruhu çok yüksek hakikatlere hatta mâneviyat âleminin esrâsına nüfuz ettiğini de göstermektedir.”[7]
Hayalinden bin sene yaşamak
Hep soran, arayan durup dinlenmeksizin mütemadiyen araştıran Zeki Saîd, yine çocukluk yıllarında bu defa da hayalinden kendi kendine şöyle bir sual sorar: “Bir zaman, küçüklüğümde, hayalimden sordum: “Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa, bâki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?” dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden “Ah!” çekti. “Cehennem de olsa bekà isterim” dedi.”[8]
Abdülbâkî Çimiç
[1] Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, 1974, s.22
[2] Mektubat, 2013, s.52
[3] http://www.yeniasya.com.tr/lahika/said-nursi-olmak-cocukluktan-baslar_152210
[4] Sikke-i Tasdik-i Gaybi,2013, s.251
[5] age s.251
[6] http://www.yeniasya.com.tr/lahika/said-nursi-olmak-cocukluktan-baslar_152210
[7] Mufassal Tarihçe-i Hayat, 1998, c.1,s.82
[8] Şualar,2013, s.360