Bedîüzzamân’ın Âl-i Beyt Oluşu

Bedîüzzamân’ın Âl-i Beyt Oluşu

Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri’nin şeceresi ve soy ağacı üzerine yapılan uzun tedkikât ve araştırmalar sonucunda Üstâd’ın Evlâd-ı Resûl olduğu ve şeceresinin Efendimiz(asm)’e kadar uzandığı belgelerle ispat edildi. Bu konuda uzun süre çalışma yapıp elde ettiği bilgi ve belgeleri bir basın toplantısı ile kamuoyuna açıklayan Prf. Dr. Ahmet Akgündüz’ü tebrîk ediyoruz.

Bizim Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri’nin Risâle-i Nur Külliyatına derc edilen maddî ve mânevî şeceresi ve şahsiyet-i mânevîsi hakkında zerre kadar şüphesi zaten yoktu. Bu açıklanan belgeler de Üstâd’a olan sadâkat ve muhabbetimizi ziyâdeleştirmedi. Çünkü Risâle-i Nur eserleri ve Üstâd Hazretleri’nin hayatı net olarak O’nun hem hayatını hem de dâvâsını ispat etmeye yetiyordu. Ancak bazı mülahazalar ve hevesli zatların zararlı serrişteleri zaman zaman geniş dâirede müşevveşiyete sebep oluyordu ki bu belgeler o insanlara kuvvetli bir delil hükmünde oldu inşâallah. Onun için yapılan araştırmayı basit görmek ve küçümsemek hatta hatalı bulmak hakpereslikle bağdaşmaz.

Bu mes’ele öyle basit kavmiyetçilik ve menfî milliyet ile ilişkilendirilemez. Bu belgelerin açıklanmasından endişe eden ve zarar olacağı zehabına kapılanlar olmuş olabilir. Bu bir hassasiyetin dile getirilmesi ve muhariplerin bu vesîleyle tahriplerine dikkat edilmesi yönünde bir îkaz olarak kabul edilebilir. Ancak ne olursa olsun artık nurun fütuhatı akıl, kalb ve ruhlarda te’sirini gösteriyor. Hem bu ahirzaman asrında hâkimiyet ve saltanat Risâle-i Nur hakîkatlerinin kalblerdeki saltanatı ile olacaktır. Çünkü “Risâle-i Nur, hayrette kalmış, yollarını şaşırmış, imânları tezelzüle uğramış Müslümanlar için bir âb-ı hayat misaliyle, Hızır gibi, onların imdatlarına yetişmiş, onları hayretten kurtarmış; dehşetten sürura çıkarmış ve Risâle-i Nur yüzbinler ve milyonlar gönülde “Üstâdım, Üstâdım” denilerek milyonlar kalblerde kurulan mânevî tahta oturmuş ve böylece Risâle-i Nur kalblerin bir sultanı olmuştur.[1]”

Üstâd’ın Risâle-i Nur’un mânevî avukatı dediği Ahmet Feyzi Kul ağabeyin âyet ve hadîslerden istihrac buyurduğu ve önceleri Üstâd Hazretleri tarafından Tılsımlar Mecmuası’nın zeyli olarak neşredilmesine izin verdiği “Mâidet’ül Kur’ân ve Hazînet’ül Burhan” eserlerindeki belge ve bilgiler Üstâd Hazretleri’nin hem maddî, hem de mânevî vechesine delil olacak mahiyettedir. Buna istinâden olacak ki Emirdağ Lahikası mektuplarında da Nur talebeleri “Nurun ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına benden sordu ki: “Nurun hâlis ve ehemmiyetli bir kısım şakirtleri, pek musırrâne olarak, âhir zamanda gelen Âl-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar. Sen de bu kadar musırrâne onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakîkat ve kat’î bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakîkate binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezattır, herhalde hallini istiyoruz.[2]” sualini soruyorlar. Bu suale karşı Bedîüzzamân Hazretleri özellikle “Elbette onların elinde bir hakîkat ve kat’î bir hüccet var” cümlesine karşılık “O has Nurcuların ellerinde bir hakîkat var. Fakat iki cihette bir tâbir ve tevil lâzım.[3]” diyerek o has nurcuların ellerindeki hakîkati ve kat’î bir hücceti red etmiyor ve kabul ediyor.

Esâsında Risâle-i Nur eserlerinin satır aralarında âl-i beyt ile ilgili mevzuya ait bilgiler mevcuttur. Bizim tevafuk ettiğimiz noktalar şöyledir.

Dokuzuncu Lem’a’nın başlarında “Hem kat’iyyen bil ki; Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın iki âli var. Biri: Nesebî âldir. Biri de Şahs-ı mânevîsi ve nûrânisinin Risâlet noktasındaki âli var.[4]” denilmektedir. Üstâd Hazretleri Risâle-i Nur eserlerinin müteferrik yerlerinde hem kendisinin hem de talebelerinin “Gerçi mânen ben Hazret-i Ali’nin (r.a.) bir veled-i mânevîsi hükmünde ondan hakîkat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselâm bir mânâda hakikî Nur şakirtlerine şâmil olmasından, ben de Âl-i Beytten sayılabilirim.[5]” diyerek Efendimiz(asm)’in Şahs-ı mânevîsi ve nûrânisinin Risâlet noktasındaki âline dahil olduklarını açık olarak ifâde etmiştir. Bu mektubun devamında şu mühim açıklamalar yapılmıştır:” Fakat bu zaman şahs-ı mânevî zamanı olmasından ve Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz; ve sırr-ı ihlâsa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem. Ve Nurdaki ihlâsı bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum” dedim, o ehl-i vukuf sustu.[6]” denilmektedir.

Hem Üstâd’ın talebelerinden Hasan Feyzi (Rahmetullahi Aleyh) Emirdağ Mektupları’nda “Ona “Kürdî” denilmesi ve kaside-i Hazret-i İmam-ı Ali’de (ra) görülen (ya müdriken) kelimesinin hazf ve kalbiyle “Kürt” îma ve işaretinin bulunması, gerçekten Kürtlüğüne delâlet etmez ve onun mânevî silsile-i şerâfet ve siyadetten tenzil ve teb’idini icap ettirmez. Bu isnat ve izafe, Kürdistan’da doğup büyüyen ve bu lâkapla mâruf ve meşhur olan bu zatın Risâletin-Nur’un tercümanı olduğunu sırf âleme ilân etmek içindir; yoksa Kürtlüğünü ispat etmek için değildir. Kürtçe bilmesi, o kıyafete girmesi ve öyle görünmesi, kendini setr ve ihfa için olup, hakikî hüviyet ve milliyetini ihlâl ve inkâr mânâ ve maksadıyla değildir diye düşünüyorum.[7]” diyerek mes’eleyi gâyet net olarak ifâde etmektedir.

Dördüncü Lem’a Üçüncü Nüktede ise اِلاَّالْمَوَدَّةَفِىالْقُرْبىٰ(Sizden istediğim, ancak akrabaya sevgi ve Ehl-i Beytime muhabbettir.[8]” âyetinin bir kavle göre mânâsı: “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vazîfe-i Risâletin icrasına mukabil ücret istemez; yalnız Âl-i Beytine meveddeti istiyor.” Burada da Efendimiz(a.s.m) Âl-i Beytine muhabbet istiyor.

Eğer denilse: “Bu mânâya göre, karâbet-i nesliye cihetinden gelen bir fayda gözetilmiş görünüyor. Halbuki, اِنَّاَكْرَمَكُمْعِنْدَاللهِاَتْقٰيكُمْsırrına binaen, karâbet‑i nesliye değil, belki kurbiyet-i İlâhiye noktasında vazîfe-i Risâlet cereyan ediyor.”

Elcevap: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-âşinâ nazarıyla görmüş ki, Âl-i Beyti, âlem-i İslâm içinde bir şecere-i nuraniye hükmüne geçecek. Âlem-i İslâmın bütün tabakatında, kemâlât-ı insaniye dersinde rehberlik ve mürşidlik vazîfesini görecek zatlar, ekseriyet-i mutlaka ile, Âl-i Beytten çıkacak. Teşehhüddeki, ümmetin âl hakkındaki duası ki,

اَللّٰهُمَّصَلِّعَلٰىسَيِّدِنَامُحَمَّدٍوَعَلٰۤىاٰلِسَيِّدِنَامُحَمَّدٍكَمَاصَلَّيْتَعَلٰۤىاِبْرَاهِيمَوَعَلٰۤىاٰلِاِبْرَاهِيمَاِنَّكَحَمِيدٌمَجِيدٌdir, makbul olacağını keşfetmiş.

Yani, nasıl ki millet-i İbrahimiyede ekseriyet-i mutlaka ile nuranî rehberler Hazret-i İbrahim’in (a.s.) âlinden, neslinden olan enbiya olduğu gibi; ümmet-i Muhammediyede de (a.s.m.), vezâif-i azîme-i İslâmiyette ve ekser turuk ve mesâlikinde, enbiya-yı Benî İsrail gibi,1 aktâb-ı Âl-i Beyt-i Muhammediyeyi (a.s.m.) görmüş. Onun için, قُلْلاَۤاَسْئَلُكُمْعَلَيْهِاَجْرًااِلاَّالْمَوَدَّةَفِىالْقُرْبىٰdemesiyle emrolunarak, Âl-i Beyte karşı ümmetin meveddetini istemiş.

Bu hakîkati teyid eden mükerrer rivayetlerde ferman etmiş: “Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim.” Çünkü, Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan, Âl-i Beyttir.

İşte bu sırra binaendir ki, Kitap ve Sünnete ittibâ ünvanıyla bu hakîkat-i hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten, vazîfe-i Risâletçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibâı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz.

Hem ümmetini Âl-i Beytin etrafında toplamak arzusunun sırrı şudur ki: Zaman geçtikçe Âl-i Beyt çok tekessür edeceğini izn-i İlâhî ile bilmiş ve İslâmiyet zaafa düşeceğini anlamış. O halde, gayet kuvvetli ve kesretli bir cemaat-i mütesânide lâzım ki, âlem-i İslâmın terakkiyât-ı mâneviyesinde medar ve merkez olabilsin. İzn‑i İlâhî ile düşünmüş ve ümmetini Âl-i Beyti etrafına toplamasını arzu etmiş.

Evet, Âl-i Beytin efradı ise, i’tikâd ve îmân hususunda sairlerden çok ileri olmasa da, yine teslim, iltizam ve tarafgirlikte çok ileridedirler. Çünkü İslâmiyete fıtraten, neslen ve cibilliyeten taraftardırlar. Cibillî taraftarlık zayıf ve şansız, hattâ haksız da olsa bırakılmaz. Nerede kaldı ki, gayet kuvvetli, gayet hakîkatli, gayet şanlı bütün silsile-i ecdadı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını feda ettikleri bir hakîkate taraftarlık, ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu bilbedâhe hisseden bir zat, hiç taraftarlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt, işte bu şiddet-i iltizam ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle, din-i İslâm lehinde ednâ bir emâreyi kuvvetli bir burhan gibi kabul eder. Çünkü fıtrî taraftardır. Başkası ise, kuvvetli bir burhan ile sonra iltizam eder.[9]” açıklamaları yer almaktadır. Âl-i Beyt noktasında bu açıklamalar mes’elenin hem ehemmiyetini hem de mâhiyetini göstermektedir.

Daha da önemli bir anekdod ise Yirmi İkinci Lem’a’nın haşiyesinde Küçük Ali’ye ait bir haşiyedir. Bu haşiye mes’eleyi daha da kuvvetlendirmektedir.

“Çünkü evlâdından olan Gavs-ı Geylânî (r.a.) kendi omzunda Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın kademini gördüğü gibi, evlâdından olan ve her asırda Âl-i Beytten gelen mehdî ve müceddit verese-i enbiya olan muhakkikleri, fertleri görüp, kendi kademini o mübarek gelecek zatlara basmış. Hususan Risâle-i Nur’un müellifi, zamanın Abdülkadir’i Üstâdımız Saîd Nursî Hazretlerine sair evliyaya muhalif olarak müphem değil, sarihan haber vermesi bizce birinci âlden olduğu kat’îdir. Çünkü, sinek gibi bir mahlûkun Üstâdımızı taciz etmemesi neslinden olan Abdülkadir-i Geylânî’den irsiyet almıştır. Gerçi Üstâdımız mahkemelerde ehl-i vukufa karşı ikinci Âl-i Beytten olduğunu onlara ispat etti, fakat maksadı tam ihlâsa muvafık olduğu için, kendi şahsını azlediyor. Kur’ân’ın bir elmas kılıcı olan Risâle-i Nur’u gösteriyor.[10]”

Yine On Beşinci Şua içersine derc edilen Üstâd’ın talebelerinden “Üçüncü medrese-i Yusufiyenin el-Hüccetü’z-Zehrâ ve Zühretü’n-Nur olan tek dersini dinleyen Nur şakirtleri namına: Ahmed Feyzi, Ahmed Nazif, Salâhaddin, Zübeyir, Ceylan, Sungur, Tabancalı”nın bir mektubu vardır. Bu mektup için Üstâd Hazretleri şu notu eklemiştir. “Benim hissemi haddimden yüz derece ziyâde vermeleriyle berâber, bu imza sahiplerinin hatırlarını kırmaya cesaret edemedim. Sükût ederek o medhi Risâle-i Nur şakirtlerinin şahs-ı mânevîsi namına kabul ettim. Saîd Nursî[11]”

Üstâd’ın not olarak açıklama yaptığı ve kabûl ederek Risâle-i Nur Külliyatı’na derc ettirdiği mektubun son paragrafında şu net ifâdeler vardır.

“O zât-ı zîhavârık, Envâr-ı Muhammediyeyi (a.s.m.) ve maarif-i Ahmediyeyi (a.s.m.) ve füyuzât-ı şem’-i İlâhîyi en müşa’şa bir şekilde parlatması ve Kur’ânî ve hadîsi olan işarât-ı riyaziyenin kendisinde müntehî olması ve hitabât-ı Nebeviyeyi (a.s.m.) ifade eden âyât-ı celîlenin riyazî beyanlarının kendi üzerinde toplanması delâletleriyle o zât hizmet-i îmâniye noktasında Risâletin bir mir’ât-ı mücellâsı ve şecere-i Risâletin bir son meyve-i münevveri ve lisan-ı Risâletin irsiyet noktasında son dehan-ı hakîkatı ve şem-i İlâhînin hizmet-i îmâniye cihetinde bir son hâmil-i zîsaâdeti olduğuna şüphe yoktur.[12]” Görüldüğü gibi bu mektupta da çok önemli izahatlar yapılmış olup özellikle “son ” kelimeleri ile “şecere-i Risâletin bir son meyve-i münevveri”,” lisan-ı Risâletin irsiyet noktasında son dehan-ı hakîkatı”,” şem-i İlâhînin hizmet-i îmâniye cihetinde bir son hâmil-i zîsaâdeti” açıklamaları Risâle-i Nur talebeleri için yeterlidir diye inanıyoruz.

Madem Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ikinci âli, O(asm)’nun Şahs-ı mânevîsi ve nûrânisinin Risâlet noktasındaki neşr-i hakaik-i imâniye vazîfesini deruhte edecek. Hem adalet-i hakîkîye ile bu asırda insanları mes’ud edebilir bir istidatta bulunan, Risâle-i Nur’dur ve onun şahs-ı mânevîsidir. Hem Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan, Âl-i Beyttir. Öyleyse Sünnet-i Seniyye Risâlesi’nden mes’elemize mihenk olan yerlerle devam edelim.

On Birinci Lem’an’da geçen “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.[13]” âyet-i azîmesi, ittibâ-ı sünnet ne kadar mühim ve lâzım olduğunu pek kat’î bir surette ilân ediyor. Evet, şu âyet-i kerime, kıyâsât-ı mantıkıye içinde, kıyas-ı istisnâî kısmının en kuvvetli ve kat’î bir kıyasıdır. Şöyle ki: Nasıl mantıkça kıyas-ı istisnâî misali olarak deniliyor: “Eğer güneş çıksa gündüz olacak.” Müsbet netice için denilir: “Güneş çıktı. Öyleyse netice veriyor ki, şimdi gündüzdür.” Menfi netice için deniliyor: “Gündüz yok. Öyleyse netice veriyor ki, güneş çıkmamış.” Mantıkça, bu müspet ve menfi iki netice kat’îdirler. Aynen böyle de, şu âyet-i kerime der ki: Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa, Habibullaha ittibâ edilecek. İttibâ edilmezse, netice veriyor ki, Allah’a muhabbetiniz yoktur. Muhabbetullah varsa, netice verir ki, Habibullahın Sünnet-i Seniyyesine ittibâı intaç eder.

Evet, Cenâb-ı Hakka îmân eden, elbette Ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâşüphe, Habibullahın gösterdiği ve takip ettiği yoldur. Elhasıl: Muhabbetullah, Sünnet-i Seniyyenin ittibâını istilzam edip intaç ediyor. Ne mutlu o kimseye ki, Sünnet-i Seniyyeye ittibâından hissesi ziyade ola. Veyl o kimseye ki, Sünnet-i Seniyyeyi takdir etmeyip bid’alara giriyor.[14]” denilmektedir.

Peygamber Efendimiz(asm)“Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: Biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim.[15]” Çünkü Sünnet-i Seniyyenin membaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan, Âl-i Beyttir. İşte bu sırra binaendir ki, Kitap ve Sünnete ittibâ unvanıyla bu hakîkat-i hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten, vazîfe-i Risâletçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyesine ittibâı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz.[16]” Öyleyse her asırda sünnet-i seniyyenin muhafızı ve hayata tatbikatçısı konumunda olanlar Efendimiz(sav)’in âlinden olan mümessiller ve verese-i nübüvvet olan Zat-ı Nurânîlerdir.

Yukarıya aldığımız kısımlardan âlemimize düşen noktalar şöyledir. Öncelikle ayette “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.[17]” emrindeki ifade edilen sır çok açık.” Eğer Allah’ı seviyorsak Efendimiz (sav)’e uyacağız yani sünnete uyacağız ki Allah da bizi sevsin.” Allah’ın bizi sevmesinin yolu Efendimizin (sav) sünnetine ittibadan geçiyor. Çünkü Efendimiz (sav) Kur’an’ı hüve hüvesine yaşamıştır. Efendimiz (sav)’in Kur’an’ı yaşamasından Allah razıdır. Bizleri de razı olduğu yaşantı olan Efendimiz’e (sav) uymayı bizzat Allah istemektedir.

Buradan başka bir noktaya geçecek olursak. Efendimiz (sav) “Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim.[18]” buyurarak bizlere her asırda sünnetini devam ettirecek ve yaşayarak numune-i imtisal olacak ehl-i beytini göstermektedir. Efendimiz (sav), sünnetinin mümessilleri olması ciheti ile Al-i Beyti ihbar etmektedir. Çünkü Sünnet-i Seniyyenin membaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan, Âl-i Beyttir.

O halde şöyle bir netice çıkıyor. Yukarıya da aldığımıza göre Üstâdımız hem şerif hem de seyyiddir. Yani kendi ifadesi ile “Gerçi mânen ben Hazret-i Ali’nin (ra) bir veled-i mânevîsi hükmünde ondan hakîkat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselâm bir mânâda hakikî Nur şakirtlerine şâmil olmasından, ben de Âl-i Beytten sayılabilirim.” diyerek manen Al-i beytten olduğunu beyan ediyor. Yine bir talebesinin mektubunda “O’nun mânevî silsile-i şerâfet ve siyadetten tenzil ve teb’idini icap ettirmez” cümleleri ile şerif ve seyyid olduğu nazarlara sunulmaktadır.

 

Bedîüzzamân Hazretleri Son Şahitlerin de ikrârıyla ve eserlerinin de işaret ve izahatlarıyla Ehl-i beyttendir. Öyleyse Bedîüzzamân Hazretleri’nin bütün hayatı sünnet-i seniyyeyi yaşamakla geçmiş ve O’nun Risâle-i Nur külliyatı bu zamanda sünnetin en büyük ve geniş dairesi olan kitab-ı kâinatı okumak ve tefekkür etmek vazîfesi ile tam olarak bütün dairelerde sünneti ihya etme vazîfesini tamamıyla yerine getirmiştir.

Ayetteki sır gereği “Allah’ı seviyorsak Efendimiz’in (sav) sünnetine uymamız gerekiyor ki Allah da bizi sevecek.” Öyleyse sünnetin bu asırdaki mümessili ve temsilcisi Bedîüzzamân ise ve Sünnetin en geniş ve ehemmiyetli dairesini îmân hakîkatleri ve tevhit delilleri ile ortaya net olarak koyan da Bedîüzzamân ise o zaman Risâle-i Nurlara ittiba etmek bir nevi Efendimiz’in (sav) de bize bıraktığı ehl-i beyte uymayı gerekli kılıyor.

İhtaratla, ilhamatla, feyz-i Kur’anla, sünuhat-ı kalbiye doğmalarla ve istihracat-ı Kur’aniyye ile telif olunan Risâle-i Nurlar, Allah’ın hoşnut olduğu Efendimizin (sav) sünnetini ihya etmekte ve bizlere numune-i imtisal olmaktadır. Bu cihetten tefekkürlerimizi derinleştirdikçe Bedîüzzamân’ın mahiyeti ve Risâle-i Nurların vazîfesinin sünneti bu asırda ve kıyamete kadar ihya eden eserler olarak görmek gerektiğini anlayabiliyoruz.

Yine On Birinci Lem’a’dan bir bölüm alalım. “Sünnet-i Seniyyenin merâtibi var. Bir kısmı vaciptir, terk edilmez. O kısım, Şeriat-ı Garrâda tafsilâtıyla beyan edilmiş. Onlar muhkemattır, hiçbir cihette tebeddül etmez.”

Bizler sünnet olarak daha çok Efendimiz (sav)’in yaşayışını ve giyinişini ve adab tabir eden hallerini anlıyorduk. Evet, bu kısımlar da sünnet. Yukarıya aldığımız cümlelerde sünnetin mertebelerinden bahsediliyor ve “Bir kısmı vâciptir, terk edilmez. Onlar muhkemattır, hiçbir cihette tebeddül etmez.” denilmiştir. O halde bizler sünnet olarak Efendimiz (sav)’in etvarını, ahvalini ve akvalini anlamalı ve bu cihetlere muhatap olmalıyız.

Bedîüzzamân’ın, sünneti vâcip olarak nitelendirdiği ve terk edilemez dediği ve muhkemat olarak tarif ettiği kısımlar Efendimiz (sav)’in ibadetteki farz olan sünnetleridir. Çünkü farz olan ibadetleri de Efendimiz (sav) yaşamış ve bir nevi O’ (sav) nun yaşadığı her şey sünnet olduğu için bu cihet nazara sunulmuştur.

“Sünnetin meratibi var” cümlesinden çok faklı açılımlar olmalıdır. Efendimiz (sav)’in hayatı yani sünneti yaşanan Kur’an’dır. Peygamberimiz (sav) burhan-ı natıktır. Kitab-ı kâinat ise cisimleşmiş Kur’andır ve sünnetullahtır. Allah muradını, kendisini tanıttırmayı ve sevdirmeyi Efendimiz’in (s.a.v) hayatı ve kitab-ı kâinattaki delilerle göstermiştir. O zaman Efendimiz (s.a.v.)’in en büyük sünneti Allah’ın varlığı ve birliği delillerini anlatmasıdır. Yani en büyük sünnet sünnetullahı anlamak ve tevhid delilleri ile Rabbimizi tanımak ve O’na hakîkî kul olup marziyatı dairesinde yaşamaktır. O halde en geniş ve te’sirli sünnet “La İlâhe İllâllah”tır. Efendimiz’in (sav) en büyük dâvâsı da bu tevhid dâvâsıdır.

Her asırda sünneti ihya eden ve numûne-i imtisâl olan ehl-i beyt ise eserleri ile özellikle bu asırda Bedîüzzamân Hazretleri Risâle-i Nurlarla sünnetin en kuvvetli ve te’sirli delilleri olan tevhid hakîkatini ortaya koymuş ve bizlere numûne-i imtisâl olduğunu ve istikamet yolunun bu olduğunu, Risâle-i Nurlarla sünnetin en önemli ve geniş yolunun ve ihyasının Risâle-i Nurlarda var olduğunu ortaya koymuştur.

Öyleyse bütün gayretimizle sünneti yaşamak ve yaşatmak için bu asırda sünnetin mümessiline kulak vermek ve O’na çalışmak en lüzumlu vazîfe olsa gerektir. Şu hadîs-i şerif de çok manidardır. Hadîs-i şerifte vardır ki: “Bazen bir saat tefekkür, bir sene ibadetten daha hayırlı olur.[19]” Risâle-i Nurlar bu tefekkürü her daim yaptırmaktadır.

Önemli bir sünnet ölçüsünü de ekleyerek bitirelim inşallah. Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeâire de taallûk eden sünnetlerdir. Şeâir, adeta hukuk-u umumiye nev’inden, cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur. Bu nevi şeâire riyâ giremez ve ilân edilir. Nafile nev’inden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir.[20]

En mühim sünnetlerden birisi de şeâire taalluk eden ve İslâmiyetin alametlerini izhar eden kısımlardır. Bedîüzzamân Hazretleri Ümmet adına bedeller ödemiş ve şeâire taalluk eden sünnetlerden sarığını mahkemelerde bile çıkarmamıştır. En cebbar valilere de pervasızca karşı çıkarak başından sarığını vermemiş ve ecnebi alâmeti olan serpuşu başına koymamıştır. Böylece ümmet adına bu şahsî fazlardan önemli olan sünneti ihya etmiş ve ümmeti sorumluluktan kurtarmıştır. İslâm’ın ve îmânın izzetini de muhafaza etmiştir.

Bundan başka Bedîüzzamân bid’alarla amel etmemiş Türkçe ezan ve kamet getirmemiş ve böylece esâsata ve şeâire ittibâda numûne-i imtisâl olmuştur. Hatt-ı Kur’âniyeyi muhâfaza etmiş, İslâm’ın başka bir şeâire olan tesettürü “Tesettür Risâlesi” ile tefsîr etmiş ve bu uğurda mahkemelerde ve ceza evlerinde bedeller ödemiştir. Demek Bedîüzzamân şeâire taalluk eden sünnetlerde de azami olarak hassasiyetini göstermiş ve vazîfesini tam olarak layıkıyla yapmış ve ehl-i beyt olarak Efendimiz (sav)’ in ihbarını etvarı, ahvali ve ef’ali ile de göstermiştir.

Abdülbâkî ÇİMİÇ

[email protected]

 

——————————————————————————–

[1] Fihrist Risalesi >Fihrist Risalesi >Fihrist Risâlesi-2.Cild [10.Şua] >2.Cild [10.Şua] >2.Cilt(10.Şua)-Takriz

[2] Emirdağ Lâhikası (1) – Mektup No: 206

[3] Emirdağ Lâhikası (1) – Mektup No: 206

[4] Lem’alar,2005-s:142

[5] Emirdağ Lâhikası, 2006, s.458

[6] Emirdağ Lâhikası, 2006, s.458

[7] Emirdağ Lâhikası,2006,s:159

[8] Şûrâ Sûresi, 42:23

[9] Lem’alar,2006,S:44

[10] Yirmi İkinci Lem’a,2005,s:148,

[11] Şualar,2006,s:1036

[12] Şualar,2006,s:1036

[13] Âl-i İmrân Sûresi, 3:31

[14] Lem’alar, 2005, s. 178–179

[15] Tirmizî, Menâkıb, 31; Müsned, 3:14, 17, 26

[16] Lem’alar,2006,s:44

[17] Âl-i İmrân Sûresi, 3:31

[18] Tirmizî, Menâkıb: 31

[19] El-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:310; Gazâlî, İhyâ u Ulûmi’d-dîn, 4:409

[20] Lem’alar,,2006,s:180–181

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir