Otuz Üç Hadis
1) تَعَلّمُوا الْعِلْمَ فَاِنّ تَعْلِيمَهُ لِلّهِ خَشْيَةٌ وَ طَلَبُهُ عِبَادَةٌ وَ مُذَاكَرَتُهُ تَسْبِيحٌ وَ الْبَحْثُ عَنْهُ جِهَادٌ
“İlmi öğreniniz. Çünkü onun öğrenilmesi, Allah’a karşı haşyettir.(Allah korkusu) Tâlebi ibâdettir. Müzâkeresi tesbihtir. Ondan bahis ise cihâddır.” (Câmi-i Beyan-il Ilm – lbn-i Abd-il Berr 1/65; İhya-u Ulûm-id Din 1/11; Tenbih-ül Gafilin – Semerkandî sh: 159; Et-Tergib Vet-Terhib – Men-zerî 1/94; Râmuz-ül Ehadîs sh: 254 (Muaz bin Cebel’den rivayet); îthaf-üs Sâ-det-il Müttakîn 1/183 (îmam-ı Zebidî uzun tahlillerle delil ve şâhidler getirerek hadîsin sıhhatine hükmeylemiştir.)
“Risâle-i Nurlar ilm-i hakîkat dersleridir. Demek Risâle-i Nûr dersleri ile alınan ve öğrenilen ilim, Allah korkusunun en büyüğüdür. Risâle-i Nûr ilmini talep etmek ise ibâdettir. Risâleleri okumak hem zikir, hem şükür, hem fikir, hem dua, hem ubûdiyet … hem hem hem’dir. Risâle-i Nûr derslerinin müzâkeresi ise tesbih ve zikirdir. Risâle-i Nûrlardan bahis ise cihâddır yani cihâd-ı mânevidir.” dersini yukarıdaki hadisten bir müjde olarak almalıyız ve birbirimizi tebrik etmeliyiz.
Bediüzzaman’ın içtihadı ile bu zamanın medenî insanına ancak ilim ve ikna metodu ile galebe çalınabilir. Cebir ve kuvvet vahişlerin vahşetine karşıdır. Bundan dolayı “ilim, akıl ve fennin” hâkim olduğu bu zamanda bürhan-ı akliye dayanan ilimle mücadele edilebilir. Bu hadis-i şerif bu asrımıza özellikle bakıyor ve ilmin Allah’a karşı haşyeti netice vereceğini, ilme çalışmanın ibadet olduğunu, ilmî konularda özellikle imana ve tefekküre ait konularda müzakerenin Allah’ı tesbih etmek olduğunu ve ilmi yaymanın cihad olduğunu haber vermektedir. Bediüzzaman’ın “Mânevî Cihad” dediği husus bu hadisle açıklanan ilim yoluyla cihadıdır.[1]
2) سَاعَةُ عَالِمٍ يَتَّكِئُ عَلَى فِرَاشِهِ يَنْظُرُ فِى عِلْمِهِ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَبْعِينَ سَاعَةً
“Bir âlimin yatağına yaslanarak ilmine (kitabına) bir saat bakması, yetmiş saat ibâdetten hayırlıdır.” (El-Feth-ül Kebir 2/147; Müsned-ül Firdevs 2/332 hadîs no: 3504; Feyz-ül Kadir hadîs no: 4622; Kenz-ül Ummal hadîs no: 28789; Râmuz-ül Ehadîs sh: 295)
Bu hadis Üstad’ın yatağına yaslanarak kitaplarını tashih etmesine ne kadar tevafuk ediyor. Risâle-i Nûr eserlerini bir yıl anlayarak ve kabul ederek okuyanlar da asrın hakikatli bir alimi unvanını aldığına göre ve Risâle-i Nûr talebelerinin vazîfeleri “Sözleri kendi telifi bilip, bütün hayatını onun hizmeti ve neşri bilmelidir.” hakikatine mazhar olmaları nedeniyle bu hadisten Nûr Talebelerine de inşallah bir hisse düşer ümidindeyiz. Haza min fazlı Rabbi.
Bediüzzaman’ın ifadesi ile Risale-i Nurları benimseyerek, kabul ederek istifade etmek amacı ile bir sene okuyan bu zamanın hakikattar bir âlimi olabilir. Bu sebeple “Talebe-i Ulum” olan ve bu zamanın bir âlimi sayılan Nur Talebelerinin yatmadan önce bir saat Risale-i Nurdan bir ders okuması yetmiş saat nafile ibadetten hayırlıdır. Bu hadis Nur Talebelerini Risaleleri okumaya teşvik ederken, ehl-i imanı da Risale-i Nurlar ile “Talebe-i ulum” sınıfına dahil olup bu zamanın hakikattar bir âlimi olmaya teşvik etmektedir.[2]
3) طَالِبُ الْعِلْمِ طَالِبُ الرَّحْمَانِ، طَالِبُ الْعِلْمِ رُكْنُ اْلاِسْلاَمِ وَ يُعْطَى اَجْرُهُ مَعَ النَّبِيِّينَ
“İlmin tâlibi (talebesi), RAHMAN’ın tâlibidir. İlmin talipçisi, İslâm’ın rüknüdür. Onun ser-ü mükâfatı, Peygamberlerle beraber verilir.” (El-Feth-ül Kebir 2/211; Müsned-ül Firdevs 2/440; Züher-ül Firdevs – Ibn-i Hacer 1/285; Feyz-ül Kadir hadîs no: 5253; Kenz-ül Ummal hadîs no: 28729 ve 28834; Râmuz-ül Ehadıs sh: 312; Muhtasar-ul Ehadîs sh: 92)
Risâle-i Nûrlar imân ilmidir. İlimlerin şahı ve padîşahı ise imânı billâhtır. Demek bu ilmi talep etmek ve bu ilme talebe olmak RAHMAN’ın tâlibi yani Allah’ın merhametini taleb etmektir. İlmin takip edilmesini ise zaten cenab-ı Allah (cc) emreder ve kadın erkek bizlere farzdır. Bunun için ilmin talebi İslâmın bir rüknüdür. Bu ilmin mükafatını ise Rabbimiz yukarıdaki hadiste belirtildiği gibi Peygamberlerle birlikte verecektir. Ya Rabbi bizleri bu asrın hakiki iman ilmi ile hâllenmeyi ve yaşmayı nasip et. İmanı billâh, marifetullah, muhabbetullah ve en sonunda lezzet-i ruhâniye mertebelerine bizleri ulaştır. Amin
İlim iman ve tevhid ilmidir. İlmin amacı bütün ilimlerin aynasında Allah’ı tanımak yani marifetullah’tır. İlmin amacı Allah’a yaklaştırmasıdır. Kişiyi Allah’a yaklaştıran her ilim faydalıdır ve insanın marifetini arttırır. Bu sebeple ilmin talibi Rahmanın talibidir ve İslâm’ın rüknü, temel direğidir, mükâfatı da nebilerle beraber verilir.
4) طَلَبُ الْعِلْمِ اَفْضَلُ عِنْدَ اللّهِ مِنَ الصَّلاَةِ وَ الصِّيَامِ وَ الْحَجِّ والْجِهَادِ فِى سَبِيلِ اللّهِ
“İlim talep etmek, Allah’ın katında nâfile namaz, oruç, hacdan ve fiy-sebiylillah olan cihaddan efdaldir.” (El-Feth-ül Kebir 2/212; Müsned-ül Firdevs 2/438 hadîs no: 3910, Züher-ül Firdevs, El yazma Dâr-ül Kütüb-ül Mısriye, Kahire no:B/20489 (îbn-i Abbas’tan merfu’ senediyle); Feyz-ül Kadir hadîs no: 5268; El-Emalî -Eş-Şecerî 1/60; Kenz-ül Ummal hadîs no: 28655)
Bu hadis ilim talep etmedeki makbuliyetin nafile ibadetlerinden ne kadar eftal olduğunu belirtiyor. Çünkü İmân ilmi kâinatta hiç bir ilimle muvazeneye gelmez. Risâle-i Nûrlardaki ilim de imân-ı tahkiki dediğimiz hakîkî ilimidir ki; onu talep etmek ilimlerin zirvesini teşkil eder. Üstad “Risâle-i Nûr davasından daha büyük bir dava bu kainatta yok.” demekle belki de bu hakîkate işaret ediyor olmalıdır. Ayrıca Risale-i Nur ilmi tefekkür ilmidir. Efendimiz (asm) de tefekkür ilmi için; “Bir saat tefekkür, bir sene nafile ibadetten daha hayırlıdır.” (el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1-310; Gazâlî, İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn, 4:409 (Kitâbu’t-Tefekkür); el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 1:78.) buyurarak ilim talep etmenin yani tefekkür ile elde edilen imân ilmini talep etmenin eftâliyetine işaret etmiştir.
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’de “Mü’minlerin hepsinin cihad için savaşa gitmesi gerekmez. Onlardan bir grup da, din konusunda köklü ve derin bilgi sahibi olmak ve döndükleri zaman kavimlerini uyarmak için ilim öğrenmek amacı ile geri kalsa daha iyidir.” (Tevbe Suresi, 122.) buyurarak ilim öğrenmenin Allah için savaştan daha önemli olduğunu ifade eder. Peygamberimiz de (asm) ilmin nafile namaz, oruç ve hacdan ve Allah için savaştan daha üstün olduğunu ümmetine haber vererek bir kısmını ilimde ihtisas sahibi olmaya teşvik etmiştir. Özellikle “dalâletin ilim yoluyla” geldiği bu zamanda “İman ve Kur’ân ilmi” ile ehl-i dalâletle mücadele etmenin sevap ve faziletini hiçbir şey geçemez. Bediüzzaman bu hususu ifade için bu hadisi talebelerine ders vermiştir.
5) عَالِمٌ يُنْتَفَعُ بِعِلْمِهِ خَيْرٌ مِنْ اَلْفِ عَابِدٍ
“İlminden menfaat görülen bir âlim, bin abidden hayırlıdır.” (El-Feth-ül Kebir 2/221; Râmuz-ül Ehadîs sh: 314)
Bütün insanlık Risâle-i Nûrlardan ve Üstadımızın eserlerinden istifade etmektedir. Dünyada Kur’ân’dan sonra en fazla satılan ve okunan eserler Risâle-i Nûrlardır. Risâle-i Nûrlar 50’ye yakın dünya diline çevrilerek ilminden menfaat görülen alim sıfatına Üstadımız Saîd Nursî mazhar olmuştur. Allah ebeden ondan razı olsun. “Gelmesi vaad olunan Mehdi’nin dahi rabbı (terbiyesine gelen) ilim sıfatıdır.” (“Mektubat-ı Rabbani”, c. 1, 251. Mektup, s. 550, 554)
Kendisini ilme verene âlim, ibadete adayana da abid denir. İlmin faydası bütün insanlığadır, ibadetin faydası ise yalnız ibadet edene has kalır. İbadet eden “Nefsi nefsi!” diye nefsini düşünürken, ilme değer veren Peygamberimizin (asm) “Ümmeti ümmeti!” sırrına mazhar olur ve topluma hizmet eder.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Şeyh Sadi Şirazi’den bir hikâye naklederek durumu açıklar. Şeyh Sadi der ki: “Ben bir ehl-i kalbi tekkede seyr-i sülûk ile meşgul iken görmüştüm. Bir kaç gün sonra onu talebeler içinde, medresede gördüm. ‘Niçin o feyizli tekkeyi terk edip bu medreseye geldin?’ dedim. O da dedi ki: ‘Orada yalnız herkes kendi nefsini-eğer muvaffak olursa- kurtarabilir. Burada ise, bu âl-i himmet şahıslar, kendileri ile beraber çoklarını kurtarmaya çalışıyorlar. Ulüvv-ü cenap, ulüvv-ü himmet bunlardır. Fazilet ve himmet bunlardadır. Onun için buraya geldim.” (Lem’alar, 2011, s. 639-640.)
6) وَيْلٌ لِمَنْ طَلَبَ الدّنْيَا بِالدّينِ
“Din ile dünyayı talep edenlere veyl olsun.” (Aynı bu lafızla değil, fakat mânası ile, hem de daha şiddetli olarak kayıtlıdır: Câmi’-i Beyan-il İlm – İbn-i Abd-il Berr 1/233; Râmuz-ül Ehadîs sh: 461)
Dîn semavîdir, dünyaya alet edilmez. Dünyaya basamak yapılmaz, dîn ile dünya kazanılmaz. Dîn sadece ve sadece Allah rızası için yaşanır. Üstad hazretlerinin hayatında hizmeti karşılığında hiçbir hediye ve karşılık almaması ve beklememesi bu hadîsin yaşanmış bir izdüşümü olmalıdır. Dînî siyasete ve ticarete alet edenlere özellikle bu asırda yazıklar olsun hitabına muhatap olmamak için, Risâle-i Nûr hakîkatlerine ve metoduna ne kadar ihtiyacımız var. Ya Rabbi bizleri “Doğru yolda olan ve sizden bir ücret de istemeyen kimselere uyun.” (Yasin suresi; Ayet:21) ayetine uyanlardan eyle.
Dinin amacı uhrevÎ saadettir. Dünya ahiretin tarlası olması yönü ile makbuldür; yoksa ahirete nispeten hiçbir değeri yoktur. Dünya ahiretin mahsulünü yetiştirir. Bu sebeple insanın amellerinin dinde bir hükmü vardır. Ya farzdır, veya sünnettir, veya mübahtır, veya mekruhtur veyahut haramdır. Hal böyle olunca insan her amelinden hesaba çekilecek, ya tokat yiyecek veya taltif edilecektir. Dünya dinin amacı olmadığı, gaye dünyada ahireti kazanmak olduğu için dini dünyaya, dünyanın geçici amaçlarına alet etmek din-i İslâma büyük bir cinayettir. Dinin amacı ahiret, siyasetin amacı dünya olduğu için dini siyasete alet etmek de bu hadisin şumulüne dahildir. Peygamberimiz (asm) bu hadisi ile dini dünya menfaatine ve siyasete alet edenleri tehdit etmektedir. Peygamberimiz (asm) bir gün “Hüzün kuyusundan Allah’a sığının” buyurdular. Orada bulunanlar “Ey Allah’ın Resulü! Hüzün kuyusu nedir?” dediler. Peygamberimiz (asm) “O cehennemde bir vadinin adıdır. Cehennem o vadinin azabından her gün yüz defa Allah’a sığınır.” buyurdular. Sordular “Oraya kimler girecektir?” Peygamberimiz (asm) “Oraya amelleri ile riya katarak dinini dünyaya alet edenler girerler” buyurdular. (Tirmizi, Zühd, 48) Bir rivayette Hüzün kuyusuna “Veyl Deresi” de denilmiştir. (Buhari, Fiten, 17; Müslim, Zühd, 51)
7) كَلِمَةُ حِكْمَةٍ يَسْمَعُهَاالرَّجُلُ قَدْ يَكُونُ خَيْرًالَهُ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ وَجُلُوسُ سَاعَةً عِنْدَ مُذَاكَرَةِ الْعِلْمِ خَيْرٌ مِنْ عِتْقِ رَقَبَةٍ
“Bir demin bir hikmet kelimesini işitmesi, duyması, bâzen olur ki, ona bir sene ibâdetten hayırlı olur ve bir saat ilim müzâkeresi yanında oturmak, bir köle azad etmekten daha hayırlıdır.” dem: can,(adam,kişi manaları da var.) (Ez-Zühd – İbn-ül Mübarek 1/486; İhya-u Ulûm-id Din 1/10; Râmuz-ül Ehadîs sh: 343)
Bu hadîs gereği Risâle-i Nûr hakîkatleri ve derslerinin ne kadar önemli olduğu açıktır. Çünkü Risâle-i Nûrlar eşyanın hikmetlerini tefsir eden bir ilim hazinesidir. Bu hikmet derslerini işitmek, o derslerin müzâkere meclislerinde olmak ve bulunmak ne kadar büyük mükâfatlarla eşdeğer olduğu hadîste belirtilmektedir. Risâle-i Nûr derslerini bu manâda anlamalı ve o hikmet derslerinden mahrum kalmamalıyız. Ayrıca “Bir saat tefekkür, bir sene nafile ibadetten daha hayırlıdır.” hadîsinden de hissedar olmalıyız inşallah. Ya Rabbi,bizleri bu müzâkereli ilim meclislerinden alıkoyan muzır mânilerin şerrinden muhafaza et.
Hikmet aklın vasat mertebesi ve istikametidir ki “Hakkı hak olarak bilmek ona uymak, batılı batıl olarak bilmek ve ondan sakınmaktır.” (İşaratu’l-İ’caz, 2011, s. 44.) Aklın istikameti insanın istikameti demektir. İstikamet ise en büyük hikmettir. Nitekim yüce Allah “Kime hikmet vermişse ona pek çok hayır vermiştir.” (Bakara Sûresi, 2: 269.)
İnsanın istikametini sağlayan ve Allah’a yaklaştıran bir hikmet kelimesini işitmesi ve onunla amel etmesi onun bir sene ibadetinden hayırlıdır. Şayet kişi yanlış yolda ve dalâlette ise, işittiği hikmet kelimesi ile dalâletten hidayete ulaşması onun için altmış sene ibadetten hayırlıdır. Zira dalâlet ile beraber ibadetin faydası yoktur. Böyle bir ilim meclisinde bir saat oturmak bir köleyi kölelikten kurtarıp hürriyete kavuşturmaktan daha hayırlıdır. Zira dalâlette olan birisi dalâletin kölesidir, onu hidayete kavuşturmak hürriyete kavuşturmak demektir.
8) َلاَنْ يَهْدِى اللّهُ عَلَى يَدَيْكَ رَجُلاً خَيْرٌ لَكَ مِمّا طَلَعَتْ عَلَيْهِ الشّمْسُ
“Cenâb-ı Hak, bir demi senin elinle (vasıtanla) hidâyete getirmesi, güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha çok sana hayırlıdır.” (Câmi’-i Beyan-il İlm – İbn-i Abd-il Berr 1/147; Râmuz-ül Ehadîs sh: 344 Taberanî ve Hâkim-i Tirmizî’den nakil ile, bu hadîsin Resulullah (A.S.M.) tarafından Hayber gününde söylendiği rivayet edilmiştir. El-Feth-ül Kebir 1/282 İbn-i Hanbel ve Şeyheyn’den nakil… (Ve ayrıca 808 numarada…))
Hadîs-i şerifte vardır ki: “Bir adam seninle imana gelmesi, sana sahra dolusu kırmızı koyunlardan daha hayırlıdır.” (Buhari, Cihad: 102) hadîsi ile bu hadîs eş anlam ifade etmektedir. Kırmızı koyunlar çok değerli ve makbul kâbul edilir. Sahralar dolusu koyun tasadduk etmek ve güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha çok hayırlı bir vesilelik için haydi imân hakîkatleri ile muhtaç olanların imânını kurtarma vazîfemize daha fazla gayret edelim. Bizler vazîfemizi yapalım, Allah tesirini halk eder inşâallah. Bizim vazîfemiz tebliğ, neticesi Allah’a aittir. Ya Rabbi, bizleri senin (vazîfe-i ilahinin) vazîfesine karışanlardan etme. Vazîfemizi Senin vazîfene bina etmekten bizleri muhafaza eyle. Amin.
Peygamberlerin gönderiliş amacı insanlığın hidayetidir. Allah katında bir insan ile bütün insanlık arasında fark yoktur. Bir mü’minin değeri, dalâletteki bütün insanlardan daha fazladır. Bu sebeple bir insanın hidayetine yüce Allah çok değer verir. Nitekim âyette “Kim, bir insanı, öldürürse, bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birinin hayatını kurtarırsa, hayat verir yaşatırsa, sanki bütün insanları yaşatmıştır.” (Maide Sûresi, 5:32.) buyurur.
Bediüzzaman da “Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise; bir adamın imanını kurtarmak, on adamı veli yapmaktan daha sevaplı bir hizmettir.” (Kastamonu Lâhikası, 2011, s. 104.) demektedir. Bu sebeple bir adamın hidayetine vesile olmak kainat kadar büyük ve önemli bir hizmettir.
9) لَنْ يَجْمَعَ اللّهُ عَلَى هذِهِ اْلاُمّةِ سَيْفَ الدّجّالِ وَ سَيْفَ الْمَلْحَمَة
“Cenâb-ı Hak şu ümmetin üstünde hem deccalın kılıncını, hem de büyük harbin(Haşiye) kılıncını beraber cem etmeyecektir.” (Haşiye:Mülâheme-i Kübrâ olan ikinci Harb-i Umumi, lem-i İslâm’ı hırpalamadığı işaretiyle, İslâmlar içinde bir deccâl, lem-i İslâm’ı başka bir surette hırpalayacak.) (Mişkât-ül Masabih hadîs no: 5756; Müsned-ül Firdevs hadîs no: 5366; Râmuz-ül Ehadîs sh: 354)
Bu hadîsin izahı Risâle-i Nûr külliyatında yeterli olarak işlenmiştir. Şu kadar diyebiliriz, bu Anadolu’nun İkinci Dünya Şavaşı’na girmemesinin en büyük sebebi Risâle-i Nûr hizmetidir der Üstad. Nasıl ki sadaka belayı def eder, aynen öyle de Risâle-i Nûr hizmetleri de musîbet ve belaları def eder. Aynen öyle de olmuştur. Fakat, başka bir cereyan şeair-i islamı ve şeriat-ı Muhammediye (asm)’yi tahrip ve tağyir etmiştir. İşte bu hadîs bu iki musîbetin bu ümmete birlikte Allah’ın yaşatmadığını beyan etmektedir. Ancak İslâmın başka bir surette hırpalanması halen de devam etmektedir. Ya Rabbi, bizleri alem-i İslâmın başka bir surette hırpalandığı bu zamanda bu hırpalayanları tanımayı ve onlardan korunmayı nasip et. Doğru yerde durmayı ve Kur’ân’ın mânevî kalesinde muhafaza olmayı ve bu istikamette ömrümüzü tamamlamayı nasip et.
Bu hadis-i Şerif Bediüzzaman’ın “Haşiye”de izah ettiği gibi II. Cihan Harbinin yapıldığı yıllarda İslâm Ülkelerini Deccal’ın şerrinin hırpalayacağını belirtmektedir. Peygamberimiz (asm) o zamanda bulunan ümmeti iki şekilde ikaz etmektedir. Birincisi “O savaşa girmeyiniz!” şeklindeki ikazdır. Nitekim Bediüzzaman da II. Dünya savaşına girilmemesi için gereken ikazını yapmıştır. İkincisi, o zamanda deccalın şerri daha ağır ve dehşetli bir şekilde İslâm dünyasını tehdit edecektir “Kendinizi korumaya çalışın!” manası çıkmaktadır ki Bediüzzaman bu konuda da mü’minlere gereken ikazlarını eserleri ile yapmıştır.
10) لَنْ تَزَالُ الْخِلاَفَةَ فِى وِلْدِ عَمّى صِنْوِ اَبِى الْعَبّاس حَتّى يُسَلِّمُوهَا اِلَى الدّجّالِ
“Hilâfet-i İslâmiyye, babamın kardeşi amcam Abbas’ın oğullarından zâil olmayacak.Tâ onu deccala teslim edinceye kadar.” (Alâuddîn el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl: 14:271, hadis no: 33436.)
Bu hadis vuku bulmuş ve gerekli izahlar da Risâle-i Nûrlarda vardır. Hilâfet-i İslâmiye’nin ne zaman kaldırıldığı malumdur. Demek bu zamandaki olaylara ve icraatlara çok dikkat etmek icap eder. Bu zamanda cereyan eden olayların Kur’ân ve Sünnet-i Peygamberî çerçevesinde anlamak için Risâle-i Nûr külliyatının ilgili bahislerinin mutlaka okunması gerekir. Risale-i Nurdan alıntı:
Benim amcam, pederimin kardeşi Abbas’ın veledinde hilâfet-i İslâmiye devam edecek. Tâ Deccala, o hilâfeti, yani saltanat-ı hilâfet, deccalın muhrip eline geçecek.” Yani, uzun zaman, beş yüz sene kadar hilâfet-i Abbasiye vücuda gelecek, devam edecek. Sonra Cengiz, Hülâgû denilen üç deccaldan birisi o saltanat-ı hilâfeti mahvedecek, deccalane İslâm içinde hükûmet sürecek. Demek İslâm içinde, müteaddit hadislerde, üç deccal geleceğine zâhir bir delildir. Bu hadisteki ihbar-ı gaybî, kat’î iki mucizedir:
Biri, hilâfet-i Abbasiye vücuda gelecek, beş yüz sene devam edecek. İkincisi de, sonunda en zâlim ve tahripçi Cengiz ve Hülâgû namındaki bir deccal eliyle inkıraz bulacak.
Acaba kütüb-ü hadîsiyede Kur’ân’a, şeâir-i İslâma ait hattâ cüz’î şeyleri de haber veren sahib-i şeriat, hiç mümkün müdür ki, bu zamanımızdaki pek acîp hadisattan haber vermesin? Hem hiç mümkün müdür ki, bu acîp hadisatta Kur’ân’a sebatkârâne, geniş bir sahada, en acîp bir zamanda, en ağır şerait altında hizmet eden ve o hizmetin semerelerini dost ve düşmanları tasdik eden Risale-i Nur şakirtlerine işaretleri bulunmasın? (On Dördüncü Şua )
Ya Rabbi, bu zamanın maddî ve mânevî fitne cereyanlarını anlamayı, tanımayı ve bu cereyanlardan muhafaza olup korunmayı nasip buyurdun, bizleri kaydırma, amin.
Peygamberimizin (asm) amcası Hz. Abbas’ın (ra) neslinden gelenlerin kurduğu devlettir. Hz. Hasan’ın barış yaparak hilâfeti Emeviler’e bıraktığı 661 yılından 750 tarihine kadar 89 sene hâkim olmuşlardır. Abbasiler 750 yılında ayaklanıp Emevilerden hükümeti alarak Abbasi Devletini ve Hilâfetini kurmuşlardır. Abbasi devleti 1258 yılına kadar devam etti. 1258 yılında Cengiz Han’ın torunu Hülagu yönetimindeki İlhanlı’lar Bağdatı ele geçirerek halife Mustasım’ı öldürdüler. Böylece 508 yıllık Abbasi devleti Hülagu tarafından yıkılmış oldu. Peygamberimiz (asm) mu’cizevi olarak Abbasi devletinin kurulacağını ve Hülagu’nun gelip bu devleti yıkacağını, Cengiz ve Hülagu’nun o zamanın deccalı olduğunu haber vermektedir. Emeviler “Ehl-i Beyt”e zulmettikleri için saltanatları çok kısa sürerken Abbasiler tam 500 sene dünyaya hükmetmişlerdir. Haşimi olan Abbasi’leri Deccal yıktığı gibi Abbasilerden sonra İslâm’ın temsilcileri olan Osmanlı devletini yıkan da yine o zamanın Deccalları olmuştur. Bu husus bir önceki Hadiste bir derece perdeli olarak izah edilmiştir.
11) لَوْ وُزِنَ مِدَادُ الْعُلَمَاءِ وَ دَمُ الشُّهَدَاءِ لَرُجِّحَ مِدَادُ الْعُلَمَاءِ عَلَى دَمِ الشُّهَدَاءِ
“Ulemânın mürekkebiye Şühedâ kanı muvâzene edilse, muhakkak ki Allah yanında, ulemânın mürekkebi, Şühedânın kanından râcih gelecektir.” (İhya-u Ulûm-id Din 1/6; Câmi’-i Beyan-il İlm – İbn-i Abd-il Berr 1/37)
Bu hadîs Yani, “Mahşerde ulemâ-i hakîkatin sarf ettikleri mürekkep şehidlerin kanıyla muvazene edilir, o kıymette olur.” (Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, 1:6; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 6:466; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:561; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, no: 10026.) hadîsi ile aynı manayı taşımaktadır.
“Bid’aların ve dalâletlerin istilâsı zamanında Sünnet-i Seniyyeye ve hakikat-ı Kur’aniyeye temessük edip hizmet eden, yüz şehid sevabını kazanabilir.” Ey tenbellik damariyle yazıdan usanan ve ey sôfî-meşreb kardeşler! Bu iki Hadîsin mecmuu gösterir ki: Böyle zamanda hakâik-î îmâniyeye ve esrâr-ı Şeriat ve Sünnet-i Seniyyeye hizmet eden mübarek hâlis kalemlerden akan siyah nur veya âb-ı hayat hükmünde olan mürekkeblerin bir dirhemi, şühedânın yüz dirhem kanı hükmünde yevm-i mahşerde size faide verebilir. Öyle ise, onu kazanmaya çalışınız.
Eğer Deseniz: Hadîste “âlim” tâbîri var, bir kısmımız yalnız kâtibiz.
Elcevap: Bir sene bu Risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan; bu zamanın mühim, hakikatlı bir âlimi olabilir. Eğer anlamasa da, madem Risale-i Nur Şâkirdlerinin bir şahs-ı mânevîsi var, şübhesiz o şahs-ı mânevî bu zamanın bir âlimidir. Sizin kalemleriniz ise, o şahs-ı mânevînin parmaklarıdır. Kendi nokta-i nazarımda liyâkatsız olduğum halde, haydi hüsn-ü zannınıza binaen bu fakire bir üstadlık ve tebaiyet noktasında bir âlim vaziyetini verdiğinizden bağlanmışsınız. Ben ümmî ve kalemsiz olduğum için, sizin kalemleriniz benim kalemim sayılır, Hadîste gösterilen ecri alırsınız… Said Nursî
Yeryüzünün dirlik ve düzeni, huzur ve güveni, asayiş ve emniyeti alimlerin ilimleri, idarecilerin adaleti, askerlerin cesareti ve halkın idarecilere itaati ile sağlanır. Alimler ilimleri ile idarecilere yaklaşıp menfaate alet etmedikçe, idareciler dünya malına ve zulme yönelmedikçe, güvenlik güçleri gücünü haksız yere harcamadıkça, halk da yöneticilerine itaat içinde olur. Ancak yöneticilere adaleti, askerlere cesareti öğreten ve halkı doğru şekilde bilgilendirerek imana ve itaate sevk eden alimlerdir. Özellikle ahir zamanda gelecek olan Deccal ve Süfyan gibi dehşetli şahıslar müslümanların arasına fitne sokarak ve aralarındaki ihtilaftan istifade ederek, (Mektubat, 455.) sihirbazların düğümlere üfleyerek sihir yaptıkları gibi mikrofonlara üfleyip yalan ve yanlış bilgilerle insanları aldatıp, (Şualar, 419.) yalancı propagandalarla o zamanın cazibedar âletleri olan radyo, televizyon ve basın yoluyla insanları aldatarak kendilerine taraftar edip az bir kuvvetle onlara galebe edecektir. (Eski Said Dönemi Eserleri, Hutbe-i Şamiye, s. 344.) Bu nedenle o zamanın insanlarına hak ve hakikati ve doğru bilgileri ulaştıracak yalan ve yanlışlardan insanları koruyacak olan alimlerin mürekkebinin şehitlerin kanından üstün olduğu ve ahiretteki mizanda da üstün geleceğini peygamberimiz (asm) bize haber vermiş ve doğrularla beraber olun ve onlara kaleminizle kuvvet verin ferman etmiştir.
12) لَيْسَ الشّدِيدُ الّذِى يَغْلِبُ النّاسَ وَلكِنّ الشّدِيدَ الّذِى يَغْلِبُ نَفْسَهُ عِنْدَ الْغَضَبِ
“Şedid, kuvvetli, kahraman o değildir ki, insanları mağlup etsin. Belki kahraman odur ki, gadap ve hiddet ânında, nefsini mağlup eder.” (Sahih-i Buhari 8/34; Sahih-i Müslim Kitab-ül Birr hadîs no: 107 ve 108; Şerh-üs Sünne – Begavî 13/160; Et-Tergib Vet-Terhib – Beyhakî 10/235 ve 341; Keşf-ül Hafâ – Aclunî 2/169; Râmuz-ül Ehadts sh: 363; Müsned-ül Firdevs 3/402 hadîs no: 5223; Feyz-ül Kadir hadîs no: 7577 Müsned-i Ahmed, Buharî ve Müslim’den nakil; Müsned-i Ahmed 2/236; Amel-ül Yevmi Vel-Leyle -Nesaî hadîs no: 394, 396 ve 397)
Risâle-i Nûrlardan Açıklama:
Ey ehl-i hakikat ve tarikat! Hakka hizmet, büyük ve ağır bir defineyi taşımak ve muhafaza etmek gibidir. O defineyi omuzunda taşıyanlara ne kadar kuvvetli eller yardıma koşsalar daha ziyade sevinir, memnun olurlar. Kıskanmak şöyle dursun, gayet samimî bir muhabbetle o gelenlerin kendilerinden daha ziyade olan kuvvetlerini ve daha ziyade tesirlerini ve yardımlarını müftehirâne alkışlamak lâzım gelirken, nedendir ki rekabetkârâne o hakikî kardeşlere ve fedakâr yardımcılara bakılıyor ve o hal ile ihlâs kaçıyor? Vazifenizde müttehem olup, ehl-i dalâletin nazarında, sizden ve sizin mesleğinizden yüz derece aşağı olan, “din ile dünyayı kazanmak ve ilm-i hakikatle maişeti temin etmek, tamah ve hırs yolunda rekabet etmek” gibi müthiş ithamlara mâruz kalıyorsunuz?
Bu marazın çare-i yegânesi: Nefsini itham etmek ve nefsine değil, daima karşısındaki meslektaşına taraftar olmak… Fenn-i âdâb ve ilm-i münazaranın uleması mâbeynindeki hakperestlik ve insaf düsturu olan şu “Eğer bir meselenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır.” Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit, o münazarada bilmediği birşeyi öğrenmiyor. Belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir.
Eğer hak hasmının elinde çıksa, zararsız, bilmediği bir meseleyi öğrenip menfaattar olur, nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip taraftar çıkar, memnun olur.
İşte bu düsturu ehl-i din, ehl-i hakikat, ehl-i tarikat, ehl-i ilim kendilerine rehber ittihaz etseler, ihlâsı kazanırlar. Ve vazife-i uhreviyelerinde muvaffak olurlar. Ve bu fecî sukut ve musibet-i hazıradan rahmet-i İlâhiye ile kurtulurlar. (Yirmi Birinci Lem’a)
Bediüzzaman’ın Meyve’nin dördüncü meselesinde izah ettiği gibi “her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyasla, küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasip vazifeler bulunabilir.” (Şuâlar, 2009, s. 316-317.) Nefsine hâkim olan birinci dairedeki en önemli vazifeyi bihakkın yapan kişidir.
Kalp ve mide dairesine hâkim olmak pergelin sivri ucunu merkeze iyice yerleştirmek demektir. İşte o zaman çizdiğiniz daire doğru olacaktır. Kalp ve mide dairesine hâkim olan kişi ancak gadap ve hiddet anında nefsine hâkim olabilir. Güçlü nefsine, öfkesine ve şehvetine hâkim olabilen kimsedir. Gerçek kahraman da odur. Ne demişler “Nefsine hâkim olan dünyaya hâkim olabilir.”
13) مَا اَهْدَى مُسْلِمٌ ِلاَخِيهِ هَدِيَّةً اَفْضَلَ مِنْ كَلِمَةِ حِكْمَةٍ يَزِيدُهُ هُدًى وَ يَرُدُّهُ بِهَا عَنْهُ رِدًى
“Bir müslüman, bir müslüman kardeşine bir hediye ihdâ etmesi; onun hidâyetini artırıp, kötülüklerden onu alıkoyan bir hikmet kelimesinden daha hayırlıdır.” (İhya-u Ulûm-id Din 1/10-11; Câmi’-i Beyan-il İlm – İbn-i Abd-il Berr 1/61 ve 73; Râmuz-ül Ehadîs sh: 374; Müsned-ül Firdevs 4/100; hadis no: 6314; Züher-ül Firdevs – İbn-i Hacer 4/406 merfu’ senediyle; Feyz-ül Kadir 5/430 hadîs no: 7847; El-Feth-ül Kebir 3/78; Şuab-ül İman – Beyhakî 4/391)
Burada hediye ihdâ edilmesi, onun hidâyetini artırır manâsı ile açıklanmış. Bir müslümanın bir müslümana bir hediye ihdâ etmesi söz konusu. Elbetteki bir müslüman ilk önce müslüman kardeşini hayra davet etmelidir. Hayra çalışan ve hayırda sebat edip doğru yolda istikamette gitmek elbette ki kötülüklerin de işlenmemesi için önem arzeder.
Üstad hazretleri “Risâle-i Nûrlar bu zamanda önce ehl-i imânın imânını kurtaracak.” der.“Bu asırda ehl-i imanın imanı tehlikede.” der. Öyleyse bu ihdâ kelimesinin Risâle-i Nûrlarla çok yakın ilişkisi olacağı, kelime hediye de olsa bu hediye Risâle-i Nûrlardır diye kanaatim var. İnsanların kusurlarını önüne koymaktan daha çok bu imân hakikatlerini onlara hediye etmekle en büyük ihdâ edilmiş olur. Bu hadîsin hakîkî manâsını Rabbim bilir.
İnsan için en değerli şey ondan ayrılmayan şeydir. Bu ise fani dünyada bekaya mazhar olan şeylerdir. Bediüzzaman “Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde fani dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme!” demiştir. İnsana ahirette fayda vermeyecek her şey fanidir ve yokluğa mahkûmdur. Bu sebeple bir Müslümanın Müslümana vereceği en değerli hediye onun hidayetini arttıran veya onda olan bir kötülüğü kaldıran hikmetli sözdür. Bundan daha değerli bir hediye olmayacağını
Peygamberimiz (asm) veciz bir
şekilde ifade etmiştir..”
14) مَا بَيْنَ خَلْقِ آدَمَ اِلَى قِيَامِ السّاعَةِ اَمْرٌ اَكْبَرَ مِنَ الدّجّالِ
“Halk-ı demden (A.S) tâ kıyâmete kadar, âlem-i insaniyyet arasında, deccâl hâdisesinden daha büyük bir umur, mes’ele yoktur.” (Sahih-i Müslim 2/381, 382; En-Nihaye Ev-il Melâhim – İbn-i Kesir 1/12-13; Râmuz-ül Ehadîs sh: 374 İbn-i Ebi Şeybe, İmam-ı Ahmed ve Müslim’den nakil…)
Haşiye: İslâmda bir rivayette üç Deccal gelecek, bir rivayette Deccal vazifesini gören 27 Deccal.. Said Nursî
Beşinci Şua’dan:
Altıncı Mes’ele: Rivayette var ki: “Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz.” Bunun için, bin üç yüz sene zarfında emr-i Peygamberîyle bütün ümmet o fitneden istiaze etmiş, azab-ı kabirden sonra “Deccalin fitnesinden ve ahir zaman fitnesinden (bizi koru Allah’ım).” (Buhari,1:211,2:126-Müslim,2:2200-Müsned,2:185…) vird-i ümmet olmuş.
Dünyada iman ve küfür mücadelesi Hz. Âdem’den (as) kıyamete kadar devam edecektir. İman hidayet, küfür ise dalâlettir. İmanın neticesi ebedî cennet, küfrün neticesi ise sonsuz bir cehennemdir. İmanın sebepleri peygamberler ve onların Allah’tan getirdikleri kitaplar ve bu kitapları insanlara öğreten âlimlerdir. Küfrün sebepleri ise insanı Allah’tan, Allah’ın kitabından ve bu kitabı şerheden gerçek âlimlerden uzaklaştıran şeytan, şeytana yardım eden nefsin hevesine uymak ve insanları hak ve hakikatten uzaklaştıran her nev’î oyun ve eğlencelerdir.
Ahir zamanda insanları hak ve hidayetten uzaklaştıran Allah’ın dinini bozan en dehşetli tehlike deccal ve süfyandır. Deccal ve süfyan cerbeze ile insanları aldatarak sihirli oyuncakları olan ve nefisleri kendisine çeken teknik ve teknolojik gelişmeleri ve dünyanın fantazilerini çok iyi kullandıkları için insanlar isteyerek hevesle onların peşine takıldığından dolayı en büyük şerdir. Böylece insanları yoldan çıkarıp uhrevî hayatını mahvederler. Elbette ahiretini verip dünyayı elde etmeye çalışmaktan daha büyük şer olamaz.
15) مَنْ اَتَاهُ الْمَوْت وَ هُوَ يَطْلُبُ الْعِلْمَ كَانَ بَيْنَهُ وَ بَيْنَ اْلاَنْبِيَاءِ دَرَجَةٌ
“Bir ilim talebesi, ilim tahsil ederken eceli gelse, vefât etse, onun derecesiyle Enbiyâ derecesi arasında, bir peygamberlik mertebesi kalır.” (Câmi’ Beyan-ül İlm İbn-i Abd-il Berr 1/30, 38, 53 ve 115; İhya-u Ulûm-id Din 1/9; Mişkât-ül Masabih 1/83 hadîs no: 249; Mecma-uz Zevaid 1/123; Et-Tergib Vet-Terhib – Menzerî 1/96)
Risâle-i Nûrlardan açıklama:
Aziz, sıddık kardeşlerim, Cenâb-ı Erhamürrâhimîne hadsiz şükür olsun ki; bu acip zamanda ve garip yerde, talebe-i ulûmun kıymetli şerefini ve ehemmiyetli hizmetlerini kazanmayı sizler vasıtasıyla bizlere de müyesser eyledi.
Ehl-i keşf-i kuburun müşahedesiyle, müteaddit vâkıatla, tahsil-i ulûm ânında vefat eden bazı müştak ve ciddî bir talebe-i ulûm, şehidler gibi kendini hayatta ve kendi dersiyle meşgul görüyor. Hattâ meşhur bir ehl-i keşf-i’l-kubur, vefat eden ve ilm-i sarf ve nahvi okuyan bir talebenin kabrinde Münker, Nekir’e nasıl cevap verecek diye murakabe etmiş. Ve müşahede edip işitmiş ki, melek-i suâl, ondan sordu. “Men Rabbûke? Senin Rabbin kimdir?” dediği zaman, o nahv dersiyle iştigal ederken vefat eden talebe, o meleğin cevabında demiş: “Men mübtedâdır, Rabbûke onun haberidir.” Nahiv ilmince cevap vermiş, kendini medresede zannetmiş.
İşte bu vâkıaya muvafık olarak, ben merhum Hâfız Ali’yi aynen hayattaki gibi Risale-i Nur’la meşgul olarak en yüksek bir ilimde çalışan bir talebe-i ulûm vaziyetinde ve tam şehidler mertebesinde ve tarz-ı hayatlarında biliyorum ve o kanaatle ona ve onun gibi Mehmed Zühdü’ye ve Hâfız Mehmed’e bazı dualarımda derim: “Yâ Rabbî! Bunları kıyamete kadar Risale-i Nur kisvesinde hakaik-i imaniye ve esrar-ı Kur’âniye ile kemâl-i ferah ve sevinçle meşgul eyle. Âmin. İnşaallah.” (On Üçüncü Şua)
Fi sebilillah, Allah yolunda çalışan kimse ölürse şehit olur. Bu konuda pek çok sahih rivayetler vardır. Allah yolunda mücadelenin bir nevi Allah için küffar ile savaştır. İ’lay-ı Kelimetullah, yani Allah’ın adını yüceltmek için savaşıp ölene şehit denir. Şehitlerin Allah katındaki mertebesi peygamberlerden bir derece aşağıdır. Aynı şekilde İ’lay-ı Kelimetullah için fi-sebilillah Allah yolunda dinini yüceltmek, iman hakikatlerini neşretmek, farzlarını ikame etmek, haramlarını engellemek için mücadele ederken vefat eden veya öldürülenler de manevi şehit olarak Allah’ın huzuruna giderler. Yüce Allah kendisi için mücadele eden ve dininin yüceltmeye çalışırken ölenlere şehadet makamını vermektedir. Bu nedenle Allah için ilim tahsil ederken vefat edenler de maenvi şehadet makamını kazanırlar. Şehitler ile peygamberler arasında bir derece vardır. Son mertebe peygamberliktir.
16) مَنْ تَعَلَّمَ بَابًا مِنَ الْعِلْمِ (اى مِنَ الْعِلْمِ اْلاِيمَانِىِّ وَ التَّحْقِيقِىِّ) عَمِلَ بِهِ اَوْ لَمْ يَعْمَلْ بِهِ كَانَ اَفْضَلَ
مِنْ صَلاَةِ اَلْفَ رَكْعَةٍ. فَاِنْ هُوَ عَمِلَ بِهِ اَوْ عَلَّمَهُ كَانَ لَهُ ثَوَابُهُ وَ ثَوَابُ مَنْ يَعْمَلُ بِهِ اِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ
“Kim ki ilimden (yâni ilm-i imânî ve tahkikîden) bir bâb, bir mes’ele taâllüm ederse, onunla amel etsin etmesin, bin rek’ât nafile namazdan efdaldir. Eğer öğrenmekle beraber amel de ederse, yâhut onu başkasına da öğretirse, o zaman tâ kıyâmete kadar, onun o büyük sevabı ve onunla amel edenin sevabı onun olacaktır.” (İhya-u Ulûm-id Din 1/8-9; Et-Tergib Vet-Terhib – Menzerî 1/98; El-Feth-ül Kebir 1/364; Râmuz-ül Ehadîs sh: 413)
Yukarıdaki Üstad’dan yadigâr hadîs bizim için Risâle-i Nûr derslerine gitmemiz ve Risâle-i Nûr okumalarımızın ne kadar önemli olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Elimizdeki ilm-i imâni ve tahkîkî derslerinin kıymetinin ve değerini bilmemiz için bu hadîs inşallah hepimize Risâle-i Nûr eserlerinin mahiyeti noktasında çok büyük bir şevk ve gayret verir kanaatindeyiz. O ders mekânlarında bulunmak ve o hakîkatleri yaşayıp, anlatmanın gayreti içinde oluruz inşallah.
Risale-i Nurdan bir mektup:
Risale-i Nur bir ibrişimdir ki, kâinat ve kâinattaki mevcudatın tesbihatları onda dizilmiştir…
Risale-i Nur lütf-ü Yezdan, kemal-i iman, tefsir-i Kur’ân ve bereket-i ihsandır…
Risale-i Nur, kâfire hazân, münkire tufan; dalâlete düşmandır…
Risale-i Nur bir kenz-i mahfî ve bir sandukça-i cevher ve menba-ı envardır…
Risale-i Nur hakaik-i Kur’ân ve mirâc-ı imandır…
Risale-i Nur bir bahr-i hakaik ve bir sırr-ı dekaik ve kenzü’l-maarif ve bahrü’l-mekârimdir… (Emirdağ Lahikası)
Zübeyir Gündüzalp “İlimlerin şahı ve padişahı iman ilmidir.” buyurur. Hadiste geçen “Kim ilimden bir bab bir mesele öğrenirse” ibaresine Üstad Bediüzzaman “Yani İlm-i iman ve tahkikten” diye şerh düşmüştür. Bu konuda başka rivayetler de vardır ki Peygamberimize (asm) sorulmuştur “Amellerin en faziletlisi hangisidir?” diye. Peygamberimiz (asm) “Allah’ın isim ve sıfatları ile tanımaktır.” şeklinde cevap vermiştir. Soruyu soran “Biz ilmi sorduk ameli değil…” deyince Peygamberimiz (asm) “Allah’a iman ile olan amel fayda verir, imansız amelin faydası yoktur. Allah’ı tanıyan bir arif-i Billâh’ın iki rekât namazı Allah’tan gafil birinin bin rekâtından daha değerlidir.” (İmam-ı Gazali, İhya, 1: 46, 52.) buyurmuşlardır. Bu izahların da ışığında İman-ı tahkikiden bir meselenin inkişafı bin rekât nafile namazdan daha değerli olduğu anlaşılmaktadır. Yine iman-ı tahkiki ile ilgili bir meseleyi başkasına anlatarak onun imanda terakkisini sağlamak veya bir şüphesini gidermek aynı şekilde faziletli ve sevaplıdır.
17) مَنْ طَلَبَ بَابًا مِنَ الْعِلْمِ لِيُحْيَى بِهِ اْلاِسْلاَمَ كَانَ بَيْنَهُ وَ بَيْنَ اْلاَنْبِيَاءِ دَرَجَةٌ
“Kim ki İslâmı ihyâ etmek niyetiyle ilimden bir bâb tahsil ederse, onun derecesiyle peygamberlik derecesi arasında, yalnız bir kalmış olur.” (Câmi’-i Beyan-il îlm – Ibn-i Abd-il Berr 1/30, 38 ve 115; Râmuz-ül Ehadîs sh: 429, aynı metinle îbn-ü Neccar’dan nakil…)
Ne büyük bir bahtiyarlık değil mi? İlâ-i kelimetullah için ilimden bir bab tahsil etmek peygamberlik derecesi ile bir derece kalmasını beyan eden Efendimiz(asm) ne mükemmel bir müjde vermiş bizlere. Bu müjdeye kavuşmak için Kur’ân ilmi olan Risâle-i Nûrlardan ilim tahsil etmek ve bu ilmi muhtaç olan gönüllere ulaştırmak, bu hadîsteki müjdeye bizleri kavuşturacaktır inşallah. Çünkü Risâle-i Nûrlar imân ilimlerini bünyesinde toplamış ve bu asrın insanlarına en tesirli ders-i Kur’ânidir.
Peygamberlerin vasıflarından birisi ve en önemlisi “Tebliğ” görevidir. Tebliğ Kur’ân-ı Kerîmde “Peygambere düşen görev ancak tebliğdir.” (Maide Sûresi, 5: 92; Ankebut Sûresi, 29: 18; Tegabün Sûresi, 64: 12.) Âyeti ile en önemli vazife sayılmıştır. Tebliğin amacı yüce Allah’ın insanlara mesajını iletmek, emir ve yasaklarını öğretmek ve yaşanmasını sağlamaktır. “Âlimlerin peygamberlerin varisi” (Tirmizî, İlim, 19.) olması “Tebliğ” görevi yönüyledir. Bu sebepten dolayı peygamberimiz (asm) “Kim İslâmı ihya etmek amacı ile ilimden bir bab tahsil eder öğrenir ve öğretirse peygamberle kendi arasında bir derece kalmış olur” buyurmuş ve değerini anlatmıştır.
18) لاَ يَجْتَمِعُ اَرْبَعَةٌ فِى الْمُؤْمِنِ اِلاّ اَوْجَبَ اللّهُ بِهِنّ الْجَنّةَ : اَلصِّدْقُ فِى اللِّسَانِ وَ السّخَاءُ فِى الْمَالِ وَ الْمَوَدّةُ فِى الْقَلْبِ وَ النّصِيحَةُ فِى الْمَشْهَدِ وَ الْمَغِيبِ
“Bir mü’minde dört şey, dört ahlâk içtimâ ettiği zaman Cenâb-ı Hak, o dört ahlâkıyla ona cenneti vâcip etmiş olur.
1.Lisanında SIDK. ( Doğruluk. Yâni yalan söylememek.)
2. Malda SEH. (Yâni cömertlik.)
3. Kalpte meveddet, SEVGİ.
4. Hazırda ve gaybda olanlara NASİHAT etmek.” (Müstedrek-ül Hâkim 4/314; Râmuz-ül Ehadîs sh: 483; Levami-ül Ukûl Şerh-i Râmuz-ül Ehadîs 5/123)
Lisanında SIDK. ( Doğruluk.Yâni yalan söylememek.)
Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. Urvetü’l-vuska sıdktır. Yani, en muhkem ve onunla bağlanacak zincir, doğruluktur. Yani, yol ikidir, üç değildir. Ya doğru, ya yalan, ya sükût değildir. Evet, her söylediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek doğru değil. Bazan zarar verse sükût etmek… Yoksa yalana hiç fetva yok. Her söylediğin hak olmalı; fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yok. Çünkü hâlis olmazsa su-i tesir eder, hak, haksızlıkta sarf olur.(Hutbe-i Şâmiye )
Malda SEH. (Yâni cömertlik.)
Müslüman cömert olmalıdır. İnfak Müslümanlara Kur’an’da emredilen bir hükümdür. Efendimiz(asm) “Hz. Ebü Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Sehâvet sahibi Allah’a yakındır, insanlara yakındır, cennete yakındır, cehennemden uzaktır. Cimri ise Allahtan uzaktır, insanlardan uzaktır, cennetten uzaktır, cehenneme yakındır. Câhil sehâvet sahibini Allah, cimri ibadet düşkününden daha çok sever.”( Tirmizî, Birr 40, (1962).) buyurmuştur.
Kalpte meveddet, SEVGİ.
“Muhabbet şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır, hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan kâinatın en câmi bir meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc edilmiştir. İşte, şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir.” (Yirmi Dördüncü Söz) “Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır.” (Hutbe-i Şâmiye)
Hazırda ve gaybda olanlara NASİHAT etmek .
Ey sevaba hırslı ve a’mâl-i uhreviyeye kanaatsiz insan! Bazı peygamberler gelmişler ki, mahdut birkaç kişiden başka ittibâ edenler olmadığı halde, yine o peygamberlik vazife-i kudsiyesinin hadsiz ücretini almışlar. Demek hüner, kesret-i etbâ’ ile değildir. Belki hüner, rıza-yı İlâhîyi kazanmakladır. Sen neci oluyorsun ki, böyle hırsla “Herkes beni dinlesin?” diye, vazifeni unutup vazife-i İlâhiyeye karışıyorsun? Kabul ettirmek, senin etrafına halkı toplamak Cenâb-ı Hakkın vazifesidir. Vazifeni yap, Allah’ın vazifesine karışma… (Yirminci Lem’a)
Dinin amaçlarından birisi de “Ahlak-ı Hamide” denen herkeşçe övülen ve sevilen güzel ahlakı fert ve topluma hakim kılmaktır. Güzel huyların en önemlileri “Doğruluk, cömertlik, muhabbet ve hayırhah olmaktır.” Doğruluk İslamiyetin üssülesasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyenin mizacıdır.” “Muhabbet, uhuvvet ve sevmek İslamiyetin mizacıdır, rabıtasıdır.” (Eski Said Dönemi Eserleri, 344, 346.) Cömertlik ise en güzel haslettir. Din ise nasihatten ve herkese hayırhah olmaktan ibarettir. Yani, herkesin iyiliğini istemektir. Bu nedenle bir mü’minde bu dört haslet bulunursa peygamberimiz (asm) “Ona Cennet vaciptir.” buyurmuşlardır.
19) يَكُونُ فِى اَحَدِ الْكَاهِنِينَ رَجُلٌ يُدَرِّسُ الْقُرْآنَ (يعنى يُدَرِّسُ حَقِيقَةَ الْقُرْآن) دِرَاسَةً لاَ يُدَرِّسُهَا اَحَدٌ يَكُونُ بَعْدَهُ
“Kâhinlerden birisi gelecek, Kur’an’ı (Kur’an’ın hakikatlarını) öyle bir tarzda ders verecektir ki, ondan sonra, onun gibi o ders ve talimi veren olmayacaktır.” (Kâhin: Hadisin metnindeki kâhinden murad, Allah-u alem, ilhâma mazhâr, gaybî umuru veyâhut gizli kalmış esrârı veyâhut mestur olan Hakaik-ı Kur’aniyyeyi ilhâm-ı ilâhi ile ders verecek birisi demektir. Bu ise, gaybî ve istikbâlî bir işâret, bir ihbâr-ı Nebevîdir.) (Müsned-i Ahmed 6/11; Râmuz-ül Ehadîs sh: 518; Müsned-i Ahmed, Taberanî, Beyhakî’nin Es-Sünen ve Ibn-i Asakir’den nakil; Mu’cem-üt Taberanî El-Kebir 22/518 ve 594)
Bu hadis-i şerifi Üstad hazretleri hadisi bilmana olarak almış ve izahatını da kendisi parantez içlerine yapmıştır. Zuhuru perde olmuş zuhura, Gözü olan delil ister mi Nûra…
Umum müçtehidler “Mütekellimînden birisi gelecek, hakaik-ı imaniyeyi ve bütün mesâili vâzıh bir surette beyan edecek” diye müjdelerini, Risale-i Nur, hâdisât-ı âlem ile ispat etmiş. Hem bütün her asırda gelen mebuslar, velîler keşfiyatlarında, “Birisi gelecek, şarktan bir nur zuhur edecek” diye Risale-i Nur’un şahş-ı manevîsini ve Üstadımın şahs-ı mânevîsini ve talebelerin şahs-ı manevîsini görüp, bütün ümmet-i Muhammed’e (a.s.m.) Risale-i Nur’un faziletini, ehemmiyetini, kıymetini ve emr-i Peygamberî ile bütün ümmet virdlerinde azâb-ı kabirden ve âhirzamanda gelecek fitneden, Deccalın şerrinden istiaze etmelerini ve yapacağı maddî ve mânevî tahribatını Risale-i Nur tamir yaptığını görmüşler…
Mütekellimin, Kelâm uleması demektir. Kelâm ilmi ise İslâm inanç ve akaidini öğreten, savunan ve ehl-i küfür ve nifakın itirazlarına cevap veren bir ilimdir. Kelâm ilmi “Usulü’d-Din” denen dinin esası ve temeli olan “İman İlmidir” ki mütekaddimin, yani Selef-i Salihin bu ilme “Fıkh-ı Ekber” demişlerdir. Hasen-i Basri, İmam-ı Azam, İmam-ı Şafi, Maturudi ve Eş’arinin bu konuda te’lifatı vardır. Onlar bu ilmi asıl ve esas, ibadet ve ahkâm ve ahlâka ait bilgileri ise “Furuat-ı İslâmiye” olarak tasnif etmişlerdir. Furuat, teferruat anlamında değil, İmanın gereği olan İbadet ve Muamelat’a ait farz ve vacip olan emirler ve nehiyler demektir. Ahir zamanda farzlar terk edilip, haramlar işlendiği ve hücumun doğrudan İmana yöneldiği bir zamanda Peygamberimiz (asm) “İman hakikatlerini aklî ve ilmî delillerle izah ve ispat ederek ehl-i küfür ve nifakı susturup öldürecek bir âlimin gelerek İman hakikatlerini yeniden kalplere ve gönüllere hâkim kılacağını haber vermiştir. Bu âlimin Bediüzzaman ve telifatının da Risale-i Nur olduğu gün gibi açıktır. Nitekim Peygamberimiz (asm) bir başka hadislerinde “Ahir zamanda ilim kalkar ve cehalet yayılır. O zaman neslimden Mehdi gelir de ilmi yeniden ihya eder, ölmüş olan dini yeniden diriltir.” (Tirmizi, İlim, 5; İmam-ı Rabbanî, Mektûbât 1:234.) buyurmuşlardır.
20) اِذَا جَاءَ الْمَوْتُ لِطَالِبِ الْعِلْمِ وَ هُوَ عَلَى هذِهِ الّحَالَةِ مَاتَ وَ هُوَ شَهِيدٌ
“Bir ilim talebesi ilim tahsil etmekteyken ölüm ve ecel gelse, vefât etse şehiddir.” (Mişkât-ül Masabih 1/83 hadîs no: 249; îhya-u Ulûm-id Din 1/99)
Cenâb-ı Erhamürrâhimîne hadsiz şükür olsun ki; bu acip zamanda ve garip yerde, talebe-i ulûmun kıymetli şerefini ve ehemmiyetli hizmetlerini kazanmayı sizler vasıtasıyla bizlere de müyesser eyledi. Ehl-i keşf-i kuburun müşahedesiyle, müteaddit vâkıatla, tahsil-i ulûm ânında vefat eden bazı müştak ve ciddî bir talebe-i ulûm, şehidler gibi kendini hayatta ve kendi dersiyle meşgul görüyor.
Hattâ meşhur bir ehl-i keşf-i’l-kubur, vefat eden ve ilm-i sarf ve nahvi okuyan bir talebenin kabrinde Münker, Nekir’e nasıl cevap verecek diye murakabe etmiş. Ve müşahede edip işitmiş ki, melek-i suâl, ondan sordu. “Men Rabbûke? Senin Rabbin kimdir?” dediği zaman, o nahv dersiyle iştigal ederken vefat eden talebe, o meleğin cevabında demiş: “Men mübtedâdır, Rabbûke onun haberidir.” Nahiv ilmince cevap vermiş, kendini medresede zannetmiş.
İşte bu vâkıaya muvafık olarak, ben merhum Hâfız Ali’yi aynen hayattaki gibi Risale-i Nur’la meşgul olarak en yüksek bir ilimde çalışan bir talebe-i ulûm vaziyetinde ve tam şehidler mertebesinde ve tarz-ı hayatlarında biliyorum ve o kanaatle ona ve onun gibi Mehmed Zühdü’ye ve Hâfız Mehmed’e bazı dualarımda derim: “Yâ Rabbî! Bunları kıyamete kadar Risale-i Nur kisvesinde hakaik-i imaniye ve esrar-ı Kur’âniye ile kemâl-i ferah ve sevinçle meşgul eyle. Âmin. İnşaallah.”(On Üçüncü Şua)
Şehitlik Allah yolunda mücadele ederken vefat eden kimseye Allah’ın verdiği manevî ve uhrevî bir makamdır. Allah yolunda olmak Allah rızasını kazanmak amacı ile Allah’ın dinine yardımcı olmak, yasaklarından kaçmak, farzlarını eda etmek, imana ve Kur’ân’a hizmet etmek için çalışmak, helâl kazanç peşinde koşmak, anne-babaya hizmet etmek gibi Allah’ın emirleri dairesinde çalışırken eceli gelip vefat edenlere Allah’ın verdiği bir mükâfattır. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri “Beş nevi hayat tabakasını” izah ettiği Birinci Mektupta “Dördüncü Tabaka-i Hayat” olarak “Şüheda hayatını” izah eder ve “Nass-ı Kur’ân ile şühedanın ehl-i kuburun fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır.” der. (Mektubat, 17.) “Şehit kendini hayy bilir.” (Mektubat, 803.) buyurur. Şehitler kendilerini ölmüş bilmiyorlar ve ölüm acısını tatmazlar. Daha iyi bir hayata geçtiklerini düşünürler. Şehitlik sadece savaşta ölenler için değil, Allah yolunda ölenlerin tamamını kapsar. Ancak savaşta ölenlere hem dünya hem ahiret şehidi denir ve kanlı elbiseleri ile gömülürken, Allah yolunda çalışırken ölenlere manevî şehit ve ahiret şehidi denir. Onların mükâfatı savaşta ölenler gibidir, ancak yıkanır, kefenlenir ve normal vefat edenler gibi muamele görürler, ancak şehit sevabını alırlar. Allah için ilim tahsil ederken vefat edenler hadis-i şerife göre böyle manevî şehittirler.
21) اَفْضَلُ الْعِلْمِ اَلْعِلْمُ بِاللّهِ (اى اْلاِيمَانِىّ) قَلِيلُ الْعَمَلِ يَنْفَعُ مَعَ الْعِلْمِ وَ كَثِيرُ الْعَمَلِ لاَ يَنْفَعُ مَعَ الّجَهْلِ
“Kur’an’ın hamelelerine ikrâm, hürmet ediniz.” (Kur’an’ın hameleleriyse, ya Kur’an’ı hıfzedenlerdir, veyâhut Kur’an’ın hakikatlarını yaşayanlardır.) (Nevarid-ül Usûl – Hâkim-i Tirmizî sh: 382; İhya-u Ulûm-id Din 1/7)
Risale-i Nurdan açıklama: Evet, nasıl ki beşer bir ümmettir; kelâm sıfatından gelen şeriat-i İlâhiyenin hameleleri, mümessilleri, mütemessilleridir. (Yirmi Dokuzuncu Söz)
Onun için ben onları tebrik ediyorum. Siz de onları tebrik ediniz, dua ediniz. (Emirdağ Lâhikası)
Onların hallerini yazın ve hürmet ve selâmlarımı tebliğ ediniz; meşkûr olurum. (Tarihçe-i Hayat – Isparta Hayatı)
Kur’ân’ın hameleleri Bediüzzaman’ın hadis-i şerifin şerhine yazdığı gibi hafızlar ile Kur’ân’a hizmeti amaç edinenlerdir. Bunlar da İman ve Kur’ân hizmeti yapanlardır. Hizmetler içinde en değerli hizmet Kur’ân’a hizmet etmektir. Kur’ân’a hizmet edenler çok büyük saygı ve hürmete lâyıktır. Bu hadis bize bunu ihtar etmektedir..
22) اَكْرِمُوا حَمَلَةَ الْقُرْآنِ
“Ulemâya hürmet ediniz, ikrâm ediniz. Çünkü ulemâ, peygamberlerin vârisidir.” (Râmuz-ül Ehadîs sh: 81, uzun bir hadîsden bir parça olarak, Ebu Mensur-u Deylemî’den nakil; Müsned-ül Firdevs 1/74 hadîs no: 220; Cem’-ül Cevami’ – Suyutî hadîs no: 4089; Keşf-ül Hafâ 17169)
Bediüzzaman, yarım asırdan fazla o mukaddes cihadı ile bütün ömrü boyunca bu çetin yolda yürüyen ve karşısına çıkan binlerle engeli bir yıldırım sür’atiyle aşan ve Peygamberlerin vârisi olan bir âlim olduğunu amelî bir surette ispat eden bir zattır.
Kendisinin ilmî, ahlâkî, edebî, birçok fazilet ve meziyetleri arasında, beni en çok meftun eden şey, onun, o dağlardan daha sağlam, denizlerden daha derin, semalardan daha yüksek ve geniş olan imanıdır.
Rabbim, o ne muazzam iman! O ne bitmez ve tükenmez sabır! O ne çelikten irade! Hayal ve hatıralara ürpermeler veren bunca tazyik, tehdit, tâzip ve işkencelere rağmen, o ne eğilmez baş, ne boğulmaz ses ve nasıl kısılmaz nefestir! (Tarihçe-i Hayat)
Bütün semavî kitapların ve bilumum peygamberlerin yegâne dâvâları olan “Hâlık-ı Kâinatın ulûhiyet ve vahdaniyetini ilân” ve bu büyük dâvâyı da ilmî, mantıkî ve felsefî delillerle ispat eylemektir.(Tarihçe-i Hayat)
Âlimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberin sünnetine hizmet ederler. Dinin ihyası sünnetin ihyasıdır. Peygamberimizin (asm) sünnetini ihya edenler Peygamberimizin (asm) varisidir. Bu sebeple sünneti ihya eden âlimlere hürmet peygambere hürmet sayılır. Bir âlim “Bu Allah’ın emri, Peygamberimizin (asm) sünneti” derse ona uymak vaciptir. Bu benim görüşüm derse ona itibar etmek gerekmez.
23) اَكْرِمُوا الْعُلَمَاءَ فَاِنَّهُمْ وَرَثَةُ اْلاَنْبِيَاءِ
“İlmin efdali imân ilmidir. Bu ilimle az olan amel, ilim ile olduğu için menfâât verir. Fakat çok amel cehil ile olsa menfââtsizdir.” (El-Feth-ül Kebir 1/226 îbn-i Asakir’den nakil., vc 17227 Hatib-i Bağdadiden nakil; Râmuz-ül Ehadıs sh: 81 Hatib-i Bağdadî ve Deylemî’den nakil; Müsned-ül Firdevs 1/76; Keşf-ül Hafâ 1/172; Muhtar-ül Ehadîs sh: 27 İbn-i Ebi-d Dünya’dan nakil…)
Konferanstan Açıklama:
Bu asırda din ve İslâmiyet düşmanları, evvelâ imânın esaslarını zayıflatmak ve yıkmak plânını, programlarının birinci maddesine koymuşlardır. Hususan bu yirmi beş sene içinde, tarihte görülmemiş bir halde münâfıkane ve çeşit çeşit maskeler altında imânın erkânına yapılan suikastlar pek dehşetli olmuştur, çok yıkıcı şekiller tatbik edilmiştir.
Halbuki, imânın rükünlerinden birisinde hâsıl olacak bir şüphe veya inkâr, dinin teferruatında yapılan lakaytlıktan pek çok defa daha felâketli ve zararlıdır. Bunun içindir ki; şimdi en mühim iş, taklidî imânı tahkikî imâna çevirerek imânı kuvvetlendirmektir, imânı takviye etmektir; imânı kurtarmaktır. Herşeyden ziyade imânın esasatıyla meşgul olmak kat’î bir zaruret ve mübrem bir ihtiyaç, hattâ mecburiyet haline gelmiştir. Bu, Türkiye’de böyle olduğu gibi, umum İslâm dünyasında da böyledir.
Evet, temelleri yıptarılmış bir binanın odalarını tamir ve tezyine çalışmak, o binanın yıkılmaması için ne derece bir fayda temin edebilir? Köklerinin çürütülmesine çabalanan bir ağacın kurumaması için, dal ve yapraklarını ilâçlayarak tedbir almaya çalışmak, o ağacın hayatına bir fayda verebilir mi?
İnsan, saray gibi bir binadır, temelleri erkân-ı imâniyedir. İnsan, bir şeceredir, kökü esâsât-ı imâniyedir.
İmânın rükünlerinden en mühimmi, imân-ı billâhdır, Allah’a imândır. Sonra nübüvvet ve haşirdir. Bunun için, bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim, imân ilmidir. İlimlerin esası, ilimlerin şâhı ve padişahı, imân ilmidir.
İmân, yalnız icmalî bir tasdikten ibaret değildir. İmânın çok mertebeleri vardır. Taklidî bir imân, hususan bu zamandaki dalâlet, sapkınlık fırtınaları karşısında çabuk söner. Tahkikî imân ise sarsılmaz, sönmez bir kuvvettir. Tahkikî imânı elde eden bir kimsenin, imân ve İslâmiyeti dehşetli dinsizlik kasırgalarına da mâruz kalsa, o kasırgalar bu imân kuvveti karşısında tesirsiz kalmaya mahkûmdur. Tahkikî imânı kazanan bir kimseyi, en dinsiz filozoflar dahi bir vesvese veya şüpheye düşürtemez.(Konferans)
İlmin amacı Allah’ı tanıtmaktır. Zira Allah kainatı kendisini tanıtmak amacı ile yaratmıştır. Kainatta Allah’ı tanıyacak olan şuurlu varlık ise insandır. Zira insana aklın, irade ve ilmin verilmesi Allah’ı tanımak ve ona itaat etmek içindir. Bu nedenle yaratılış amacını gerçekleştiren iman ilmi ilimlerin efdali, şahı ve padişahıdır. Diğer bütün ilimler Allah’ın bir isminin ayinesi olduğu için o ismin aynasında mü’minin imanına güç verir. Allah’ı bilen ve tanıyan bir arifin iki rekat namazı Allah’tan gafil bir aminin bin rekat namazından hayırlıdır denilmiştir. Dolayısıyla Allah’ı bilen birinin ihlaslı sırf Allah rızası için olan az ameli ona fayda verirken, gafilin başka amaçları gaye edinerek yaptığı çok amelinin faydası yoktur. Hadis bunu veciz bir şekilde ifade etmektedir.
24) اِنّ اللّهَ عَزّ وَ جَلّ لَيَبْتَلِىَ الْعَبْدَ الْمُؤْمِنَ وَمَا يَبْتَلِيَهُ اِلاّ لِكَرَامَتِهِ عَلَيْهِ
“Cenâb-ı Allah (C.C), mü’min kulunu tecrübe ve imtihan için, musibet ve belaya giriftâr eder. Fakat, O’nun bu iptilâi ve denemesini, o mü’min kulunun üstünde kerâmât ve ikrâmını izhâr içindir.” (El-Feth-ül Kebir 1/352, İmanı-ı Hâkim’in El-Künye eserinden)
Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder, vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuttan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider. (İkinci Lema)
Hem yüzer tecrübenle, ey sabırsız nefsim, kat’î kanaatin gelmiş ki, zahirî musibetler altında ve neticesinde inayet-i İlâhiyenin çok tatlı neticeleri var. (Said Nursi)
Musibet iltifatat-ı rahmanidir. (Said Nursi)
Dünya imtihan dünyasıdır. Yani insanın başına gelen hayır ve şer, nimetler ve sıkıntılar onun için birer imtihandır. Onun derecesini ve sevabını artırır ve Allah’a yaklaştırır. Peygamberimiz (asm) bir başka hadisinde “Mü’min daima kârdadır. Allahtan bir nimet gelir ona şükreder, bu onun için hayırdır. Bir musîbete giriftar olur ve şükreder bu da onun için hayırdır.” (Müslim, Zühd, 64; Dârimi, Rikâk, 61.) buyurmuşlardır. Zira şükür de sabır da ibadettir ve Allah rızasına sebeptir. İnsanın başına gelen musibetler onu istidat ve kabiliyetlerini daha çok inkişaf ettirir. Fazilet bela ve musîbetlere sabretmekle kazanılır. Sabır, cesaret, doğruluk, istikamet, yardımseverlik, ihsan gibi güzel huylar ve faziletler hep sıkıntı, bela ve musîbetlerle kazanılan güzel hasletlerdir.
25) اِنّ السّعِيدَ لَمَنْ جُنِّبَ الْفِتَنَ وَ لَمَنِ ابْتُلِىَ فَصَبَرَ فَوَاهًا ثُمّ وَاهًا
“Said, fitnelerden uzak kalmış kimse, musibet ve fitneye giriftâr olduğu hâlde, sabreden kimsedir. Böyle adam ise, çok garip ve pek nâdirdir.” (Cem’-ül Fevaid 2/710 Ebu Davud’dan nakil; Müsned-ül Firdevs 1/200; Mişkât-Ül Masabih 3/11 hadîs no: 5405; Feyz-ül Kadir 2/345 hadîs no: 2009; Râmuz-ül Ehadıs sh: 100 bir kaç kaynaktan nakil; Mu’cem-üt Taberanî El-Kebir 20/598)
Hadis-i Şerif meali: “Said.. Said.. Said fitnelerden muhafaza edilendir. Üç defa tekrar buyurulmuştur. O ibtilâ olunur ve sabreder. İşte O zayıf ve sakalsızdır… Sonra O zayıf ve sakalsız kelimesinin birçok mânâları olup, burada Hadis-i Şerifin insan riyazesinde ima edilen husus nazar-ı itibara alınmıştır. (Tılsımlar Mecmuası)
“İnne’s saide lemen cennebe’l fiten” cümle-i cemîlesi Hadis-i Şerif’te üç def’a tekrar nazar-ı dikkati bu ism-i pâk’in sahibine şiddetle tevcih etmekte olduğu gibi; O zâtın icrâ-yı faaliyette bulunacagı tarihleri ve ilminin hükümranlıgı tarihleri aynen göstermektedir: 1902-1952-2002. Kezâ maddeten zayıf olacağı ve sakalsız bulunacağının da Hadis-i Şerif’in son fıkraları göstermektedir. (Tılsımlar Mecmuası)
Bu hadisin bir özel bir de genel anlamı vardır. Genel anlamı ile fitne ve musîbetlere giriftar olduğu halde bu fitnelerden istikametini kaybetmeden, ümitsizliğe düşmeden Allah yolunda mücadele edenlerin dünya ve ahirette “Said” olacağı ve Allah’ın rızasını kazanıp saadete ereceğini müjdelemektedir. Özel anlamı ile ahir zamanda fitne ve fesadın her yere yayıldığı “helâket ve felâket asrında” o fitneleri çıkaran dehşetli şahıslarla ve fitnelerle mücadele ederek ehl-i imana istikamet veren kimsenin “Said” isminde biri olduğunu da ima eder. Zaten hadisin son cümlesi “Böyle adam çok garip ve pek nadirdir” ifadesi bunu açıkça ifade etmektedir. Bir başka hadiste Peygamberimiz (asm) “İslâm garip geldi sonunda yine garip hale gelecektir, ne mutlu o gariplere!” (Müslim, İman, 232; Tirmizi, İman, 13; İbn-i Macei Fiten, 15.) buyurmakta ve fitne zamanından ve özellikle ahir zamanda kurtulanların çok az olacağı ve toplumda garip karşılanarak garip kalacağı haber verilmiştir.
26) اِنّ الْفِتْنَةَ تَجِىءُ فَتَنْسِفُ الْعِبَادَ نَسْفًا وَ يَنْجُو الْعَالِمَ عَنْهَا
“Muhakkak fitne gelmektedir. İbâdı (insanları) parça parça edecektir. Ancak âlimler ondan kurtulurlar.” (El-Feth-ül Kebir 1/315 Hilyet-ül Evliya’dan nakil; Râmuz-ül Ehadîs sh: 105; Feyz-ül Kadir 2/377 hadîs no: 2081)
Peygamberimiz (asm) ümmetine olan şefkat ve merhametinden dolayı ümmetinin başına gelecek fitne ve musibetleri haber vermiş ve uyarmıştır. Bediüzzaman “Asıl musibet ve muzır musibet dine gelen musibettir.” (Lem’alar, 27.) Diğer musibetler sabretmek şartıyla musibet değil, belki mü’minin imanını ve sevabını artırmaya vesile olduğu için musibet sayılmaz. Ancak dine gelen musibet bid’a ve dalalet fikirleri, imana ve islama verilen zararlar, şüphe ve vesveseler gerçek musibettir. Bu insanı imandan ve dinden mahrum eder, ahiretini ve ebedî saadetini mahveder. Peygamberimiz (asm) işte bu nevi fitne ve musibetleri haber vermekte ve kurtuluş çarelerini de göstermektedir.
27) اِنّهُ سَيُصِيبُ فِى آخِرِ الزَّمَانِ بَلاَءٌ شَدِيدٌ وَلاَ يَنْجُو مِنْهُ اِلاّ رَجُلٌ عَرِفَ دِينَ اللّهِ فَجَاهَدَ عَلَيْهِ بِلِسَانِهِ وَ قَلْبِهِ فَذلِكَ الّذِى سَبَقَتْ لَهُ السّوَابِق
“Ahir zamanda, şiddetli ve dehşetli bir belâ gelecek. Herkese isâbet edecek. Ondan kurtulan olmaz. Ancak Allah’ın dinini bilen ve ona göre lisânıyla ve kalbiyle mücâhede eden bir adam kurtulacak. O ise, ona geçmişlerin mesleği sebkât etmiştir. Bir de, Allah’ın dinini bilip, tasdik eden birisi kurtulacak.” sebkât: Geçmek, ilerlemek. (Râmuz-ül Ehadîs sh: 141 Ebu Nasr-i Siczî’nin El-ibane eserinden, Ebu Nuaym’in Hilyet-ül Evliyasından nakil…)
Risale-i Nurlardan Açıklama:
Ehâdis-i şerifede gelmiş ki: “Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhâs-ı müdhişe-i muzırraları, İslâmın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek, az bir kuvvetle nev-i beşeri hercümerc eder ve koca âlem-i İslâmı esaret altına alır.” (Yirmi İkinci Mektup)
Âhirzamanda, dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:
Birisi: Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr edecek, Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı, Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine bağlanan ehl-i velâyet ve ehl-i kemâlin başına geçecek, Âl-i Beytten Muhammed Mehdî isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır. İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüt eden bir cereyan-ı nemrudâne, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, Ulûhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir. (On Beşinci Mektup)
Hazret-i Mehdînin cemiyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid’akârânesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyyeyi ihyâ edecek, yani âlem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi (a.s.m.) tahribe çalışan Süfyan komitesi, Hazret-i Mehdî cemiyetinin mucizekâr mânevî kılıcıyla öldürülecek ve dağıtılacak. (Yirmi Dokuzuncu Mektup)
“Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz.” (Süyûtî, el-Fethü’l-Kebîr: 1,15, 2:185, 3:9; el-Hâvî Li’l-Fetâva: 2:217)
Ahir zaman özellikle dine gelen musibet ve fitnelerin en yoğun olduğu dönemdir. Zira o dönemde bütün dinlere karşı çıkan ve “Din afyondur” diyen Materyalizm maddeye ezeliyet vererek ve sebeplere tesir vererek sihir gibi harika olan fen ve tekniği ile insanları büyüleyecektir. Herkes dünya hayatını ve saadetini kazanmak için gayret edecek ve din dünyanın saadetine engel gibi gösterilecektir. Bir diğer fitne ise “Nifak cereyanının başına geçecek olan” ve kendisini dindar gösterecek olan Süfyan cereyanı da mü’minleri dünyaya ve siyasete teşvik ederek dinini dünyaya alet edip ahiretini mahvedecektir. Böyle bir zamanda bu fitneden ancak Allah’ın dinini gerçek anlamda bilen ve kalbiyle yapılanları onaylamayan ve dili ile kalemi ile insanlara Allah’ın gerçek dinini öğreten kimse kurtulacaktır. Bir de Allah’ın dinini bilen ve anlatan kişiyi tasdik eden kimselerini kurtulacağını bu hadis-i şerif görmüş gibi haber vermektedir.
28) اَنَا اَجْوَدُ وَلَدِ آدَمَ وَ اَجْوَدُهُمْ مِنْ بَعْدِى رَجُلٌ عَلِمَ عِلْمًا فَنَشَرَ عِلْمَهُ يُبْعَثُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ اُمّةً وَحْدَهُ
“Benî demin en cömerti, en kerimi ve en sâhisi benim. Benden sonra, onların en kerimi, en cevâdı ise, bir recul, bir demdir ki; o dem (hususi) bir ilim bilecek ve o ilmini neşredecektir. Kıyâmet gününde müstakilen bir cemaat hâlinde baas olunacaktır.” (Et-Tergib Vet-Terhib – Menzerî 2/320; Câmi’-i Beyan-il llm -îbn-i Abd-il Berr 1/123; Mecma-uz Zevaid 1/166 ve 9/13; Müsned-ül Firdevs 1/130; El-Metalib-ül Âliye hadîs no: 3077 ve 3828; El-Feth-ül Kebir 1/476; Râmuz-ül Ehadîs sh: 163 bir kaç kaynaktan nakil; Şuab-ül îman – Beyhakî 4/394; Müsned-i Ebu Ya’lâ 5/176-177 hadîs no: 279, El-Kâmil Fid-Duafa’ – lbn-i Ady 1/3150; El-Mecruhîn – lbn-i Hibban 1/156-157; El-Leâlil Masnûa – Suyutî 1/206)
“Muhammed ümmetinin en hayırlısı ve sizin zorlukları gideren veliniz olan kimseye katılın.. O Mehdi’dir.” (Kitab-ül Burhan Fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman, s. 57)
“Devrinde yeryüzünün en hayırlısı kendisi olacaktır.” (El-Kavlu’l Muhtasar Fi Alamet-il Mehdiyy-il Muntazar, s. 27)
“Gelmesi vaad olunan Mehdi’nin dahi rabbı (terbiyesine gelen) ilim sıfatıdır.” (“Mektubat-ı Rabbani”, c. 1, 251. Mektup, s. 550, 554)
Cifr (Ebced) İlmini Bilmesi: Mehdi’nin vehbi ilme ait bir başka özelliği de ebced hesabını ve ona ait sırları bilmesidir. Taşköprülüzade Ahmet Efendi “Mevzuatu’l-Ulum” isimli eserinde (11/246) Mehdi’nin cifr ilmine vakıf olacağını kaydetmiştir: Bazıları dediler ki, bu kitabı kemal-i vukuf ahir zamanda hurucu muntazar Hz. Mehdi’nin hurucuna mevkuftur ki, onlar cifr ilmine vakıf ve sırlarına arif olurlar. Kitab-ı enbiyayı salifeden dahi bu ilim varid olmuştur. (Mehdilik ve İmamiye, s. 252)
Cömertlik verebilmektir. Malı olanın malından, ilmi olan ilminden vermesi cömertliktir. Cömertliğin en üst derecesi de hayatını dine vakfetmesi ve fi-sebilillah canını feda etmesidir. Bu sebeple şehitler
insanların en cömertleri sayılır. Bu vasıfların tamamı en mükemmel haliyle Peygamberimizde (asm) bulunduğu için insanların en cömerdi Peygamberimizdir (asm). Peygamberimizden (asm) sonra en cömerdi ise bütün hayatını iman ve Kur’ân hizmetine vermiş olan ve Kur’ân-ı
Kerîm’in en esaslı dâvâsı olan “Tevhit” hakikatini tarihte misli
görülmemiş bir ilimle insanlara anlatan Kur’ân Tefsiri Risale-i Nur Külliyatı’nın sahibi olan ve onun neşri ve “İman Dâvâsı” için bütün hayatını hapislerde ve sürgünlerde geçiren, on dokuz defa
zehirlenen, hiçbir zalime boyun eğmeyen ve ölümü hiçe
sayarak zulmünü, hunharlığını yüzüne haykıran
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleridir ki
Peygamberimiz (asm) onu haber vermektedir.
29) اَلاَ مَنْ تَعَلَّمَ الْقُرْآنَ وَ عَلَّمَهُ وَ عَلَّمَ مَا فِيهِ فَاَنَا لَهُ سَائِقٌ وَ دَلِيلٌ اِلَى الْجَنَّةِ
“Kur’an’ı öğrenen ve öğreten, içindeki hakaikını ders veren bilmiş olsunlar ki; kıyâmet gününde onların cennete girmelerine, sâik ve delil ben olacağım.” (El-Feth-ül Kebir 2/102 Buharî, Tirmizî, îbn-i Hanbel, Ebu Davud ve îbn-i Mace’den nakil; Râmuz-ül Ehadîs sh: 170; Şuab-ül îman – Beyhakî 4/490 ve 5/165)
Kur’anı öğrenen ve öğretenler özellikle içindeki hakikatleri ders verenler bilsinler ki kıyamet gününde onların cennete girmelerinin delili ben olacağım buyuruyor Efendimiz(asm).Bu müjde için Kur’anı öğrenen ve öğretenler ve de hakikatlerini ders verenler çok şükretmelidirler. İnşallah bu müjdeden Kur’anın hakikatlerini ders veren Üstadımız ve Nur talebeleri de hisesini alır ümidindeyiz. Ya Rabbi bizleri de bu müjdeden nasiptar eyle.Bizleri Efendimize(asm) komşu eyle.
Peygamberimizin (asm) en büyük dâvâsı Allah Kelâmı olan Kur’ân-ı Kerîm’deki ilâhî hakikatleri neşretmek ve insanların kalplerine iman hakikatlerini yerleştirmektir. Bu dâvâya yardımcı olana
Peygamberimizin (asm) büyük müjdesi vardır. Peygamberimizin (asm) iman dâvâsına yardımcı olan ümmetine “kıyâmet gününde onların cennete girmelerine, sâik ve delil ben olacağım.” buyurmuştur.
30) اِيّاكُمْ وَ الْبِدَعُ فَاِنّ كُلّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ وَ كُلّ ضَلاَلَةٍ تَصِيرُ اِلَى النّارِ
“Sakın bid’atlara yanaşmayınız. Çünkü, bütün bid’atlar dalâlettir. Bu dalâletler de, ceheneme dayanacaklardır.” (El-Feth-ül Kebir 1/465; Râmuz-ül Ehadîs sh: 177; Muhtar-ül Ehadîs sh: 47)
Risale-i Nurlardan Açıklama:
Öyle bir bid’alar devrindeyiz ki İslâmın,
Bir bülbülü, bir gülistanı kalmış Kur’ân’ın. (Barla Lâhikası)
Evet, Ramazan-ı Şerifte bid’aların ref’ine Ehl-i Sünnet ve Cemaatin ekseriyetle hâlis duası bir şart ve bir sebeb-i mühim idi. Maalesef camilere Ramazan-ı Şerifte bid’alar girdiğinden, duaların kabulüne sed çekip ferec gelmedi. (On Altıncı Lem’a )
Muhtelif nam ve vesilelerle, dinsizlik gayesiyle bid’alar çıkaranlara, kahir bir darbe-i kudret ve tavk-ı lânet;.. (Barla Lâhikası)
“O bid’alar ve acemî ve ecnebi hurufunun intişarı zamanı olan o ahirzamanın fena adamları bir kısım ülemaü’s-su’dur ki; hırs sebebiyle batınlarını haramla doldurmak için bid’alara yardım ve fetva verenlerdir.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî)
Bid’a, Kur’ân ve Sünnete aykırı fikir ve düşüncelerdir. Allah’ın emrine Peygamberimizin (asm) sünnetine aykırı fikirler, düşünceler ve adetler bid’a ve dalâlettir. Allah’ın emrinin uygulanmasını önleyen, sünneti
ortadan kaldıran ve onun yerine geçen her yenilik bid’adır. Her bid’a insanı dalalete sürükler, dalâletin sonucu ise cehennemdir. Bu sebeple cehenneme götürecek olan inanç ve amellerden uzak durmak gerekir. Peygamberimizin (asm)
ümmetine olan şefkat ve merhametinden ümmetini bid’alara karşı uyarmıştır.
31) لَيْسَ مِنّا مَنْ تَشَبّهَ بِغَيْرِنَا، لاَتَشَبّهُوا بِالْيَهُودِ وَلاَ بِالنّصَارَى
“Bizden gayrısına kendisini benzeten, bizden değildir. Sakın Yahudi ve Hıristiyanlara kendinizi benzetmeyiniz.” (Et-Tergib Vet-Terhib – Menzerî 3/434; Mişkât-ül Masabih hadîs no: 4649, 3/38; Feth-ül Barî Şerh-i Buharı 10/274; Müsned-ül Firdevs 3/415 hadîs no: 5270; Feyz-ül Kadir hadîs no: 7649; Tirmizî 2695)
Risale-i Nurlardan Açıklama:
S – Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur’ân’da nehiy vardır.
“Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin.” (Mâide Sûresi, 5:51.) Bununla beraber nasıl dost olunuz dersiniz?
C – Evvelâ: Delil kat’iyyü’l-metîn olduğu gibi, kat’iyyü’d-delâlet olmak gerektir. Halbuki tevil ve ihtimalin mecâli vardır. Zira, nehy-i Kur’ânî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir.
Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me’haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir.
Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan aynaları hasebiyledir. Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san’atı içindir. Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!
Saniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılâb-ı azîm-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhânı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin, şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhânı zapt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır. İşte bu dostluk, kat’iyen nehy-i Kur’ânîde dahil değildir. (Münazarat)
Yüce Allah peygamberlerini insanlara örnek olsun ve insanlar ona benzemeye çalışsın ve oun sünnetini yaşatsın diye örnek olarak göndermiştir. Yüce Allah Kur’an-ı Kerimde “Andolsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzab Suresi, 21.) buyurarak peygambere uymayı emretmiştir. Uyulacak, örnek alınacak ve sünneti ile amel edilecek olan peygamberdir. Ona benzemek yerine bir başkasına benzemeye çalışmak elbette Allah’ın öfkesini çeker. Bu nedenle kim bir kavme benzerse ondan sayılır. Hukema ayrıca “Kim bir kavmin sayısını artırırsa ondan sayılır” demişlerdir. Peygamberimiz (asm) özellikle Yahudi ve Hıristiyanlara benzemeyin diye bizleri uyarmaktadır.
32) اَفْضَلُ الْجِهَادِ كَلِمَةُ حَقٍّ عِنْدَ سُلْطَانٍ جَائِرٍ
“Cihâdın en efdali odur ki, eğri yolda olup, Hakka karşı mümânaat gösteren en cebbâr hükümdarlara, kumandanlara karşı hak söz söyleyendir.” (Feth-ül Barî Şerh-i Buharî 13/53; Kenz-ül Ummal 9/64; Müsned-ül Firdevs 1/359; Mu’cem-üt Taberanî El-Kebir 17/150 ve El-Evsat 2/1619; Ed-Duafa’-ul Kebir – Akilî 3/326; El-Kâmil Fid-Duafa’ – îbn-i Ady 2/861; Ed-Dürer-ül Münteşire sh: 16 Beyhakı’nin Şuab-ül iman eserinden naklederek., ve aynı hadîsin ayrıca Ebu Davud ve Tirmizî’de de mevcut olduğunu kaydetmiş; El-Feth-ül Kebir 1/208)
Yaşasın zalimler için Cehennem! Yaşasın zalimler için Cehennem!” (Tarihçe-i Hayat)
Ey beni bu belâya sevk edip bu hadiseyi icad eden mülhid zalimler! Madem ve herhalde, mânen ve maddeten beni idam etmeye niyet etmiştiniz. Neden umum mazlumların ve biçarelerin hukuklarını muhafaza eden adliyenin çok ehemmiyetli haysiyetini rahnedar edecek entrikalarla, dolaplarla, adliyenin eliyle yürüdünüz? Doğrudan doğruya karşımda merdane çıkıp, “Senin vücudunu bu dünyada istemiyoruz” demeliydiniz! (Tarihçe-i Hayat)
Bu hükûmet zaman-ı istibdatta akla husumet ederdi. Şimdi de hayata adavet ediyor. Eğer hükûmet böyle olursa, yaşasın cünun! Yaşasın mevt! Zalimler için de yaşasın Cehennem! Ben zaten bir zemin istiyordum ki, efkârımı onda beyan edeyim. Şimdi bu Divan-ı Harb-i Örfî iyi bir zemin oldu. (Divan-ı harbi-i Örfi)
İnsanda en mühim ve esaslı bir his, hiss-i havftır. Dessas zalimler, bu korku damarından çok istifade etmektedirler; onunla korkakları gemlendiriyorlar. Ehl-i dünyanın hafiyeleri ve ehl-i dalâletin propagandacıları, avâmın ve bilhassa ulemanın bu damarından çok istifade ediyorlar, korkutuyorlar, evhamlarını tahrik ediyorlar. (Yirmi Dokuzuncu Mektup)
33) اَفْضَلُ الْجِهَادِ اَنْ يُجَاهِدَ الرّجُلُ نَفْسَهُ وَ هَوَاهُ
“Cihâdın en faziletlisi, kişinin kendi nefsi ve hevâsına karşı mücâhade etmesidir.” (Müsned-ül Humeydî hadîs no: 752; El-Feth-ül Kebir 1/208; Feyz-ül Kadir 2/31)
Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir. (Divan-ı Harb-i Örfî)
Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı mânevîsidir. Mânevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dahilî âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Ve cihad-ı mâneviyenin en büyük şartı da vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır ki, “Bizim vazifemiz hizmettir; netice Cenab-ı Hakka âittir. Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.”
Ben de Celâleddin Harzemşah gibi, “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakkın vazifesidir.” deyip ihlâs ile hareket etmeyi Kur’ân’dan ders almışım. Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dahilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket, müsbet bir şekilde mânevî tahribata karşı mânevî, ihlâs sırrıyla hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dahildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak âsâyişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dahil ve hariçteki cihad-ı mâneviyedeki fark pek azîmdir. (Emirdağ Lâhikası)
Hz. Peygamber (asm) “Senin en zararlı düşmanın nefsindir.” (Acluni, Keşfu’l-Hafa, 143.) ifadesiyle, nefsin zararlarına dikkat çeker. “Pehlivan, rakibinin sırtını yere
getiren değil, öfke anında nefsine galip gelendir.” (Buhari, Edeb, 102.) diyerek, nefisle yapılacak mücadelenin zorluğunu bildirir. “Mücahid, nefsiyle cihad edendir.” (Tirmizi, Fedailu’l-Cihad, 2.) sözüyle de, nefis mücadelesinin bir cihad olduğunu anlatır. Tebük seferinden dönerken ashabına, “Küçük cihaddan, büyük cihada döndük.” (Acluni, K.Hafa, 1:424.) demesi, nefisle yapılan cihadın büyük bir cihad olduğunu ders verir. Bu hadislerle de anlaşıldığı gibi kişinin en önemli vazifesi kalp ve mide dairesindeki daimi hizmeti ve cihadıdır. Kişi nefsinin arzuları ile, heva ve hevesi ile mücadele etmedikçe hiçbir hayırlı ibadeti başaramaz. Bu sebeple en faziletli cihad nefsini yenmektir.[3]
Hazırlayan:
Abdülbâkî Çimiç
[1] Yeni Asya Araştırma Merkezi
[2] Yeni Asya Araştırma Merkezi
[3] Yeni Asya Araştırma Merkezi