Genç Osmanlılar hareketi olan Jön Türkler
Jön Türkler(Genç Türkler); batı tarzı yenileşme taraftarı olan Genç Osmanlılardır. Çok yönlü ve çok fikirli olan bu yapının ilk başlarda kendi değerlerini yitirme pahasına Avrupalılaşmaya çalıştıkları biliniyor. Özellikle bu yapının içinde bulunan farmasonların dine karşı lâubâli vaziyetleri de başka bir vakıadır. Daha sonra Jön Türler içinde bulunan ahrâr ve hürriyetperver şahsiyetler bunlardan ayrılacaklardır.
Jön Türkler kavramı, Avrupa’da Osmanlı Devletine karşı bir muhalefet hareketi örgütleyen Yeni Osmanlıları tanımlamak için Avrupalı bazı yazarlar tarafından kullanılan bir kavramdır. Jön Türkler’den Ali Suavi, “Civan Türk ya da Yeni Osmanlılar, Frenk mukallidi bir zümre değil, devleti yani idareyi tecdid edecek efkâr-ı cedideye sahib olanlar”[1] diye tanımlamıştır. Avrupa’ya eğitim ve diğer sebeplerden dolayı giden ve yenilikçi fikirler edinen Genç Osmanlılar, birçok fikir ve itikad farklılıklarına rağmen, genel olarak “Jön Türkler” olarak ifade edilmiştir. Hatta daha da öteye gidilerek, Abdülhamid ve uygulamalarına karşı çıkan bütün muhalifler, Jön Türk diye adlandırılmıştır. Yoksa bunları birbirine bağlayan genel bir ideolojiden bahsetmek çok güçtür. Abdullah Cevdet bir ateist iken, Mizancı Mehmet Murad Bey, dini hassasiyetleri ön planda olan bir şahsiyettir.[2] Önde gelen Jön Türkler arasında Abdullah Cevdet, Ahmet Rıza, Ahmet Niyazi, İshak Sükûti, Mahmut Celaleddin Paşa, Talat Paşa, Mizancı Mehmet Murat Bey, Dr. Nazım, Said Halim Paşa, Samipaşazade Sezai, Tunalı Hilmi ve Yusuf Akçura gibi isimler sayılabilir. Bu hareket daha sonraları, Ahmet Rıza ve Dr. Nazım Bey tarafından kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti ile siyasi mücadelesine devam eder.
İttihat ve Terakki, gerek temsil ettiği fikir ve gerekse mensupları bakımından mütecânis yapıda bir teşekkül değildir. Cemiyet’in bünyesinde bilhassa 1908 öncesinde çok farklı ve hatta birbirine tamamen zıt fikir ve zihniyete sahip insanlar yer almıştır. Jön Türkler içindeki birbirlerine muhalif bu grupların kendi aralarındaki mücâdeleleri zaman zaman Abdülhamid’le olan mücâdelelerinden daha sert olmuştur. Tarih içindeki kökleri, bir “meclis-i meşveret” kurularak siyasi iktidarın paylaşıldığı bir sistem talep eden Yeni Osmanlılar hareketine kadar uzanmaktadır.[3]
Jön Türler ayrışıyor
Namık Kemâl’in 1888’de vefat etmesiyle birlikte, bir ismi de “Osmanlı Hürriyetperverleri” olan Jön Türkler arasındaki ihtilâf su yüzüne çıkmaya başlar. Nitekim, bundan bir yıl sonra (1889) Askeri Tıbbiyeliler arasında gizli bir grup hareketinin teşekkül etmeye başladığı tespit edilir. Süreç içinde değişik isimler kullanan bu grup, nihayet 1902’de İttihat ve Terakki Cemiyeti şeklini alır. Gariptir ki, bu ismin ortaya çıkmasıyla birlikte, eski isimlerin hemen tamamına adeta sünger çekilir. Bundan sonra artık varsa-yoksa İttihat ve Terakki dillerde ve gündemde tutulur. Başlangıçta Mizancı Murad, Prens Sabahaddin gibi liberal ve hürriyetçi görüş sahiplerinin etkili olduğu bu cemiyet, özellikle Selanik kökenli dönmelerin merkezi yönetime sızmaya başlamasıyla birlikte bozulmaya yüz tutar. Bu cemiyette ayrışma ve bölünme, 1902’de Paris’te yapılan I. Jön Türk Kongresi’nden sonra iyice belirginleşir. Jön Türkler, İttihat-Terakki ile Ahrârlar olarak resmen ikiye ayrılır. Ahrâr grubun liderliğini Prens Sabahaddin ve Mizancı Murad Beyler, İttihatçıların liderliğini ise milliyetçi geçinen Rıza Bey yapmaya koyulur. Böylelikle, 1908’de su yüzüne çıkacak ve yıllar yılı rekabetkârâne devam edecek olan iki eksenli siyasi yapı, devlet ve millet hayatında kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlar. Bunlardan birincisi olan Ahrâr’ın en büyük dayanağı, iktidara gelmek için milletin hür iradesine dayanmak iken, İttihatçıların en büyük kozu ise, komitacılık mantığıyla devletin içine sızmak ve iktidar uğruna icabında güç kullanmaktan çekinmemektir. İşte, son yüz küsûr yıllık “Demokrasi ve darbeler tarihi”miz, bu iki temel anlayış ve iki eksen etrafında şekillenerek devam edegelmiştir. Bir üçüncü eksen olarak varlığını hissettiren ve günümüz tâbiriyle “Siyasal İslâm” anlayışı adına sergilenen hareketler ise, genelde hep darbelere, müdahalelere, kıyımlara bir gerekçe, bir malzeme mahiyetinde görülüp öyle de kullanılmaya çalışılmıştır.[4]
Jön Türler içindeki iki grup
İttihad-Terakki Cemiyeti ve Jön Türklükle ilgili olarak günümüzde dahi hâlâ ciddi bir kafa karışıklığı yaşanmaktadır. “Jön Türklük, II. Abdülbamid’in Kanun-u Esasi’yi yürürlükten kaldırmasından ve Meclis-i Mebusan’ı kapatmasından yaklaşık on yıl sonra Meşrutiyet rejimini istirdat (geri getirmek) için yürütülen mücadeleye; Jön Türk tabiri de, bu harekete katılanlara verilen isimdir.”[5] İstanbul’da idari ya da siyasi sistem hakkında hiçbir şekilde muhalefet etme imkânı ve zemini bulunmadığından Jön Türkler hep ülke dışına çıkarak, Kâhire, Paris ve Cenevre gibi yerlerde faâliyetlerini sürdürmüşlerdir. Liderliğini Ahmed Rıza, Mizancı Murad ve Prens Sabahaddin Bey gibi isimlerin yaptığı Jön Türk hareketi esas itibariyle halk üzerinde önemli bir etkisi olmayan havassa ait bir meslek, entelektüel ve seçkinci bir harekettir. 1902 yılından sonra da ikiye bölünerek Ahmed Rıza (İttihat ve Terakki Cemiyeti) ve Prens Sabahaddin (Adem-i Merkeziyet ve Teşebbüs-ü Şahsi Cemiyeti) etrafında toplanan iki ana grup olarak faâliyetlerini sürdürmüşlerdir.
İttihatçılar daha sert bir istibdadı tatbik ettiler
İttihatçılar, meşrutiyeti bir vasıta olarak gördükleri içindir ki, iktidara hâkim olduktan kısa bir müddet sonra, Sultan Abdülhamid’inkinden çok daha sert bir istibdadı rahatlıkla tatbik edebilmişlerdir. İttihatçıların hürriyet ve meşrutiyeti “hikmet-i hükümet” anlayışı çerçevesinde bir vasıta olarak görmesine mukabil Said Nursi Münazarat eserinde meşrutiyeti hakiki mânâsıyla milletin hâkimiyeti olarak ele almaktadır. Bunu isim ve şekilden ibaret olan bir sistem değişikliği olarak görmemektedir. Bilâkis meşrutiyeti, insan olmanın esası olan cüz-i ihtiyâriyi/hür irâdeyi serbest kılarak ona âdeta hayat veren ve insanın fıtratında mündemiç ulvî hisleri uyandırarak onu sair mahlûkattan farklı kılan bir sistem olarak değerlendirmektedir. Millet inşa eden bir devlet değil, devletin devamını milletin bekasında gören bir meşrutiyet anlayışına sâhiptir.[6]
Bediüzzaman’ın Jön Türklere teklif ettiği fikir
Yıl 1907-1908, Bediüzzaman bu tarihlerde İstanbul’da. Tam II. Meşrutiyet ve hürriyet yılları ki, Bediüzzaman Hazretleri de bu tarihlerde canla-başla tam bir hürriyet ve meşrutiyet sevdalısı olarak görülüyor. Makàleleri, toplantıları ve şifahi olarak her yerde hürriyeti ve meşrutiyeti ders veriyor, savunuyor ve istibdat ve tagallübü red ediyor. Bediüzzaman, aynı tarihlerde Jön Türlerin ayrışmasıyla ortaya çıkan İttihadcılar ve hürriyetperver olan Arhârlar ile de temas halinde. Onlara hem yol gösterici, hem vazifelerini ikaz edici, hem de lâubali kısmını ciddî ikaz edici tavsiyelerde bulunuyor. Bunlardan birisi de “Meşveret ve şura” ile ilgili ve devlet idaresi konusunda çok önemli fikirlerdir. 1920 yıllarında telif edilen Sünûhat Risalesi’ne derç edilen bir haşiyede Jön Türkler için şöyle bir fikir beyanında bulunduğu görülür: “Bidayet-i Hürriyette şu fikri Jön Türklere teklif ettim, kabul etmediler. On iki sene sonra tekrar teklif ettim, kabul ettiler. Lâkin meclis feshedildi. Şimdi âlem-i İslâmın mütemerkiz noktasına tekraren arz ediyorum.”[7]
Jön Türlere teklif edilen fikir nedir?
Jön Türklere yapılan teklifi, o bahiste zikredilen meşveret ve şurayı emreden ayetlerin mânâ tahtı ile anlamak mümkündür. “Meşrûtiyeti şerîat adına” almak, anlamak, tatbik etmek ve alkışlamak teklifin özünü oluşturduğu görülüyor. Makàlenin tamamı incelendiğinde Bediüzzaman’ın Jön Türklere teklif ettiği fikrin ana düşüncesinin bu minvalde olduğu görülecektir. Anladığımız kadarıyla Bediüzzaman II. Meşrutiyet öncesinde Jön Türkler olarak belirttiği İttihad ve Terakkî efradına teklif ettiği fikir kısaca, “Onların aralarındaki işleri istişare iledir.”[8] “Ve işlerinde onlarla istişare et.”[9] ayet-i kerîmelerinin tefsiri mahiyetindeki “Târih bize gösteriyor ki…” diye başlayan makàledir. Bu makàlede şahıs halife yerine Dârü’l Hikmet azalarıyla, Meşihattaki reislere ve âlem-i İslâm’dan şimdilik on beş-yirmi kadar ehliyetli ulemâyı da dahil edip şahıs halife yerine “heyet halife” tesisi tavsiye edilmektedir. Makàlenin tamamındaki ana fikir, İttihad ve Terakkî efradına teklif edilmiş ancak bu fikri kabul etmeyen İttihad ve Terakkiciler 1920’lerde bu fikri kabul edecek duruma gelmiş iken Meclis-i Mebusân feshedilmiş. Bediüzzaman’ın tespit ve tavsiyeleriyle saltanat sembolik olarak da olsa devam edebilir, ancak hilafeti meclis temsil etmeliydi. Zaten 1922 senesinde Bediüzzaman da bu mânâyı ifade eden fikirlerini Mecliste verdiği o meşhur hutbesinde şöyle ifade ediyor: “Zaman cemaat zamanıdır. Cemâatın ruhu olan şahs-ı mânevî daha metindir. Ve, tenfiz-i ahkâm-ı şer’iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona istinâd ile vezâifi deruhte edebilir.”[10]
Saltanat ve hilâfetin gayr-ı münfek olması
Bediüzzaman Sünûhat’taki makàlesinde saltanat ve hilâfetin gayr-ı münfek(birbirinden ayrılması imkânsız) olmasını, saltanatın sadâret(sadrazam) vâsıtası ile üç mühim şûrâya (Meclis-i Meb’ûsan, Meclis-i Âyan ve Heyet-i Vükela) istinad etmesi gibi, hilâfetin de müntehab(seçilmiş) âzâlardan müteşekkil bir heyete istinad etme ihtiyâcı olduğunu ifade etmektedir. Bediüzzaman bu fikri bidayet-i hürriyette Jön Türklere teklif etmiş, ancak onlar o zamanlar bu teklifi kabul etmemişler. On iki sene sonra ise 1920’ler de tekrar teklif etmiş, zaman ve şartlar Bediüzzaman’ın bu fikrinin doğru ve geçerli olduğunu tasdik edince İttihatçılar kabul etmişler, ancak Meclis-i Mebusân’ın feshedilmesi nedeniyle İttihatçılar bu doğru ve isabetli fikri tatbik etmeye zemin bulamamışlar. Bediüzzaman Hazretleri de bu fikrini “âlem-i İslâmın mütemerkiz noktasına” tekraren arz etmiştir.
Bediüzzaman’ın bidayet-i hürriyette fikirleri nasıl suya düşürüldü?
Bediüzzaman, bazı lahika mektuplarında Jön Türklerin dinde laubali olmalarından ve lakayt davranmalarından şikâyet ediyor. Dahası, Ahrârların çabasını alkışlarken, Jön Türklerin içindeki masonların kuvvet bularak türlü planlar ve entrikalar çevirerek, Bediüzzaman’ın o teklifini suya düşürmüş oldular. Aşağıdaki ifadeler, bu meselede önemli bir izahat olsa gerektir: “Ben 31 Mart hâdisesinde şuna yakın bir hal gördüm. Zira İslâmiyetin meşrutiyetperver ve hamiyetli fedâileri cevher-i hayat makamında bildikleri nimet-i meşrutiyeti şeriata tatbik edip ehl-i hükûmeti adalet namazında kıbleye irşad ve tam mukaddes şeriatı, meşrutiyet kuvvetiyle ila; ve meşrutiyeti, şeriat kuvvetiyle ibka; ve bütün seyyiat-ı sabıkayı muhalefet-i şeriat üzerine ilka etmek için bazı telkinatta ve teferruatın tatbikatında bulundular. Sonra, sağını solundan fark edemeyenler-hâşâ!-şeriatı, istibdada müsait zannederek tûti kuşları taklidi gibi “Şeriat isteriz” demekle, hakikî maksat ortada anlaşılmaz oldu. Zaten plânlar serilmişti. İşte o zaman yalan olarak hamiyet maskesini takınan bazı herifler, o ism-i mukaddese tecavüz ettiler. İşte câ-yı ibret bir nokta-i siyah!”[11]
Netice itibarıyla, bidayet-i hürriyette İttihatçılara teklif edilen bu fikir Ahrârlar tarafından kabul ile bir hükümet programını hazırlamaya çalışırken, 31 Mart hadisesinde dessaslar araya girip (cahil dindarları da oyuna getirerek) bunu akim bıraktılar. On iki sene sonra(1920’lerde), bazılarının akılları başlarına geldi ise de, artık iş işten geçmiştir. Çünkü o fikri hayata geçirme imkânı da kalmamış, meclis feshedilmiştir.
Bediüzzaman ve Jön Türkler
Her konuda olduğu gibi Bediüzzaman’ın Risale-i Nur Külliyatı’nda Jön Türler ile ilgili de tespitler vardır. Bediüzzaman Hazretleri, 1893’de on beş-on altı yaştaki çağında, herhalde Osmanlılardaki Cumhuriyetçi Jön-Türk ve hareketleri hakkında fazla bir bilgisi olmadığı, lâkin iki sene sonra, yani 1894-95’de Mardin’de bulunduğu günlerde, Namık Kemal’in hürriyet hakkındaki tasvirli ve edebiyatlı rü’yasını-çok intişar ettiği için-görmüş veya işitmiş olabileceği, dolayısıyla Jön-Türklerin (meselenin esası itibariyle) haklı olan hürriyet, Cumhuriyet davalarını bir cihette desteklemiş olduğu anlaşılmaktadır. Demek ki, Hazret-i Üstad, Jön-Türk hareketi olan Hürriyet ve Cumhuriyet davalarını görmeden ve iç yüzünü bilip işitmeden iki sene evvel, İslâm dairesinin Padişahlık ve tek rey(riyaset-i şahsiye) tarzı değil, Cumhuriyet tarzında olmasını daha iyi bulmuş ve ta o zamanlar bir cihette onun müdafaasını yapmıştır.[12]
Bediüzzaman’ın dini inciten Jön Türklere muhalefeti
Tarihçe-i Hayat’ta kayda geçen bir kısım Bediüzzaman’ın bazı Jön Türklerin dini incittiğine dair manidâr bir tespiti olarak görülüyor. Şöyle ki; “Bediüzzaman’ın İstanbul’da hayatı, bir derece siyasîdir. Siyaset yoluyla İslâmiyete hizmet edilecek diye kanaat besliyordu. Siyasî hayata karışması, İslâmiyete hizmet aşkının bir neticesi idi. Daima hürriyet taraftarı idi. Gördüğü haksızlıklardan dolayı Jön Türklere daima muhalefette bulunarak, “Siz dini incittiniz, gayretullaha dokundunuz, şeriatı tezyif ettiniz; neticesi vahim olacaktır” diye izhar-ı muhalefetten çekinmiyordu.”[13]
Jön Türkler ve Şeyn Türkler
Bediüzzaman, Münazarat isimli eserinde “Jön Türkler” ile ilgili olarak kendisine sorulan bir suale cevap verirken, sosyal ve siyasi hayatta dikkat edilmesi gereken çok çarpıcı bazı tespitlerde bulunuyor:
“Sual: Bazı nâs, senin gibi mânâ vermiyorlar. Hem de bazı Jön Türklerin a’mâl ve etvârı pis tefsir ediliyor. Zira bazı Ramazan’ı yer, rakı içer, namazı terk eder. Böyle, Allah’ın emrinde hıyanet eden, nasıl millete sadakat edecektir?
Cevap: Evet, neam, hakkınız var. Fakat hamiyet ayrı, iş ayrıdır. Bence bir kalb ve vicdan fezâil-i İslâmiye ile mütezeyyin olmazsa, ondan hakikî hamiyet ve sadakat ve adalet beklenilmez. Fakat iş ve san’at başka olduğu için, fâsık bir adam güzel çobanlık edebilir. Ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir. İşte, şimdi salâhat ve mehareti, tâbir-i âharla fazileti ve hamiyeti, nur-u kalb ve nur-u fikri cem edenler vezaife kifayet etmezler. Öyleyse, ya maharettir veya salâhattir. San’atta maharet ise müreccahtır. Hem de o sarhoş namazsızlar Jön Türk değiller, belki şeyn Türktürler. Yani fena ve çirkin Türktürler. Genç Türklerin râfızîleridirler. Herşeyin bir râfızîsi var. Hürriyetin râfızîsi de süfehâdır.“[14]
Görüldüğü üzere Bediüzzaman millete hizmet ve sadakatte şahsî kusurların değil, iş ve sanatın önemine dikkat çeker. Sanatta ise-ki devlet yönetimi de öncelikle ehliyet ve sanat ister-maharetin, yani ehliyetli olmanın gerekliliğini ifade eder. Soruda ifade dilen o sarhoş ve namazsız olanların Jön Türk olmadığını, belki Şeyn Türk olduklarını söyler. Lemaat eserinde “Şu Jön Türkün hatası: Bilmedi o, bizdeki din hayatın esası; millet ve İslâmiyet ayrı ayrı zannetti.”[15] ifadesi ile belki de bu Şeyn Türklere dikkat çekiyordur. Bediüzzaman Hazretleri, Jön Türklerin bozuk ve dinsiz kısmını Şeyn Türkler olarak tarif ediyor. Şeyn kelime olarak kötü, yaramaz, kabahatli ve ayıplı demektir. Onların bozuk kısmı Jön değil, Şeyn’dir. Yani yaramaz, ayıplı ve çirkindir. Ama bütün Jön Türklere bu nazarla bakılamaz.
Jön Türkler dine zarar mı veriyorlar?
Yine Bediüzzaman Jön Türklerle ilgili olarak sorulan başka bir soruya cevap verirken, Jön Türklerin içindeki bu karmaşık yapılanmaya dikkat çekiyor:
“Sual: “Eskiden beri işitiyoruz ki, bazı Jön Türkler masondurlar, dîne zarar ediyorlar.”
Cevap: İstibdat, kendini ibka etmek için şu telkinatı vermiştir. Bazı laubalilik dahi, şu vehme kuvvet veriyor. Fakat emin olunuz ki, onların masonluğa girmeyen kısmının maksatları dine zarar değildir, belki milletin selametini temin etmektir. Fakat bazıları dine layık olmayan barid taassuba müfritane ilişiyorlar. Demek, hürriyete ve meşrutiyete hizmetleri sebkat eden(geçen) veyahut kabul eyleyenleri Jön Türk tesmiye ediyorsunuz. İşte, onların bir kısmı İslâmiyet fedaileridir, bir kısmı da selamet-i millet fedaileridir. Onların ukde-i hayatiyelerini teşkil eden, mason olmayan ekseri, İttihat ve Terakkîdir. Ve sizin şu aşairiniz kadar ulema ve meşayih, Jön Türkler meyanında mevcuttur. Vakıa onlarda bir takım edepsiz, çok sefih masonlar dahi bulunur; lakin yüzde ondur, yüzde doksanı sizin gibi mûtekid müslimlerdir. (Hüküm ekseriyete göre verilir.)“[16]
Bediüzzaman farkı bu izahlarda da görülüyor. İstibdadın kendi istikbalini devam ettirebilmek için cepheyi değiştirip nazarları başka yere çekerek “Jön Türkler masondurlar, dîne zarar ediyorlar” şeklinde telkinat verip hedef şaşırttıklarını ifade ediyor. Jön Türkler içinde bulunan bazı laubali davranışların da, şu vehme kuvvet verdiğini söylüyor. Hatta onlarda bir takım edepsiz, çok sefih masonlar dahi bulunduğunu; lakin yüzde on civarında olduğunu, yüzde doksanın itikatlı Müslümanlar olduğunu, hükmün eksere, yani çoğunluk üzere bina edileceğini ifade ediyor. Jön Türler içinde bulunan ve masonluğa girmeyen kısmının maksatlarının dine zararı olmadığını, belki milletin selametini temin etmeye çalıştıklarını söylüyor. Fakat bazıları dine layık olmayan barid(soğuk) taassuba müfritane iliştiklerini ifade ile onların bir kısmının İslâmiyet fedaileri olduğunu, bir kısmının da selamet-i millet fedaileri olduklarını belirtiyor. Bediüzzaman gibi bir müceddid elbette her meseleyi mizan-ı şeriatla ölçüp tartacak ve öyle hüküm verecek. Bu meselede de bunu görüyoruz.
Bediüzzaman Jön Türklere niçin hüsn-ü zan ediyor?
“Neden meşrutî hükûmete ve dinsiz olmayan Jön Türklere mümkün olduğu kadar hüsn-ü zan ediyorsun?”şeklinde sorulan soruya Bediüzzaman; “Mümkün olduğu derecede sû-i zan ettiğiniz için, ben hüsn-ü zan ederim. Eğer öyle ise zaten iyi. Yoksa, tâ öyle olsunlar; yol gösteriyorum.”[17] diye cevap veriyor. Anlaşıldığı üzere zahirperestler yine istibdatın telkinatı ile bu soruyu soruyor olmalılar. Bediüzzaman’ın “Meşrutî hükûmete ve dinsiz olmayan Jön Türklere mümkün olduğu kadar hüsn-ü zan” etmesinden rahatsız olunduğu anlaşılıyor. Bediüzzaman ise her zaman ve zeminde hepimize yol gösterici ve ikaz edici mükemmel bir cevap vererek soru soranların su-i zan içinde olduklarını, buna karşılık kendisinin ise hüsn-ü zan ettiğini; eğer Jön Türkler hüsn-ü zan ettiği üzereyseler zaten bunun iyi olduğunu, eğer öyle değillerse onları iyi olmaya ve onlara yol göstermeye çalıştığını ifade ile telkinat ve ikaz cihetiyle müspet hareket etme yolunu da gösteriyor. Hem “İnat, bazan müfrit fırka mutaassıplarına, dalâl ve batılı iltizam ettirir. Şeytan birisine yardım etse, melek der, rahmet okutur. Ötekinde melek görse, libasını değiştirmiştir der, lânet eder. Sû-i zan ve hüsn-ü zan nazarıyla, dürbünün iki tarafı gibi leh, aleyhtar… Vâhi emareyi burhan, burhanı vâhi emare görür.”[18] Ayrıca “Evet, insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû-i ahlâkı, sû-i zan sâikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden takbih etmesin… Sû-i zan ise, maddî ve mânevî içtimaiyatı zedeler.”[19] Böylece Bediüzzaman’ın ifadesiyle hüsn-ü zan mümkünken sû-i zan edilmez. Bediüzzaman da Jön Türklere yapılan toptancı bir sû-i zan bakışına karşı, hüsn-ü zan ederek müsbet bir yol gösteriyor. Bediüzzaman’ın bu tespit ve bakış açısına toplum olarak hepimizin çok ihtiyacı var. Netice olarak “Hüsn-ü zan ediniz. Sû-i zan hem size, hem onlara zarar verir.”[20]tespitini serlevha yapmak elzem görünüyor.
Jön Türkler bizi zarardîde mi edecek?
“Jön Türkler şöyledirler, böyledirler, bizi de zarardîde edecekler.”[21] Bu endişe Bediüzzaman’ın 1910’dan sonra gitmiş olduğu şark vilayetlerinde âşiretleri gezerek meşrûtiyet ve hürriyet dersleri verirken karşılaştığı bir sualdir. Çünkü Jön Türkler ile ilgili doğru-yanlış çok şey işitilmiştir. Bir kısmı için “Hem de bazı Jön Türklerin a’mâl ve etvârı pis tefsir ediliyor. Zira bazı Ramazan’ı yer, rakı içer, namazı terk eder. Böyle, Allah’ın emrinde hıyanet eden, nasıl millete sadakat edecektir?”[22] Veya “Eskiden beri işitiyoruz ki: “Bazı Jön Türkler masondurlar, dine zarar ediyorlar.”[23]
Bediüzzaman, bu ve benzeri sualleri cevaplarken çok ince düsturlar vaz’ ediyor. İstibdatın, kendini ibka etmek için şu telkinatı verdiğini; bazı lâubâlilik dahi şu vehme kuvvet verdiğini; fakat emin olunuz ki, onların masonluğa girmeyen kısmının maksatlarının dine zarar vermediğini; belki, milletin selâmetini temin etmek olduğunu; onların bir kısmı, İslâmiyet fedâileri, bir kısmı da, selâmet-i millet fedâileri olduklarını ifadeyle, Jön Türklerin mason olmayan ekseri, İttihad ve Terakki olduğunu belirtiyor. Hatta “sizin şu aşâiriniz kadar ulema ve meşâyih, Jön Türkler meyanında mevcuttur.” Şeklinde ifadelerle onların endişelerini izale ederek tarihe de ışık tutacak prensipler veriyor.
Bediüzzaman her daim hak taraftarıdır
“Jön Türkler sizi kendilerine râm(boyun eğdirme) ve müdaheneci(dalkavuk) edemediler… Demek sen onların taraftarlığı için demiyorsun. Demek hak taraftarısın.”[24] Bediüzzaman bu soruya “Evet, hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa da hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve âkıbete bakınız!”[25] şeklinde cevaplandırıyor. Bediüzzaman taklitçilikten sakınmayı, tahkik ehli olmayı ders veriyor. Her meseleyi delilleri ve neticesi ile değerlendirip öyle karar verilmesi gerektiğini ifade ediyor. Her sözün kalbe girmesine izin verilmemesini, mihenge vurup altın çıktıktan sora alınıp kalbde saklanması gerektiğini söylüyor.
Bir kısım Jön Türk ehl-i kitaba kâfir demeyiniz diyor
“Bir kısım Jön Türk der: “Demeyiniz Hıristiyanlara hey kâfir! Zira ehl-i kitaptırlar.” Neden kâfir olana kâfir demeyeceğiz?
Cevap: Kör adama, hey kör demediğiniz gibi… Çünkü eziyettir. Eziyetten nehiy var.”[26] Burada da ifade edildiği gibi dinimiz toptancı bir yaklaşımı ve hüküm vermeyi doğru bulmuyor. Bir kısım Jön Türk’ün de dinimizin bu emrine riayet ettiği görülüyor. Ehl-i kitap olan Hıristiyanlara kâfir denilmesinin doğru olmadığını söyleyen Jön Türkler’in sözünün doğru olduğunu Bediüzzaman veciz bir şekilde ifade ediyor. Cevabın devamında kâfir manasının iki ciheti açıklanarak mesele vuzuha kavuşturuluyor.
Netice olarak: Bediüzzaman, toplum hayatı içinde bulunan her fikir ve düşünce sahiplerini müsbet ve menfî olarak iki cihetle değerlendirmeye tabi tutuyor. Nazar-ı şeriatta seyyiatı hasenatına galebe eden durumları müsbet, seyyiatı hasenatına mağlup vaziyetleri menfî olarak değerlendiriyor. Yani seyyiatı hasenatına, hatâları, zararları, fâidelerine râcih gelme veya gelmeme durumuna göre hüküm veriyor. Çünkü “Meslekler, mezhepler ne kadar batıl da olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi hükmünde bir hak, bir hakikat bulunur. Eğer âsârına ve neticelerine hükmeden hak ve hakikat ise ve menfî cihetleri müspet cihetlerine mağlûp ise, o meslek haktır. Eğer içindeki hak ve hakikat, neticelere hükmedemiyor ve menfî ciheti müspet cihetine galebe ediyorsa, o meslek batıldır. Onun ehli, ehl-i bid’a ve dalâlet olur.”[27]
Abdülbâkî Çimiç
[1] TDV İslam Ansiklopedisi, 23. Cilt, M. Şükrü Hanioğlu, Sayfa:584
[2] TDV İslam Ansiklopedisi, 23. Cilt, M. Şükrü Hanioğlu, Sayfa:586
[3] Şerif Mardin, Jön Türkler’in Siyasi Fikirleri, s. 74.
[4] Ahirzaman Tarihi, Cilt-I, s. 223,224
[5] İsmail Küçükkılınç, age, s.172.
[6] Bediüzzaman ve Sultan II. Abdülhamid, Orhan Dindar, s.140
[7] Eski Said Dönemi Eserleri(Sünuhat),2013, s.484
[8] Şûra Suresi: 38
[9] Âl-i İmran Suresi: 159
[10] Tarihçe-i hayat,2013, s.225
[11] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013, s.
[12] Mufassal Tarihçe-i Hayat, Cilt-I, s.114
[13] Terihçe-i hayat, 2013, s.86
[14] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013, s.236
[15] Eski Said Dönemi Eserleri(Lemaat),2013, s.682
[16] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013, s.255
[17] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013, s.297
[18] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013, s.499
[19] Mesnevi-i Nuriye, 2013, s.106
[20]Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013, s.256
[21] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013, s.208
[22] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013, s.236
[23] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013, s.255
[24] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013, s.320
[25] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013, s.320
[26] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013, s.248
[27] Mektubat, 2013, s.619