Bediüzzaman ve Japonlar
Bediüzzaman ve Japonlar meselesi ile ilgili bazı araştırmacıların[1] ciddî çalışmaları mevcut. Bizler ise bazı kaynaklarda Japon Başkumandanı Mareşal Count Nogi Maresuke bir hey’etle birlikte Haziran 1911’de İstanbul’a gelip, çeşitli sualler sormuş olduğu bilgisine ulaştık. Böylece Bediüzzaman ve Japonlar konusunu biz de gündemimize almış olduk. Bu kaynaktaki bilgilere göre aslı Beşinci Şua olan sualleri soran kişinin Japon Başkumandanı Mareşal Count Nogi Maresuke olduğu düşünülüyor. Çünkü Mareşal Count Nogi Maresuke’nin İslâm dinini tetkik ederek, zihnindeki bazı istifhamları gidermek amacıyla, İslâm hilâfetinin payitaht-ı İstanbul’un büyük âlimlerinden çeşitli sualler sormuş olduğu ifade ediliyor. Böylece o sıra Bediüzzaman’ın şöhreti de her tarafı kapladığı için, İstanbul âlimleri, altından kalkamadıkları çetin soruları gelip Bediüzzaman’a sormuşlar. Böylece Bediüzzaman’a sorulan bu suallerin ekserisi müteşâbih olan bazı hadis-i şeriflerin hakikatlerine dair olduğu için Bediüzzaman bu suallere cevaplar vermiş.[2]
Pekâlâ bu sualleri soran kişi Japon Başkumandanı Mareşal Count Nogi Maresuke olabilir mi? Acaba sorular hakikaten 1911 yılında mı sorulmuş, yoksa daha önce bir başka Japon kumandanı veya Japon Devleti namına mı sorulmuş?
Müteharrî-i hakikat olan Japonlar
Genel bir değerlendirme yapacak olursak Risâle-i Nur eserlerinde Japonlarla ilgili mevzûlar olduğunu biliyoruz. Bunların başında Nokta Risâlesindeki “Müstemi, müteharrî-i hakikat bir Japondur.[3]”ifâdesidir. Bu Risâlede Bedîüzzamân Hazretleri Japonları dinleme makâmında ve müteharrî-i hakikat olarak ta’rîf eder. Hakîkaten Japonlar bu sıfata lâyıktırlar. Hatta Bedîüzzamân “Kesb-i medeniyette Japonlara iktidâ’ bize lâzımdır.[4]” diyerek hakikatleri ve doğruları araştırmada Japonlar’a uymamızı tavsiye eder. Çünkü Japonlar, “Avrupa’dan mehâsin-i medeniyeti almakla berâber, her kavmin mâye-i bekası olan âdât-ı milliyelerini muhâfaza ettiler.[5]” Japon Milleti medeniyetin güzelliklerini alırken, kendi millî âdetlerini ve kültürlerini muhâfaza ettiler.
Muhâkemât’ta Japonlar’ın sordukları soruların ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. “Onlardan bir sual: “Bizi, kendisine îmân etmeye çağırdığınız Allah’ın varlığına delâlet eden açık delil nedir? Mahlûkat neden yaratılmıştır? Yoktan mı? Maddeden mi? Yoksa onun zâtından mı? Ve diğer şüpheli sorular…[6]” gibi sorulan sorulara Bedîüzzamân ilgili eserinde cevaplar vermiştir. Bu sorulardan da anlaşılıyor ki Japonlar hakîkaten müteharrî-i hakîkat konumundadırlar. Bu nedenledir ki Avrupa’dan mehâsin-i medeniyeti aldılar ve terakkî ettiler. Dünyanın en ileri teknolojisine ve terakkîsine ulaştılar. Ancak noksan olan bir şeyler var ki, ilâhî ihtâr ile mânevî ciheten bazen arzî ve semâvî musibetlerle ciddî olarak ikaz olunuyorlar. Muhâkemât’taki Allah’ın varlığına dair sordukları sorular, inşâallah onları hakikî din olan İslâmiyet ile müşerref kılar. Fıtratlarındaki müteharrî-i hakikat meyelanı, inşallah yaratılış gayelerine onları ulaştırır.
Bediüzzaman’a Beşinci Şua ile ilgili sualleri kim sordu?
Bediüzzaman’ın “Bundan kırk sene evvel ve Hürriyetten bir sene evvel(1907’de) İstanbul’a geldim. O zaman Japonya’nın Başkumandanı, İslâm ulemasından dinî bazı sualler sormuştu; onları, İstanbul hocaları benden sordular. Hem çok şeyleri o münasebetle sual ettiler.”[7] dediği suallere verilen cevaplar meselesi hep merak konusu olmuş, ancak çok da net açıklamalar yapılamamıştır. Bu sualleri Bediüzzaman’a bizzat Japon Başkumandanı mı sormuştur? Bu Japon Başkumandanı kimdir? Veya Japon Başkumandanı ile Bediüzzaman görüşmüş olabilir mi? Bu görüşme târihen belge ve kaynağa dayalı bir bilgi midir? Yoksa hatırat kabilinden bilgiler midir? Bizim de merak ettiğimiz bu bilgileri Bediüzzaman’ın dilinden ve satır aralarına yerleştirmiş olduğu kelimelerden açıklığa kavuşturmak istiyoruz.
Öncelikle yukarıya aldığımız Bediüzzaman’ın “Hürriyetten bir sene evvel İstanbul’a geldim.” dediği tarih belgelere göre 1907’nin 18 Kasım’ından sonraki bir tarihtir. Tam da “O zaman Japonya’nın Başkumandanı, İslâm ulemasından dinî bazı sualler sormuş.” Yani yıl olarak Bediüzzaman’ın ifadesiyle 1907’den önce bu sualler sorulmuş. Pekâlâ, sualler kime sorulmuş? Bediüzzaman’ın ifadesiyle bu dini sualler “İslâm ulemasına” sorulmuş. Yani Bediüzzaman’a bizzat Japonya’nın Başkumandanı tarafından bu sualler sorulmamış. Öyleyse Bediüzzaman’a bu sualleri kimler sormuş? Bediüzzaman’ın kendi ifadesiyle bu sualleri kendisine “İstanbul hocaları sormuşlar.” Bu bilgiler neticesinde şunu kesin olarak söyleyebiliriz. Aslı Beşinci Şua olan ve Japon Başkumandanının İslâm ulemasından sorduğu dinî bazı sualleri Bediüzzaman’a soran Japon Başkumandanını değil, İstanbul hocalarıdır. Madem bu sualler Bediüzzaman’a 1907 veya 1908 yıllarında sorulduğuna göre, İslâm ulemasına daha önce sorulmuş olmalı. İstanbul hocalarının haberdar olduğu ve cevaplamakta zorlandıkları bu sualler, Bediüzzaman’a 1907 senesinin son aylarında İstanbul’a gelip Şekerci Hanı’nın kapısına “Burada her müşkül halledilir, her suale cevap verilir; fakat sual sorulmaz.”[8] levhasını astıktan sonra sorulmuş olmalı. Çünkü Şualar’da Bediüzzaman’ın ifadesiyle İstanbul hocaları bu suallerden başka “Hem çok şeyleri o münasebetle sual ettiler.”[9] der.
Pekâlâ, İstanbul ulemasına bu sualler ne zaman sorulmuş olabilir?
Bu suallerin hangi tarihlerde sorulduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte 1905-1907aralığında sorulma ihtimali kuvvetli gözüküyor.[10] Çünkü bu tarihlerde Japonya’nın başkumandanı tarafından Sultan Abdülhamid’e cevabı talep edilen sual, Bediüzzaman’ın ifadesiyle 1907 öncesi sorulduğu anlaşılır ki Ali Fethi Okyar tarafından nakledilen “Japonların Ruslar’a karşı kazandıkları zaferin arefesinde idi. Japon imparatorluk ailesine mensup bir prens beni ziyaret geldi. İmparatorundan hususî bir mektup getiriyordu. Benden, İslâm dininin muhtevasını, iman esaslarını, gayesini, felsefesini, ibadet kaidelerini izah edecek kudrette bir dinî-ilmî heyet istiyordu.”[11] bilgisini de dikkate alırsak söz konusu zafer Mayıs-1905’te oldu. Zafer arefesini de 1905 yılının ilk ayları olarak kabul edelim. Gelen soruya cevap için Sultan Abdülhamid süre istedi ve ulemaya yönlendirdi. Dolayısıyla o başkumandanın gelmesi, soruları sorması ve Bediüzzaman’ın da verdiği tarihi hesaba katarak 1905-1907 arasında söz konusu suallerin sorulduğu anlaşılır.[12]
Bu konuyla alakalı 3 Haziran 1944 Salahaddin Çelebi’nin aslı Denizli Ağır Ceza Mahkemesine verilmiş Müdafaasında “İstanbul’da, ulemâdan eski fetva emini Ali Rıza ve Elmalılı Hamdi Efendi gibi meşhur âlimlerin bir musahabelerinde Bediüzzaman Üstadımın ilminin vehbî olduğunu, vaktiyle Anglikan kiliseleri başpiskoposunun ve Japonya’nın başkumandanının İslâm ulemâsından sorduğu suallere cevap veren ve bütün âlimleri ilmiyle teshir ve hayrette bırakan ve yirmi seneye yakın bir vakitten beri dünyayı terk eden bu şahsiyetten bahsetmeleri… bende, muhitimizde olan bu zatı ziyaret etmek arzusunu uyandırdı.”[13] ifadeleri içerisinde geçen Bediüzzaman’ın İstanbul’da iken “Japonya’nın başkumandanının İslâm ulemâsından sorduğu suallere cevap” verildiği söylenmektedir. Salahaddin Çelebi’nin Müdafaasında Bediüzzaman’dan musahabe eden meşhur âlimlerin, eski fetva emini Ali Rıza ve Elmalılı Hamdi Efendi olduğu anlaşılıyor. Konu ile alakalı Afyon Mahkemesi’nde Mustafa Osman’ın müdafaasında da bu noktayı teyid eden şöyle bir ifade yer alıyor: “Hürriyetten evvel Meşrutiyet devri ulemasına, Japonya’nın ve İngiltere Anglikan Kilisesinin sorduğu sualler münasebetiyle, o devrin âllameleri olan İstanbul âlimleri, Bediüzzaman olan müellif-i muhtereme sorarak, şimdi ismi Beşinci Şua olan eserde görülmekte olan o zamanki bu hadisin tevilen cevaplarını o ehemmiyetli âlimlerin kabul edip itiraz edememeleriyle sahih olduğu kat’i sabittir.”[14]
Görüldüğü üzere Afyon Mahkemesi’nde Mustafa Osman’ın müdafaasında konumuzu netleştiren cümleler olduğu görülüyor. Buraya göre: 1. Hürriyetten evvel Meşrutiyet devri ulemasına(İstanbul ulemasına) Japonya’nın sualler sorulduğu anlaşılıyor. 2. Bu suallerin müellif-i muhterem olan Bediüzzaman’a, o devrin âllameleri olan İstanbul âlimlerinin sorduğu netleşiyor. 3. O zamanlar sorulan soruların şimdi ismi Beşinci Şua olan eser olduğu belirtiliyor. 4. O zamanki bu hadisin tevilen cevaplarını o ehemmiyetli âlimlerin kabul edip itiraz edememeleriyle sahih olduğu kat’i sabit olduğu anlaşılmış oluyor.
Müteharri-i hakîkat olan Japonlar
Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’da bazı mevzuları bahsederken şahısların ismini vermeden konunun mahiyetine temas eder. Mesela “İngiliz Meclis-i Meb’usanında Müstemlekât Nâzırı, elinde Kur’ân-ı Kerîmi göstererek söylediği bir nutukta, “Bu Kur’ân İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur’ân’ı onların elinden kaldırmalıyız; yahut Müslümanları Kur’ân’dan soğutmalıyız” diye hitabede bulunmuş.”[15] Görüldüğü üzere burada İngiliz Meclis-i Meb’usanı’nda Müstemlekât Nâzırı nazara verilmiş, isim tasrih edilmemiş. Aynen böyle de Şualar’da geçen “Japonya’nın başkumandanının İslâm ulemasına bazı sualleri…”[16] ifadesinde geçen Japonya’nın Başkumandanının da ismi verilmemiştir. Buna benzer başka mevzular da olduğu biliniyor. Kanaatimiz odur ki, buradan anlaşılan mana şu olabilir. İngiliz milletinin ve siyasetinin seciyeleri itibarıyla genel harekât biçimi olan İslâmiyete karşı tutum ve tavırları, Müstemlekât Nâzırının sözleri dikkate alınarak ifade edilmiş. Aynen öyle de müteharri-i hakikat olan Japon milletinin İslâmiyet ile ilgili meraklı sualleri de isim verilmeden Japonya’nın Başkumandanı üzerinden ifade edilmiş olmalıdır.
Anladığımız kadarıyla Bediüzzaman’ın “Müteharri-i hakikat bir Japondur” ifadesi ile Japon milletinin hakikate müştak ve hakikati arama meylinde olduğu anlaşılıyor. Risale-i Nur’un muhtelif yerlerinde geçen “Japon Başkumandanı” ve “Japonya” tâbirleri hepimizin dikkatini çekmiştir. Bedîüzzamân’ın kendisinden söz ettiği Japon Başkumandanı kimdir? Japonya, İslâmiyet’e nasıl ilgi duymuştur? Bu ve buna benzer mevzular için yazılan değişik eserlerde ve yapılan müstakil araştırmalarda da birbirini desteklemeyen fikirlerin olması, bu konularda daha detaylı bir çalışma yapılması gerektiğini ortaya çıkarmıştır. Bu çalışmamızda da görüleceği üzere; Japonlar tarafından sorulan soruların tarihî ciheti içerisinde nasıl bir seyir takip ettiğine bakalım. Bediüzzaman’ın bu konuda şahıs ismi vermemesi meseleyi şahıslara inhisar ettirmek istememesinden kaynaklandığı kanaatindeyiz. Önemli olan İslâmiyet meselesinin Japon yetkililerinin ve Japonya’nın gündemine gelmiş olmasıdır.
Bu konuda bazı kaynaklarda şöyle bilgiler mevcuttur. “Târihî süreç içinde gelişen Osmanlı-Japonya ilişkileri sonucu Japonya yöneticileri ve kumandanları İslâmiyet’e ilgi duymuş ve İslâmiyetle ilgili sorular sormuştur. Devletlerarası ilişkiler sonucunda 1907-1910 yılları arasında Tatar münevverlerinden Kazan’lı Kadı Abdurreşid İbrahim’de Asya seyâhati esnasında Japonya’ya uğrar. Orda birçok aydın kesimden asker ve bürokratla tanışır. İslâmiyet ile ilgili birçok soruya muhatap olur. İslâmiyet’e olan alakanın İmparatorla sınırlı kalmamış birçok üst düzey bürokratın da İslâmiyeti ve Müslümanlığı merak ederek soruşturmaya başladığını gözlemleyebiliyoruz.”[17]
Risâle-i Nur’da Japon Başkumandanı ve Japonya’nın târih sürecinde İslâmiyet’e dâir sorgulamaları:
Öncelikle Bedîüzzaman’ın Şuâ‘lar adlı eserinin Beşinci Şuâ‘ında adı geçen ve Rus’u mağlup eden Japon Başkumandanı ile ilgili tâbirine bakalım: “Rivâyetlerde, eşhâs-ı âhirzamânın fevkal’âde iktidarlarından bahsedilmiş. Vel’ilmü İndallâh, bunun tev’îli şudur ki: O şahısların temsil ettikleri mânevî şahsiyetin azametinden kinâyedir. Bir vakit Rusya’yı mağlûp eden Japon Başkumandanının sûreti, bir ayağı Bahr-i Muhît’de, diğer ayağı Port Arthur Kal’asında olarak gösterildiği gibi, şahs-ı mânevînin dehşetli azameti, o şahsiyetin mümessilinde, hem o mümessilin büyük heykellerinde gösteriliyor. Ammâ, fevkal’âde ve hârika iktidarları ise, ekser icrâatleri tahrîbât ve müştehiyât olduğundan, fevkal’âde bir iktidar görünür. Çünkü tahrib kolaydır. Bir kibrit bir köyü yakar. Müştehiyât ise, nefisler tarafdâr olduğundan çabuk sirâyet eder.”[18] Buradakiifâdelerden hareketle bâzı araştırmacılar, 1904-1905 yılında yapılan Rus-Japon savaşında vazife alan ve büyük zaferler elde eden O Başkumandan’ın Amiral Togo Heihaçiro olduğunu, bâzıları da yine aynı savaşta büyük gayretleri görülen 3. Ordu komutanı olan General Nogi Maresuke olduğunu ifâde etmişlerdir. Bu arada kimsenin adını telaffuz etmediği Mareşal Oyama Iwao ismi de var. Gerçekten de adları sayılan komutanların hepsi de Rus Ordusuna karşı büyük başarılar elde etmişlerdir. Şimdi Bediüzzaman’ın bahsettiği o temsîlî resme hangi komutanı tatbik etmek lâzım? O Başkumandan’ın Japon İmparatoru Meiji Mikado’nun olması dahâ uygun düşer diye düşünüyoruz. Çünkü İmparatorun aynı zamanda Japonya Devleti’nin Başkomutanı olması gerekir. Japonya’nın mânevî şahsiyetini de İmparator temsil eder.
İşte Bedîiüzzamân’ın tâbiriyle “şahs-ı mânevînin dehşetli azametini” gösteren temsîlî resim.[19]
Bediüzzaman Hazretleri, Japon Başkumandanı’nın sormuş olduğu suallerin cevaplarını bilâhare tekmil ettirerek, 1938 yıllarında Kastamonu’da temize çekip Beşinci Şu’â ismi altında bir Risâle olarak neşreder ve bu eserde yine bir münasebetle Japon Başkumandanı’ndan bir misal vererek şöyle bahseder: “Bir vakit Japonya’nın başkumandanının resmi, bir ayağı Bahr-i Muhit’te, diğer ayağı on günlük mesafedeki Port Arthur Kal’asında tasvir edilmiş. O küçük Japon Kumandanı’nın bu surette tasviriyle, ordusunun şahs-ı mânevîsi gösterilmiş.”[20]
Japonya’ya tevcih eylenen cevaplar
Risâle-i Nur’da Japonya ile ilgili geçen bir diğer konu da, İslâmiyet’e alâka duyan Japon yetkililerin sorduğu bâzı mes’elelerdir. Bu konuda da maalesef işin târîhî ciheti araştırılmadan bâzı zanlarla hareket edilmiş durumda. Yapılan yanlışlar doğru kabûl edilerek sonraki araştırmacılar tarafından kullanılmakta bir beis de görülmemiş. Böylece hatalar devam edip gelmiş. Bilindiği üzere uzun zamandır devam ede gelen ve insanların zihninde malumat olarak yerleşen hataları düzeltmek de çok zor. Bu hatalardan biri de Bedîüzzamân’ın Japon Komutanı Nogi Maresuke ile görüşme yaptığı ve Japon Komutanı Nogi Maresuke’nin İslâmiyet’e dâir sorular sorduğuna dâir ifadelerdir.
Bedîüzzaman, Japonların İslâmiyet’e dâir sorularına kendi ifâdesiyle Meşrûtiyetin îlânından önce, yani 1907 yılında muhatap olur. Bediüzzaman’ın ifâdeleri şöyledir: “Bundan kırk sene evvel ve Hürriyet’ten bir sene evvel İstanbul’a geldim. O zaman Japonya’nın Başkumandanı, İslâm ulemâsından dînî bâzı suâller sormuştu. Onları İstanbul hocaları benden sordular. Hem çok şeyleri o münâsebetle suâl ettiler.”[21] Adı geçen Japon Kumandanı Nogi Maresuke ise 1911 yılında çıkmış olduğu altı aylık Avrupa seyâhati dolayısıyla İstanbul’a Hazîran ayında geliyor.[22] Bediüzzaman 1911 yılının 6-25 Haziran tarihlerinde Sultan Reşâd ile Şark Vilâyetlerini temsîlen Rumeli Seyâhatinde bulunuyor. Japonya tarafından sorulan soruların cevaplarının bir kısmı Muhâkemât adlı eserde 1911 yılında yayınlandığına göre, komutan Nogi’nin iddiâ edildiği gibi 1911 yılında sorduğu soruların muhâtabının Bedîüzzaman olmaması gerekir. Çünkü Bediüzzaman, söz konusu eserinde: “Binâenaleyh, hitâbımı ecânibe, bâhusus Japonya’ya tevcih eyledim. Zîrâ onlar eskide bâzı suâller etmiştiler; ben de cevap vermiştim. Şimdi ihtisarla yalnız bir-iki suâllerine müteallik o cevâbın bir parçasını söyleyeceğim.”[23] dediğine göre, soruların eskiden sorulduğunu, ayrıca soruları şahıs değil de Japonya devletinin sormuş olduğunu anlıyoruz. Görüldüğü üzere Bediüzzaman Hazretleri bu acib te’villerle ma’nalandırdığı ve istikbale nüfuz eden cevapları, o zaman Japon Başkumandanı’na verilir. Başkumandan bunun üzerine Bediüzzaman’ı görmeyi ve onunla görüşmeyi arzu eder. Bu vesile ile Bediüzzaman ve Japon başkumandanı arasında bir dostluk ve ahbablık peyda olur. Bediüzzaman ile Japon Başkumandanı arasında yüz yüze görüştüğüne dair belge yoktur. Bayram Yüksel ağabeyin hatıralarında görüştüğüne dair bilgi mevcuttur. Bir rivayete göre aralarında hayli zaman muhabere ve mektuplaşma devam eder. Hatta Birinci Cihan Harbi’nde Rus istilâsına uğrayan bazı Müslüman Türkler Bediüzzaman’ın vâsıtasıyla Japonya’ya giderler ve Japon Başkumandanı onları Tokyo’da yerleştirir. Mesken ve iş sahibi yaptırır.[24]
Bir başka bahis Tiryak eserinin 16.Parçası içerisinde yer alan “Tabiiyyunun münkir kısmının gittikleri yolun iç yüzü, aklen ne kadar uzak ve ne kadar çirkin ve ne derece hurafe olduğu Lâakal doksan muhali tazammun eden dokuz muhal ile, Asâ-yı Mûsa mecmuasının Üçüncü Hüccet-i İmaniyesi’nde tam beyan ve ispat edilmiş. İsteyen oraya bakar. Tabiat risalesinin hatimesi orada yazılmadığından, o hatimenin üç sualinden İki sualini de bir sebebe, yani Japonya’nın eskide sualinin bir noktasına temasına binaen burada yazıyoruz.”[25] denilmiş. Demek ki eskiden Sâniin vücud ve vahdaniyeti, tevhid ve tabiat gibi konularda Japonya’nın sualleri olmuş ki Bediüzzaman makam itibarıyla bu sorulara cevap olabilecek noktaları Tiryak eserinde yer vermiş. Burada suallerin Jopanlar’ın değil, Japonya’nın sormuş olması manidardır. Öyleyse bu suallerin Japonya Devleti adına sorulmuş olması kuvvetle muhtemeldir. Ayrıca bu konuda Muhakemat’ta “Delâil-i Sâni beyanındadır. Bir burhanı da Muhammed’dir (aleyhisselâtü vesselâm). Sâniin vücut ve vahdeti, ispata ihtiyaçtan müstağnidir. Lâsiyyemâ, Müslümanlara karşı çok derece eclâ ve azhardır. Binaenaleyh, hitabımı ecânibe, bahusus Japonya’ya tevcih eyledim. Zira onlar eskide bazı sualler etmiştiler; ben de cevap vermiştim. Şimdi ihtisarla yalnız bir-iki suâllerine müteallik o cevabın bir parçasını söyleyeceğim.”[26] Görüldüğü üzere Bediüzzaman, 1911 yılında telif edilen Muhakemat eserinde Delâil-i Sâni beyanı ile ilgili verilen cevapların bahusus Japonya’ya tevcih eylediğini, onların eskiden bazı sualler sorduklarını; bu sorulara kendisinin de cevap verdiğini ifade ediyor. Demek ki Bediüzzaman müteharri-i hakikat olan Japonları dikkate alıyor ve onların İslâmiyet ile ilgili suallerini cevaplıyor. Bundan başka İslâmiyeti merak edip araştırmaya çalışan Japon İmparatoru Meiji Mikado’nun İslâmiyetin hakikatine dair ifadelerine yer verir ve şu açıklamaları yapar: ”Hatta, Rus’u mağlûp eden Japon Başkumandanının İslâmiyetin hakkaniyetine şehadeti de şudur ki: ‘Hakîkat-i İslâmiyetin kuvveti nisbetinde, Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip terakkî ettiğini tarih gösteriyor. Ve ehl-i İslâmın hakîkat-i İslâmiyede zaafiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini, vahşete ve tedennîye düştüklerini ve herc ü merc içinde belâlara, mağlûbiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor. Sair dinler ise bilakistir…”[27]
Osmanlı Devleti ile Japonya’nın yakınlaşması
İslâmiyet’le ilgili soru sorma gereğini Japonya neden ve niçin hissetmiştir? Bu târîhi noktaya nasıl girilmiştir?[28] “İlk ilişkiler 19. yüzyılın son çeyreğine rastlar. Gerek Japonya’nın genel olarak dünyâya açılma ilkesi gereği Asya devletleri ile iyi ilişkiler kurma isteği, gerekse Rusya’ya karşı ortak düşman paydası gibi faktörler iletişimin başlamasına yol açar. Abdülhamid Han da İslâm Birliği siyâseti gereği doğu âlemi ile iyi ilişkiler ve irtibat kurmak ister. Sultan Abdülhamid Han siyâsî hâtırâtında: ‘Rusya asırlardan beri iki devletin de düşmanı olduğuna göre, Japonya ile akdedeceğimiz ittifakların te’min edeceği faydaları ciddî olarak mütâlaa etmek îcab eder.’[29] diyordu. İlk resmî temas 1871 yılında Japon Dışişleri Bakanlığı kâtibi Fukuchi Genichiro’nun temsilci olarak İstanbul’a gelmesidir. 7 yıl sonra Seiki gemisi Avrupa gezisi çerçevesinde Haliç’e demirlemiştir. Abdülhamid tarafından gemi kaptanı ve üç subaya Yıldız Sarayı’nda madalya verilmiştir. 1881 yılında imparatorun akrabâlarından Prens Kato Hito’nun gayri resmî ziyâreti ve yine Abdülhamid tarafından resmî protokolle karşılanması ilişkileri kuvvetlendirmiştir. 1887 yılı ekim ayında Japon İmparatoru Meiji Mikado’nun amcası olan Prens Komatsu Akihito eşi ile İstanbul’a gelir. Sultan Abdülhamid prens ve berâberindekileri Dolmabahçe Sarayı’nda misâfir etmiştir. Prens Komatsu, Padişahla görüşmesi sırasında Japon İmparatorunun en büyük nişânı olan “Chrysanthemum”u Sultân’a takdim eder. Sultan ise o zamana kadar hiçbir yabancı devletin nişânını kabûl etmediği hâlde, onu zevkle kabûl etmiştir.
İmparator Meiji (Mutsuhito) tarafından Sultan II. Abdülhamid Hân‘a gönderilen dostluk mektubu ve tercümesi: Şevketlü, kudretlü dostum, yüce ve muhteşem muhibbim Sultan Abdülhamid Han Hazretleri; Azim mülkünüze giden tebaamızın daima hoş bir kabul gördüğünü ve özellikle sevgili Prens (Komatsu) Akihito ve eşi prenses hanımefendinin sizin katınızda gayet güzel bir kabule mazhar olduklarını haber alınca pek memnun ve mesrur oldum. Dolayısıyla samimi ve büyük dostluğumuzun eser ve delilini siz padişah hazretlerine ibraz etmek arzusundayım. Bu manada “Krizantem” nam büyük nişanımızı zatınıza hediye ediyor ve mektupla birlikte gönderilen mezkûr nişanı lütfen kabul buyurmanızı rica ediyorum. Yine bu vesileden istifadeyle azim hürmet ve değişmez muhabbetimin teminatını beyan ederim. Mutsuhito-Tokyo Sarayı -10.05.1888[30]
Abdülhamid Hân’ın hâtırâtında belirttiği gibi bu yakınlaşmanın başta Rusya olmak üzere bölgedeki diğer güçleri ürkütmemek gerekiyordu. Hem bu sebeple, hem de Abdülhamid Hân’ın Uzakdoğu üzerinde uygulamaya çalıştığı Pan–İslâmizm siyâseti sebebiyle geniş kapsamlı bir misyon belirlendi. Bahriye Miralayı Osman Bey komutasındaki “Ertuğrul Fırkateyni” bu önemli göreve atandı. Böylece hem Prens Komatsu’nun ziyâretine iâde ile Japonya ile muhabbetin artırılması hem de geminin geçeceği rotadaki ülkelerde Müslüman halka Halîfe-i Müslimîn’in mesajının ulaştırılması hedeflenmiştir.
Japon İmparatoru Meiji İstanbul’dan bilgi istiyor
Japon İmparatoru Meiji, 1889 yılında İstanbul`a özel elçiler ve bu elçilerle birlikte; Sultan Abdülhamid’e hediyeler, bir de `özel bir mektup` göndermişti. Özel mektupta ise Japon İmparatoru, Abdülhamid Han`dan, ‘İslâm Dîni, İslâm târîhi, İslâmın içeriği, ilim ve teknolojik gelişmeler, vakıflar, hayır kurumları vs. konuları ile ilgili olarak kendilerine Japonca veyâ Fransızca olarak bilgiler’ gönderilmesini rica etmişti. Japon İmparatoru`nun İslâm Dîni ile ilgili bilgileri isteyen mektubu ve diğer bilgi ve belgeler inkâr edilemeyecek şekilde delilleriyle birlikte arşivlerde bulunmaktadır. Abdülhamid Han, Japon İmparatoru Meiji`nin isteklerini Şeyhülislâm Cemâleddin Efendi`ye açmış ve ilk etapta; tezhipli bir Kurân-ı Kerîm, dahâ bir çok hediye, elçilerle Japon İmparatoru`na gönderilmiş, diğer istediği bilgiler için de süre istenmişti. Dahâ sonra Japon İmparatoru Meiji`nin, İslam Dîni ile ilgili istediği bilgiler, Şeyhülislâm Cemâleddin Efendi`nin başkanlığında bir heyet tarafından hazırlanır ve gönderilir.”[31]
İşte târihî gelişmeler içinde süregelen ilişkiler sonucu Japonya İslâmiyet’e ilgi duymuş ve konumuzla ilgili olan sorular sorulmuştur. Ancak Bediüzzamân’ın bu sorulara eserleri dışında nasıl muhâtap olduğunu, cevapların ne zaman ve ne şekilde verildiği hakkında fazla bir bilgiye sahip değiliz. Devlet arşivlerinin açıklığa kavuşması netîcesinde birçok soruya cevap bulunacağı şüphesizdir.
Devletlerarası ilişkiler sonucunda 1907-1910 yılları arasında Abdürreşid İbrâhim de Asya seyâhati esnâsında Japonya’ya uğrar. Orda birçok aydın kesimden asker ve bürokratla tanışır. İslâmiyet ile ilgili birçok soruya muhâtap olur. İslâmiyet’e olan alâka İmparatorla sınırlı kalmamış. Birçok üst düzey bürokratın da İslâmiyet’i ve Müslümanlığı merak ederek soruşturmaya başladığını gözlemleyebiliyoruz. Japonya ile adı adetâ özdeşleşen ve bu ülkede ilk İslâm tohumlarını atan Abdürreşid İbrâhim, 1884 senesinde ziyâret ettiği devrin pâdişâhı Sultan Abdülhamid’e bir mektup yazarak Japonya’da İslâmın yayılması için Devlet-i Aliyye’nin desteğini ister. Fethi Okyar’ın naklettiğine göre Sultan bu konuda şöyle demektedir: “Japonların Ruslara karşı kazandıkları zaferin arifesinde idi. Japon imparatorluk âilesine mensup bir prens beni ziyâret geldi. İmparatorundan husûsî bir mektup getiriyordu. Benden İslâm Dîni’nin muhtevâsını, îman esaslarını, gàyesini, felsefesini, ibâdet kàidelerini îzah edecek kudrette bir dînî-ilmî hey’et istiyordu. Bunun sebebi vardı, orada İslâmiyet’i yaymayı mukaddes vazîfe sayan Abdürreşid İbrâhim isimli, aslı Kazanlı olan bir Müslüman âliminden mektup almış, Japonya’da İslâm’ı tâmim (yayma) hareketine yardımcı olmam istenmişti. İslâm Âlemi’nin Halîfesi idim, bir tarafta dâimâ iftihar ettiğim ve hizmetkârı olmaya çalıştığım bu âli vazîfe, diğer taraftan rûhumda bu mâhiyette şerefli hizmete duyduğum hasretle, mümkün olan her şey’i yaptım. Fakat bu yardım dahâ çok maddî sahâda kaldı. Çünkü Abdürreşid İbrâhim bizim din adamlarımızdan başka hüviyet içinde idi. Türkçe, Arapça, Farsça’dan başka Rusça ve Japonca biliyordu. Kırk yaşından sonra Fransızca ve Latinceyi öğrendiğini yazmıştı.”[32]
Osmanlı Japonya ilişkileri Sultan Abdülhamid’in idareye geçişi ile başlamış olup, iki ülke arasında iletişim devam etmiştir. İslâmiyet ile ilgili Japonya devletinin özelikle İmparator Meiji zamanında meraklı sualleri Osmanlı devletine ulaştırılmış. Sultan Abdülhamid de bu suallere bigâne kalmamış, Şeyhülislâm makamına tevdi ederek heyetler kurulup cevaplanmasına çalışılmış. Ancak İstanbul uleması ve hocaları 1907’den sonra İstanbul’a gelen Bediüzzaman’a hem bu sualleri, hem de bu münasebetle başka sualleri tevcih etmişler. Böylece Japonların ve Japon devletinin meraklı sualleri Bediüzzaman’ın da gündemine gelmiş. O da gerekli cevapları vermiştir.
Bediüzzaman Japonya’ya Risale-i Nur Gönderiyor
Japon başkumandanı ile Bediüzzaman Hazretleri’nin ahbablığı hakkında, 1951 senesinde asker olarak Kore’ye yollanan Bediüzzaman’ın talebesi ve hizmetkârı Bayram Yüksel Ağabey şöyle anlatır: “Kore’ye gitmek üzere ve gideceğim zaman, gelip Üstâdım Bediüzzaman Said-i Nursi ile vedalaştım. Bana bir Cevşen verdi. “Yedi kat muşambaya sar ve bunu yanında taşı. Hiç korkma! Biz inayet-i Rabbaniye altındayız. Korku hissettiğin zaman beni hatırla. İnkâr-ı Ulûhiyete karşı Kore’ye gitmek lâzım… Japon başkumandanı benim ahbabımdır. Benden ona selâm söyle” dedi ve beş altı adet Risâlelerden vererek “bunları başkumandana ver” demişlerdi.
“Eserleri Japonya’ya götürmemiz lâzım”
Bayram Yüksel Ağabey, bu hâdisenin detayını şöyle anlatıyor: “O zamanlar Nurculuk yoktu. Hep bana Bediüzzamancı derlerdi. Subaylarımız da çok severlerdi. Hattâ bazı subaylar, ben oruç tuttuğum için cephede kendi sularını bana verirlerdi. Üstadımız bana, ‘Bu eserleri Japon Başkomutanına vereceksin’ demişti. Ben de Kore’ye vardığımızda ‘Bu eserleri Japonya’ya acaba nasıl götüreceğim?’ diye merak ediyordum. Mutlaka bu eserleri Japonya’ya götürmem lâzımdı. Ama erlerin Japonya’ya gitmesi yasaktı. Subaylar 15 gün, astsubaylarla bir hafta Tokyo’da izin yaparlar, dönerlerdi.
“Bana bazı Kore’deki hâdiselerden dolayı bölük komutanı ve bazı üsteğmenler söz vermişlerdi; ‘Seni ne yapıp yapıp Tokyo’ya göndereceğiz’ derlerdi. Ben de eserleri Tokyo’ya götürmeyi çok arzu ediyordum. Allah’a hadsiz şükür olsun ki, Üstadımızın arzusu tahakkuk etti. “Oradaki yaralı subayları almak için bizim tabur olduğu gibi Tokyo’ya uğradı. Türkiye’ye dönüşte oradaki yaralı gazileri almak için bizi beş bin kişilik kampa koydular. Ben kumandanlara çıktım. Ben, ‘Üstadım olan Bediüzzaman’ın kitaplarını getirdim. Japon Başkomutanına getirdim, kendisine vereceğim’ dedim. Hiç itiraz etmediler, ‘Yalnız olmaz, yanına iki kişi daha al, git’ dediler. Ben de bizim bölükten namaz kılanlardan bir çavuşla bir er aldım.
“Eserleri yanımıza aldık. Sevinçle hemen bir taksi tuttuk. Zaten adres almıştık. Türkler’in bulunduğu camiye vardık. Caminin müezzinini bulduk. Müezzin bizi evine götürdü, memnun oldu, yemek yedirdi. Sonra Abdülvahab ismindeki reislerinin evine götürdü. Bizimle çok alâkadar oldular. Ben de üstadımızın selâmlarını söyledim. ‘Bu kitapları Üstadımız Japon Başkomutanına gönderdi, o Üstadımın arkadaşı imiş. Üstadla muhabere ederlermiş, İstanbul’da görüşmüşler’[33] dedim. Onlar çok sevindiler. ‘Bizi buraya getiren zaten o zattı. Biz Kazan Türkleri’yiz. Japon ve Rus Harbinden sonra bizler buraya geldik, bize bu camiyi yaptırdı, verdi. Müslümanları çok severdi, maalesef o zat vefat etti. Bizler Üstadı çoktan tanıyoruz. Üstad müstesna insandır. Biz, onu tâ Rusya’da iken takdir ediyorduk. Bak bu camimizi, evimizi Üstadın dostu olan kumandan bize hediye etti’ dedi. (Çok güzel de Türkçe konuşuyorlardı.) ‘Biz bu kitapları neşrederiz’ dediler. “Abdülvahab’ın kerimesi oradaki Türk çocuklarına, Türkçe dersi veriyor, muallimelik yapıyordu. Eserleri kendilerine verdim. Çok memnun oldular. ‘Üstada selâmlarımızı söyleyin, bizlere dua etsin’ dediler.”[34] Böylece Risale-i Nurlar Japonya’ya Bediüzzaman hayattayken bir vesile ile gitmiş oluyor.
Abdülbâkî Çimiç
[1] Bilâl Tunç, Selim Mardin ve Mehmet Çetin
[2] ABIBSNİŞ, Cilt-I, s.813
[3] Mesnevi-i Nuriye,2006,s:384
[4]Eski Said Eserleri,2009,s:175
[5] Eski Said Eserleri,2009,s:175
[6] Muhakemat,2006,s:162-63
[7]Şuâlar (2017), s. 388.
[8] Tarihçe-i Hayat, 2013, s.83
[9] Şuâlar (2017), s. 388.
[10] Mehmet Çetin’in, 19 Şubat 2022, Yeni Asya
[11] http://www.davetci.com/d_biyografi/biyografi_abdurresidibrahim.htm;
[12] Mehmet Çetin’in, 19 Şubat 2022, Yeni Asya
[13] Denizli Mahkemesi Talebe müdaafaları
[14] Afyon Mahkemesi Talebe Müdafaaları, Mustafa Osman’ın müdafaasıdır
[15] Tarihçe-i hayat, 2013, s.81
[16] Şuâ‘lar, 2013 s.572
[17] ABIBSNİŞ, Cilt-I, s.812-14-16
[18] Şuâ‘lar, 2013 s.572
[19] http://www.intl.hiroshima-cu.ac.jp/~yulia/publ/laughter.htm
[20] Mektubat, 2013, s.97
[21] Şuâ‘lar, Y. Asya, 2013, s.572
[22] Mufassal Tarihçe-i Hayât-Cilt: I,1998, s.228
[23] Muhâkemat, Y. Asya, 2013, s.162
[24] Şahiner, Son Şahitler, Cilt-IV,s.386
[25] Tiryak, 1999, s.105
[26] Muhakemat, 2013, s.162
[27] Tarihçe-i Hayat, s. 114
[28] Bu yazımızda da Muhterem Bilâl Tunç ağabeyin dosyasından istifade ettiğimizi belirtmek isteriz.
[29][29][29] https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/267908
[30] http://www.birincikuvvet.com/guncel_/332297-Japonyadan_gelen_mektup_ve_bir_hediye___.html
[31] http://www.netpano.com/haber/3612/Japonya/%C4%B0slam%C4%B1n/E%C5%9Fi%C4%9Finden/D%C3%B6nd%C3%BC
[32] http://www.davetci.com/d_biyografi/biyografi_abdurresidibrahim.htm
[33] Bayram Yüksel ağabeyin “İstanbul’da görüşmüşler” cümlesinin belge ile tasrih edilmesi lazım. Bediüzzaman ile ahbab olması ve haberleşmesi mümkündür.
[34] Şahiner, Son Şahitler, Cilt-IV,s.386