Mustafa Sungur Ağabey anlatıyor: Üstâd buyurdu ki: “İmam-ı Rabbânî ahir hayatında bu Risâle-i Nûr mesleğine girmişti. Fakat onun zamanında bu inkişâf olmadı. Yanlız ona münhasır kalmıştır.” Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri’nin bu tespitini te’yid eden Beşinci Mektup’ta şu ifâdeler geçmektedir. “Madem hakîkat böyledir. Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkadir Geylânî (r.a.) ve Şah-ı Nakşibend (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakâik-i îmâniyenin ve akâid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi.[1]” Beşinci Mektubun ilk satırlarındaki da “İmam-ı Rabbânî de (r.a.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir.[2]” Cümlesi de ma’nidârdır.
Hulûsi Ağabey anlatıyor:
“Bir gün Barla’da ilk mülâkatımızda eski bir hatırasını şöyle anlatmıştı:
“Bitlis’de dört Şeyh vardı. Amma!… Herbirisi İmam-ı Rabbânî ha!… Bunların hepsi beni kendilerine çekmek istiyorlardı. Eski Saîd onların hepsine karşı müstağni kaldı. Onlara dedim:
“Sizin biriniz bana kifâyet etmez. Ben dördünüze de intisâ edeceğim.[3]”
Refet Barutçu ağabey anlatıyor: “Isparta’nın Barla nahiyesinde bulunduğu bir zamanda bir arkadaşımla ziyârete gitmiştim. Bir müddet görüştükten sonra Üstâdımıza şu suali sordum: ‘Efendim Risâle-i Nûr’un bir nüshasında Nakşî Üstâdım İmam-ı Rabbânî ve Kâdirî Üstadım Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî diyorsunuz. Diğer bir nüshasında Üstâdım Kur’ân’dır, başka üstâdım yoktur, buyuruyorsunuz. Hangisinin doğru olduğunu öğrenmek istiyorum’ dedim. Ve şu cevabı aldım: ‘İmam-ı Rabbânî ile Şeyh Abdülkadir-i Geylânî Eski Saîd’i Yeni Saîd’e çeviren Üstâdlardır. Bugün Kur’ân-ı Hakîmin huzurunda ders arkadaşlarımdır’ dedi ve meseleyi tamâmen anladım. Üstâdımızın bu büyük makâmının anlaşılması dolayısıyle, sonsuz bir zevk-i mânevî ile elini öperek yanından ayrıldım.[4]
Barla Lâhikası’nda da şöyle bir ifâde bulunur. “Ey maddî ve mânevî yaralı olan genç kardeşlerim! Ve ey mürşid-i ekmele muhtaç olan ehl-i tarîkat kardeşlerim! Şeyh Abdülkadir-i Geylânî ve Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbânî, İmam-ı Gazâlî, Muhyiddin-i Arabî, Mevlânâ Hâlid (Radıyallahü anhüm) Kaddesallahü esrârehüm Hazretlerinin derece-i kemalâtları, merâtib-i îmânları risâlelerde ve Mektubat’da vardır.[5]”
Ayetü’l-Kübrâ Risâlesi’nde de şu çok önemli açıklama bulunur. “Sonra, o seyyah-ı âlem asırlarda gezerken, müceddid-i elf-i sâni, İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî’nin medresesine rast geldi, girdi; Onu dinledi. O İmam, ders verirken diyordu:
“Bütün tarîkatların en mühim neticesi, hakaik-ı îmaniyenin inkişafıdır.” ve “Birtek mes’ele-i îmaniyenin vuzuh ile inkişafı, bin keramata ve ezvaka müreccahtır.” Hem diyordu: “Eski zamanda, büyük zâtlar demişler ki: “Mütekellimînden ve ilm-i Kelâm ulemasından birisi gelecek, bütün hakaik-i îmaniye ve İslâmiyeyi delail-i akliye ile kemal-i vuzuh ile isbat edecek.” Ben istiyorum ki, ben o olsam, belki (Haşiye) o adamım diye, îman ve tevhid bütün kemalât-ı insaniyenin esası, mayesi, nuru, hayatı olduğunu ve تَفَكُّرُسَاعَةٍخَيْرٌمِنْعِبَادَةِسَنَةٍdüsturu, tefekkürat-ı îmaniyeye ait bulunması ve Nakşî tarîkatında hafî zikrin ehemmiyeti ise, bu çok kıymetdar tefekkürün bir nevi olmasıdır.” diye tâlim ederdi.
Seyyah tamamıyla işitti. Döndü nefsine dedi ki: Madem bu kahraman imam böyle diyor ve madem bir zerre kuvvet-i îmaniyenin ziyadeleşmesi, bir batman marifet ve kemalâttan daha kıymetlidir ve yüz ezvakın balından daha tatlıdır.
Ve madem bin seneden beri îman ve Kur’an aleyhinde teraküm eden Avrupa feylesoflarının itirazları ve şübheleri yol bulup ehl-i îmana hücum ediyor. Ve bir saadet-i ebediyenin ve bir hayat-ı bâkiyenin ve bir Cennet-i daimenin anahtarı, medarı, esası olan erkân-ı îmaniyeyi sarsmak istiyorlar. Elbette herşeyden evvel îmanımızı taklidden tahkike çevirip kuvvetlendirmeliyiz.
Öyle ise, haydi ileri! Gel, bulduğumuz birer dağ kuvvetindeki bu yirmidokuz mertebe-i îmaniyeyi namazın mübarek tesbihatının mübarek adedi olan otuzüç mertebesine iblağ etmek fikriyle, bu ibretgâhın bir üçüncü menzilini daha görmek için Bismillâhirrahmanirrahîm’in anahtarı ile zîhayat âlemindeki idare ve iaşe-i rabbaniyenin kapısını çalmalıyız ve açmalıyız diyerek, mahşer-i acaib ve mecma-i garaib olan bu üçüncü menzilin kapısını istirhamla çaldı بِسْمِاللهِالفَتّاحْile açtı. Üçüncü menzil göründü. Girdi, gördü ki: Dört hakikat-ı muazzama ve muhita o menzili ışıklandırıyorlar ve güneş gibi tevhidi gösteriyorlar.[6]
(Haşiye): Zaman isbat etti ki: O adam, adam değil, Risâle-i Nur’dur. Belki ehl-i keşif, Risâle-i Nur’u ehemmiyetsiz olan tercümanı ve naşiri suretinde -keşiflerinde- müşahede etmişler; “bir adam” demişler.[7]
Bâkî ÇİMİÇ
Dipnotlar:
———————–
[1]Beşinci Mektup
[2]Beşinci Mektup
[3]Son Şahitler 1.Cild, s.318
[4]Son Şahitler 1.Cild, s.380
[5]Barla Lahikası,Mektup No:135
[6]Yedinci Şua
[7]Yedinci Şua-Haşiye