Bediüzzaman’ın İstanbul’a geldiğinde kaldığı yer, Fatih Camii yakınlarında İslâmbol Caddesi’nde Malta Çarşısı’ndaki Şekerci Hanı. Yüz odalı bu han o devrin ileri gelen âlimlerinin ve Osmanlı aydınlarının uğrayıp ikâmet ettiği, sosyal ve kültürel olaylara sık sık sahne olan bir ilim ve irfan merkezi hüviyetinde kullanılıyormuş.
Aslında Şekerci Hanı, Fatih Camii’nin inşâsı sırasında işçi ve ustaların konaklaması için yapılmış ve daha sonraki dönemlerde İstanbul’un kültür merkezi haline gelmiştir. Mehmet Akif, Eşref Edip, Neyzen Tevfik gibi şâir, yazar ve bestekârların uğrak yeri olan ve Bediüzzaman Said Nursi’nin kapısına “Burada her müşkül halledilir, her suale cevap verilir; fakat sual sorulmaz.”[1] levhası astığı önemli bir mekândır. Şekerci Hanı’nın şöhreti Bediüzzaman Said Nursi’nin 1907 yılı sonlarında İstanbul’a gelmesi ve buraya yerleşmesiyle zirveye çıkar. Doğu’da medrese eğitimini tamamlayarak “Bediüzzaman” ünvanını alan Said Nursî, imparatorluğun payitahtına 1907 yılında gelir. İstanbul’a gelişini gazetelerin “Şarkın yalçın kayalıklarından bir ateşpare-i zekâ, İstanbul afakında tulû etti”[2] şeklinde duyurduğu bu genç Said, Şekerci Hanı’na yerleşir.
Bediüzzaman, sadece yerleşmekle kalmaz, Hanın kapısına “Burada hiçbir sual sorulmaz, her suale cevap verilir” levhası astırır. Bunu duyan İstanbul uleması ve halkı Hana akın ederek Bediüzzaman’a en zor soruları yöneltirler. Muhataplarına hiçbir soru sormayan Said Nursî, kendisine sorulan sorulara muhataplarını tatmin edici cevaplar verir. “Hürriyet’ten altı ay evvel İstanbul’da hem ulemâyı ve hem de mekteplileri münâzaraya da‘vet edip kendisi hiç suâl sormadan suâllerine noksansız olarak doğru cevâp verdiğini”[3] eserlerinde böyle haber verir. Bedîüzzamân, İstanbul’a gelişinden yaklaşık iki ay sonra Fatih’teki Şekerci Hanı’nda kalmaya başlamıştır. Ayrıca 1908 yılında “Hürriyet’in birinci senesinde İstanbul’da Cam’ül’l-Ezher’in Reis-i Ulemâsı olan Şeyh Bahid Hazretleri İkinci Meşrutiyetin ilânı günlerinde İstanbul’a geldi. O günlerde elli dört yaşlarında, kâmil bir İslâm âlimiydi. Genç Bediüzzaman ise 29-30 yaşlarında bir deha olarak bütün İstanbul âlimlerine-merhum Mahir İz’in tabir ve ifadesiyle-“Hodri meydan!” nidalarıyla gürleyerek meydan okumuş, “Her suale cevap verilir” diye herkesi münâzaraya davet etmişti.”[4]
Bu meselenin detayını kardeşi Molla Abdülmecid Efendi hatıra defterinde şöyle kaydetmiştir: “Hazret-i Üstâd Ferik Ahmet Paşa’nın evinde mütecahilen (İstanbul’un yabancısı olarak) bir müddet kaldıktan sonra, Şekerci Hanı’na gider, orada ikâmet etmeye başlar. Orada odasının kapısına şöyle bir ilân asar: “Mektep, medrese mensuplarından ve feylesoflardan, dinsiz ve dindarlardan her kimin bir suali varsa, hangi ilimden ve fenden olursa olsun, benden sorabilir. Sizden sual, benden cevab… Fakat ben hiç kimseye sual sormam.” Bu acib ilân üzerine Bediüzzaman, İstanbul uleması ve talebelerinin istila ve hücumuna uğradı. Fakat o, sorulan hiç bir suali cevapsız bırakmadı. Günlerce, haftalarca başarıyla devam eden bu yüce imtihan neticesinde.”[5] İşte Molla Abdülmecid’in ve diğer bütün tarihçe kitaplarının yazdıkları bu harîka, acib ilân üzerine İstanbul’un nazar-ı dikkati hayret ve takdirle Bediüzzaman’ın üzerine celb oldu. Artık herkesin dilinde büyük bir haber olarak “Bediüzzaman Said-i Kürdî her suale cevab veriyor” şeklinde cereyan ediyordu. Tabiî Mabeyn de onun her hal ve hareketini ta’kibden geri durmuyordu. Neticede bir plân düşündüler: “Böyle herşeyi bilen, her suale cevap veren delidir.” diye Bedıüzzaman’ın üzerinden takdir ve hayret nazarlarını gidermek için akıl hastahanesine sevke karar verdiler.
“Mevlid Nasıl okunur ve Mevlûdhanlar” kitabının müellifi Hafız Ali Rıza Sağman Efendi, bu hadise ile ilgili bir hatırasını şöyle anlatır: “1907 kışı idi sanıyorum, İstanbul’un ilmî mahfellerinde, hele medrese bucaklarında birden bire ma’nalı bir fısıltı, ilgilendirici bir dedikodu elektrik hızı ile ağızlara yayıldı, kulakları doldurdu:
“Kürdistan’dan bir adam gelmiş, yaşça çok genç olduğu halde, ilimce kendisine çıkan yokmuş. Bu yaşta bu kadar geniş ilim, ancak “Vehbî” (Allah vergisi) olabilirmiş. Bu zatın kılığı, kıyafeti de dikkat ve hayret çekici imiş. Kendisini görenler, “hammal” zannediyormuş. Çünki çenesinde sakal, başında sarık, sırtında cübbe, ayaklarında şalvar yokmuş. Bu adam bir harîka imiş. Adı, “Said”, lâkabı “Bediüzzaman” imiş…”O târîhte biz çocuktuk. Hakkında tılsımlı haberler duyduğumuz bu zatı görmek sevdasının zebunu olduk. Fakat işittik ki, hâinler bu zatı göz hapsine almışlar. Her yerde serbest gezemiyormuş. Çemberlitaş tarafında bir Han odasında oturuyormuş, falan…” Meşrutiyet’ten sonra, bu zatı görmek, konferanslarını dinlemek nasip oldu. Birinci Cihan Harbi’nden evvel kendisinin elini öpmek de müyesser oldu.[6] Ali Rıza Sağman, aynı kitabında şöyle devam ediyor: “Ne garip tecellidir ki, bu kadar âlim, bu kadar dürüst, bu derece mü’min ve bu nisbette dine, millete ve vatana âşık olan bu zat, o târîhten bu güne kadar bu cennet yurtta ferah bir nefes alamadı. Hangi hükümet iş başına geçtiyse, ilk yumruğunu bu büyük başa vurdu. Fakat iyice anlamış olduk ki, o yumruklar o başa değil, parçalanmaz taşa vurulmuştur. Bediüzzaman hâlâ yaşıyor. Allah vücuduna sıhhat ve afiyet ihsan buyursun.”[7] Evet, Bediüzzaman belki maddeden bu fani âlemden bâkî âleme geçti, ancak şahs-ı mânevîsi, eserleri ve talebeleriyle devam ediyor.
Abdülbâkî Çimiç
[email protected]
[1] Tarihçe-i Hayat, 2013, s.83
[2] Tarihçe-i Hayat, 2013, s.83
[3] Lem’alar,2013,s.416
[4] Son Şahitler 1.Cild s. 177
[5] Hatıra Defteri, Abdülmecid, s.16
[6] Mevlid Nasıl Okunur ve Mevlidhanlar, Ali Rıza Sağman, s. 5
[7] Age,s.5