Avâmın da îmânını tahkîkî yapmak vazîfesi
Risale-i Nur dâvâsı öncelikle îmân ve Kur’ân dâvâsıdır. Çünkü kâinatta bu dâvâdan daha büyük ve ehemmiyetli bir dâvâ yoktur ve olamaz. Önceliğimizi ve konumumuzu buna göre belirlemeli ve yerli yerinde izâh etmemiz gerekir.
Bu sebeple de tahşidat yapmamız gereken mevzular imânî, İslâmî ve Kur’ânî mevzulardır. Bunun dışında kalan mevzular tebeî durumunda olan ve îmân lokomotifine bağlı konulardır. Bu konularla, Risale-i Nur’da yer aldığı kadar, yanlış basmamak için ilgilenmemiz gerekir. Tebeî durumunda olan mevzuların bir kısmı ikinci, üçüncü hatta daha geri derecede konular konumundadır. Ancak hiç önemsiz görmek Risale-i Nur dâvâsına zarardır ve istikamet noktasında vartalara yuvarlanmanın ve âhirzaman fitnelerine âlet olmanın mukaddimesi olabilir. Özellikle Risale-i Nur’un içtimâî ve siyâsî düsturlarını atlayarak sosyal hayatta tavır belirlemenin, isabet edilse de mes’uliyetli olduğu düşünülürse mes’elenin ehemmiyeti anlaşılmış olur.
Bediüzzaman Hazretleri şahsî bir makam dâvâ etmez ve gütmez. Çünkü sırr-ı ihlâs maddî ve mânevî makamları terk etmeyi icap ettirir. Bu sebeple Üstad Bediüzzaman Hazretleri Kur’ân’a ve imâna hizmetkârlığı, maddî ve mânevî bütün makâmlara tercih eder. Risale-i Nur’da bu mânâda (ahirzaman şahıslarıyla ilgili) yapmış olduğu izâhlar ise, sadece hakkı tebliğ ve müceddidliğinin gereği ve vazîfesidir. Ümmetin ihtiyaçlarını izâh ve vuzuha kavuşturmaktır. Bu vazîfesini de kemal derecede ifâ etmiştir.
Bir önceki “Sırr-ı İmtihan, Hikmet-i İbhâm ve Âhirzamanda Gelecek Zât” başlıklı yazımız pek çok olumlu geri bildirim aldı. Bizler özellikle yol gösterici îkazlardan memnun oluyoruz. Bu îkazlar yeni yazılarımızda bizlere hem katkı yapmış oluyor hem de daha detaylı araştırmalarımıza vesile oluyor. Bir nev’î işaret levhaları gibi yol gösterici mahiyette oluyor.
Bir kardeşimiz bizlere yol gösterici mahiyette şu ifadeleri yazmış:
“Ne büyük ve mühim bir mes’ele. Cenâb-ı Hak cümlemizi ihlâs-ı tamme muvaffak kılsın. Konuyu çok güzel hazmetmiş, işlemişsiniz, Allah celle celaluhu razı olsun. Elhak, aleniyet olsa yukarıda belirtmiş olduğunuz hikmetler zayi olurdu. Sadece;—sizin onu kastetmediğinizi bildiğim halde—benim gibi anlayış eksikliği olan birine işaret olsun diye bir noktaya dikkat çekmek istiyorum: Evet normalde tahkiki iman her mü’minden beklenendir. Amma cümlenin melekeleri veyahut sair şartlar buna müsaade etmeyebilir veya herkes her mes’eleyi anlayamaz, bazen itimada binâen kabul ve tasdik eder (“Üstad söylemişse doğrudur” der), maalesef taklid seviyesinde kalır. Hülâsa: Herkes dinin yüksek hakikatlerinin ulviyetini itminan-ı kalb, akıl ve bütün letaifiyle tam manasıyla kavrayamaz ve bazıları o zatın şahsiyetine itimaden kalabalığa uyma şeklinde hidayet dairesine dâhil olarak ve taklid derecesini aşamaz. Bu itibarla her vakit bulunan taklidî imandaki avama; ‘imana zarurî sürüklenmiş, faydasız kuru kalabalık’ şeklinde nazar etmek haksızlık olabilir. (Ebu İrfan)”
Öncelikle bu kavl-i leyyin ve nazik üslûp ve îkazından dolayı kardeşimizi tebrik etmek istiyorum. Bu tür üslûplara çok ihtiyacımız var.
Mes’eleye Risale-i Nur’da şu noktalardan bakabiliriz diye düşünüyorum:
1. ”Şimdi hakikat-i hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan imanı kurtarmak ve imanı, tahkikî bir surette umuma ders vermek, hattâ avamın da imanını tahkikî yapmak vazifesi ise, mânen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici mânâsının tam sarahatini ifade ettiği için, Nur şakirtleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur’da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir diye, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini haklı olarak bir nev’î Mehdî telâkki ediyorlar.”1
Buradaki ifadelerde de “avamın da imanını tahkikî yapmak vazifesi” sanırım kardeşimizin dikkat çekmiş olduğu noktaya açıklık getiriyor olmalı. Demek ki Risale-i Nur avamın da imanını tahkikî yaparak kuru kalabalık noktasındaki mülâhazaya açıklık getirmiştir.
2- Beşinci Şuâ’nın başında “…bu zamanda akîde-i avâm-ı mü’minîni vikaye ve şübehattan muhafaza için yazılmış.”2 ifadesi de avamın imanının takviyeye ve şüphelerden muhafazaya Risale-i Nur’un Beşinci Şuâ ile yaptığı vazife nazar-ı dikkate sunulmuştur.
3- “Bu zamanda onun (Kur’ân’ın) bir mu’cizesi ve nuru olan Risale-i Nur dahi, felsefe-i maddiyeden gelen dehşetli dalâlet-i ilmiyeye karşı, avâm-ı ehl-i imanın, taklîdî olan imanlarını, o dalâlet-i ilmiyenin savletinden kurtarıp, umum ehl-i imana bir nokta-i istinad ve yakın ve uzaklarda olanlara dahi, zaptedilmez bir kale hükmüne geçmiştir ki, bu emsalsiz dehşetli dalâletler içinde, yine avâm-ı mü’minin imanını, şüphelerden ve İslâmiyetini, hakikatsizlik vesveselerinden muhafaza ediyor. Evet, her tarafta, hattâ Hint ve Çin’de ehl-i iman, bu zamanın çok dehşetli dalâletinin galebesinden, ‘Acaba İslâmiyette bir hakikatsizlik mi var ki, sarsılmış?’ diye şüpheye ve vesveseye düştüğü vakit birden işitir ki, bir risale çıkmış, imanın bütün hakikatlerini kat’î ispat eder, felsefeyi mağlûp edip zındıkayı susturuyor, diye anlar. Birden o şüphe ve vesvese zâil olup imanı kurtulur ve kuvvet bulur.”3
Bu noktalardan da mes’eleye yaklaştığımızda Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini haklı olarak bir nev’î Mehdî telâkki edilmesinin hakikati anlaşılmış olmalıdır.
“Evet, o ehl-i iman, lisan-ı hal ile diyecek ki: Madem bu hakikati, bu kadar şiddetli düşmanları çürütemediler ve itiraz edemiyorlar ve şakirtleri, haktan başka onun hizmetinde hiçbir maksat taşımıyorlar. Elbette, o hakikat, ayn-ı hak ve mahz-ı hakikattir diye, bin burhan kadar bir delil hükmünde imanını kuvvetlendirir ve kurtarır; ve ‘İslâmiyette bir hakikatsızlık mı var?’ diye daha evhama düşmeyecekler.”4
Öyleyse öncelikle ehl-i imanın imanını Risale-i Nur ile takviye etmek ve hadsiz düşmanlara karşı dayanıp ehl-i imanın imanını muhafazasına Kur’ân nuruyla vesile olmak zarureti görülüyor. Böylece sırf ehl-i imânın imanını Risale-i Nur ile muhafaza etmek ve kurtarmak vazifesi içerisinde avamın da imanının tahkike çıkarılması gerekiyor ki taklidî imandan tahkikî imana ulaşılsın. Bu noktadan sonra bir önceki yazımıza tetimme olacak birkaç noktaya daha temas etmeye çalışalım.
Mehdîlik mes’elesi peygamberlik gibi izhârı ve ilânı mecbur bir mes’ele ve makâm değildir ki izhâr edilsin ve herkes tarafından bilinsin. Mehdilik, velâyet makâmlarının kemal derecesidir. Velâyet ise ihfası gerekli bir makamdır. Çünkü “Meziyetin varsa hafâ türâbında kalsın, tâ neşvünemâ bulsun. Ey zîhassa-i meşhure, taayyünle zulmetme. Ger perde-i hafânın altında sen kalırsan, ihvânına verirsin ihsan ve bereketi. Herbir ihvânın altında sen çıkması, hem de o sen olması imkân ve ihtimali, herbirine celb eder bir nazar-ı hürmeti. Eğer taayyün edip perde altından çıksan, mükerrem iken altında, üstünde zalim olursun. Güneş iken orada, burada gölge edersin, İhvânını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten. Demek taayyün ve teşahhus zalim birer emirdir. Sahih doğru böyleyse, hem de böyle görürsün.”5 hakikatinin bir tezahürü ihfayı icab eder.
Âhirzamân hadiseleri sırr-ı imtihan, hikmet-i ibham ve mübhemiyeti gerektirir. Çünkü sırr-ı teklif bunu iktiza ediyor. Bu sebeple de fâiller bazen fiil içinde müstemirdir. Çünkü bazen fâil fiilin içinde saklıdır. Bu cihetten âhirzamân hadiselerine bakılırsa bazı perdeler nur-u îmânın dikkatiyle aralanabilir. Burada en önemli nokta Nur-u imânın dikkatiyle bakabilmektir. Bu çok mühim ve önem arz eder. Yoksa sathi kalır ve i’tirazlar, münakâşalar meydan alır.
Bir şeyi bilmek, mahiyetini bilmeyi gerektirmez. Yâni suyu su olarak herkes bilir. Ancak suyun içerisindeki iki hidrojen ve bir oksijeni herkes bilemez ve bilmesi de gerekmez. Aynen öyle de âhirzamân şahıslarını da herkes bilemez. Bilinmemesi onların gelmediğine ve icraatlarını yapmadığına delil olamaz.
Risale-i Nur’da imâmet cihetine heveslilik yoktur. Bediüzzaman Hazretleri bu mânâda şu güzel prensibi bizlere vermiştir. “El-hubbu fillâh” sırrıyla, tarik-i hakta gidenlere refakatle iftihar etmek; ve arkalarından gitmek; ve imamlık şerefini onlara bırakmak; ve o hak yolunda kim olursa olsun kendinden daha iyi olduğunun ihtimaliyle enâniyetinden vazgeçip ihlâsı kazanmak; ve ihlâsla bir dirhem amel, ihlâssız batmanlarla amellere râcih olduğunu bilmekle ve tâbiiyeti dahi, sebeb-i mes’uliyet ve hatarlı olan metbûiyete tercih etmekle o marazdan kurtulur ve ihlâsı kazanır, vazife-i uhreviyesini hakkıyla yapabilir.”6
Mânen her bir zamanın bir hükmü ve hükümrânı vardır. Âhirzamân asrında hâkimiyet, prensipler hâkimiyeti tarzında olacaktır. Kimin aklı keskin, kalbi parlak olursa, yalnız o yükselecektir. Dâvasını ispat edecek ve hâkimiyetini prensipler tarzında eksere kabul ettirecektir. Bu mücahedede elbetteki Kur’ân’ın hâkimiyeti esastır. Hâkimiyet yine İslâm’ın hâkimiyetidir. Fark ise akılları ve kalbleri Kur’ân hakîkatleri ile teshir edebilmek iledir. Cebir ve kuvvet devri geride kalmış, zaman kalb ve aklın Kur’ân hakikatleri karşısında teslim olma zamanıdır. İnsan hürdür, ancak yine de abdullahtır. Hür olan insanın hürriyet-i şer’iyye prensiplerinin âleminde ma’kes bulması önemlidir. İnsanların kalb ve ruhlarında tesir eden hakikat-i Kur’âniye hükümranlığını devam etmesi en ehemmiyetli bir mes’eledir. Her yıl binlerce başka din mensuplarının İslâmiyet ile müşerref olması bizlere hâlen ümid vermiyor olabilir mi?
Bütün mes’ele bizim hakâik-ı Kur’âniyyenin güzelliklerini etvarımızla ilân etmemizdir. Beşeriyet hak dîni aramaktadır. Çünkü insanı hak din olan İslâmiyetten başka hiçbir şey mutmâin edemez. Onun için de beşeriyetin son dinî İslâmiyet olacaktır. Bunun emareleri görülmektedir. Bu noktada İseviler dâhâ fazla intibaha gelmekte ve hüşyar durumdadır. Onların akıllarına ve kalblerine Risale-i Nur’daki Kur’ân hakikatleri hitap ediyor ve kemiyet değil keyfiyet cihetiyle müthiş bir müteveccih vardır. Bunun önüne geçmek ve karşı olmak âdetullaha muhalefet etmektir.
Mehdi ve mehdiyet mes’elesi kuru sloganik bir mes’ele değildir. Önemli olan Kur’ân’ın kudsiyetine gölgesiz ayna olmaktır. Bu mânâda Risale-i Nur’un Kur’ân’a şeffaf bir ayna olduğunu düşünüyoruz. Risale-i Nur’daki meziyet ve mahâret de Kur’ân’a aittir. Kur’ân’sız bir Risale-i Nur düşünmek mümkün değildir. Çünkü Risale-i Nur’un vazîfesi Kur’ân’a ve Efendimizin (asm) sünnetine bu âhirzamân asrında ayna ve vesile olmaktır. Bu sebeple de Risale-i Nur’un müellifi olan Üstadımızın mahiyetini ve şahsiyet-i mâneviyesini kısır çekişmelerin içine dâhil etmek ve tartışmalarla zedelemek yerine onun mahiyetini en mükemmel olarak izah eden eserlerini nazara sunmak ve okunmasını sağlamak en güzel ve tesirli bir yoldur diyoruz ve bu şekilde çalışmaya gayret ediyoruz.
Dipnotlar:
1- Emirdağ Lâhikası-I, 2006, s: 457.
2- Şuâlar, 2006, s: 902.
3- Emirdağ Lâhikası-I, 2006, s: 169.
4- Emirdağ Lâhikası-I, 2006, s: 368.
5- Sözler, Lemaat, 2004, s: 1173.
6- Lem’alar, 2006, s: 379.
02.09.2013
Abdülbâkî ÇİMİÇ