Asrın Mühim ve Hakîkatli Bir Âlimi: Şahs-ı Mânevî

Asrın mühim ve hakikatli bir âlimi: Şahs-ı mânevî

“Bir sene bu risâleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakîkatli bir âlimi olabilir. Eğer anlamasa da, madem Risale-i Nur şakirtlerinin bir şahs-ı mânevîsi var; şüphesiz o şahs-ı mânevî bu zamanın bir âlimidir.”1

Yirmi Birinci İhlâs Lem’asında geçen bu bahis ile ilgili şu tasnifâtları yapabiliriz:
1- Risale-i Nurları bir sene anlayarak ve kabul ederek okuyanlar bu zamanın hakîkatli bir âlimi olmak gibi bir liyâkate sahip olabiliyorlar. Hem de maddî şahıslara intisab etmeden bu şerefe kavuşuyorlar. Ancak “Ben Risale-i Nur’u bir yılda okudum ve tam anladım” iddiası alâmet-i gurur olabilir. Öyleyse buradan farklı bir mânâya yönelmek gerekir kanaatindeyim.
2- Risâle-i Nurlara muhatap olanlar bir yılda risâleleri eğer okusa, ancak anlamasa da yine kayıpta değiller. Çünkü Risale-i Nur’un bir şahs-ı mânevisi var. O şahs-ı mânevî bu zamanın bir âlimidir. İşte o sahs-ı mânevîye tebâiyet sırrı olan ihlâs, sadâkat ve tesanüd hasletleri çok önem arz ediyor.
3- Bu hizmette belki herkes her yere ulaşamıyor olabilir. Ancak o şahs-ı mânevî bir âlim ise, ki öyle, her bir Nur Talebesi o insan-ı kâmil unvanına lâyık şahs-ı mânevî-i vücudun bir uzvu, azası ve hassesi sayılıyor. Birileri yazıyor, birileri koşuyor, birileri okuyor, birileri anlatıyor, birileri neşrediyor, birileri ilanât yapıyor, birileri, birileri, birileri… Yani her bir uzuv, diğer uzuvların mütemmimi oluyor ve vazîfelerini tekemmül ettiriyor. Öyleyse o şahs-ı mânevîye dâhil olan talebeler; Kevser-i Kur’âniye havuzunda hâsıl olan bütün hasenelere ihlâs, sadakat ve tesanüd sıfatları ile sahip olabiliyor.
4- Bizler her meselede liyakât sahibi değiliz. Olmamız da mümkün değil. O halde Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi bütün liyâkatleri ve hizmetleri bünyesinde topluyor. O zaman her birimizin yaptığı hizmet, hepimizin hizmeti oluyor. Böylece “kevser-i Kur’ânî” dediğimiz havuza hep birlikte sahip oluyoruz.
5- Birileri yazmaktan çok şey kazanmazken, birileri de yazamamaktan çok şey kaybetmiyor. Birileri neşretmekten, ilânât yapmaktan, okumaktan ve anlatmaktan çok sevap kazanmadığı gibi bunları yapamayanlar da çok sevap kaybetmiyor. Medrese-i Nuriyeyi beklemek, dershanenin temizliğini yapmak da o kevser-i Kur’âniyeye dehâlet için, ihlâslı olmak ve kardeşlerin fazîletleri ile ruhen yaşamak ve onları o makâmda, fazîlette en ileride görmek olan isâr hasleti bizlere yetmelidir.
6- Bütün güzellikler şahs-ı mânevînin; bütün kusurlar ise şahıslarındır. Haseneler nûrâniyet sırrı ile temessül eder ve herkes aynasının parlaklığı nispetinde (ihlâs-ı taamme sırrıyla) o nûrdan istifâde eder. Nûrânî hizmetlerde durum böyledir. Ancak kebâirler kesif olduğu için onlar in’ikâs etmez. Bizler Risale-i Nurların şahs-ı mânevîsine muhatap olduğumuz için orada biriken bütün sevaplara bitamâmihâ muhatab olabiliriz. O şahs-ı mânevîyeye hatalar, kusurlar ve günahlar sirayet etmez.
Risale-i Nur Talebeleri bütün mahâreti Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsine ve onun aza ve hasselerine bırakırlar ve ene yerine nahnü hakikati ile mukabele ederler.
Madem Risale-i Nur’u okuyup anlamasak da Risale-i Nur şakirtlerinin bir şahs-ı mânevîsi olduğu ve o şahs-ı mânevînin bu zamanda bir âlim olduğu ve o âlimin tasarrufunun ise ferîd makamına mazhar olduğunu biliyoruz. Bediüzzaman Hazretleri o şahs-ı mânevîyi nazara alıyor ve bütün îzâhlarına bu noktadan yaklaşıyor. Ayrıca şu cümleyi söylüyor: “Sizin kalemleriniz ise, o şahs-ı mânevînin parmaklarıdır.” Burayı tahlil ettiğimizde çok ince sırlar inkişâfa başlıyor. Risale-i Nur hizmetinde artık şahıs yok ve şahs-ı mânevî var. Öyleyse Üstad’ın tabirince Risale-i Nur’u yazan kalemler o şahs-ı mânevînin parmakları hükmündedir. Bir insanda nasıl ki parmaklardan başka diğer aza ve hasseler var ise; Risale-i Nur şakirtlerinin şahs-ı mânevîsinde de o kadar aza ve hasseler vardır. Nasıl ki el göze, göz kulağa, kulak ise dile hükmetmiyor ve vazîfelerinin önüne tekaddüm etmeyerek hizmetine yardım ediyorsa, elbette ki Risale-i Nur hizmetinde de her bir aza ve hasse bir vazîfe yapıyor ve o insan-ı kâmil sıfatına lâyık şahs-ı mânevînin hayatı ve devamı için çalışıyorlar. Göz ele “Ben görüyorum sen niçin görmüyorsun” diyebilir mi? El göze “Ben yazıyorum, sen niçin yazmıyorsun” diyebilir mi? Hakezâ… Demek her bir aza ve hasse kendi kabiliyeti miktarınca zerre kadar vazîfesinde inhirâf etmeyerek hakîkî maksatları olan neticeye yani bütün ehl-i îmânı sahil-i selâmete götürmeye çalışıyorlar.
Evet, şahs-ı mânevî bütün aza ve hasseleriyle vazîfesini derûhte ediyor. Bu dâvâda ne yazan çok kârda ne de yazamayan zararda. Bu dâvâda ne koşan, neşreden ve okuyan çok kârda ne de bunları yapamayan zararda. Ve hakezâ… Çünkü şirket-i mânevîye çalışıyor. Önemli olan “Emvâl-i uhreviyede sırr-ı ihlâs ile iştirak ve sırr-ı uhuvvet ile tesanüd ve sırr-ı ittihad ile teşrikü’l-mesâi, o iştirak-i a’mâlden hâsıl olan umûm yekûn ve umûm nûr herbirinin defter-i a’mâline bitamâmihâ gireceği,”2 sırrının tahakkuk etmesidir.
Şimdi ben, biz olmak zorundadır. Risale-i Nur’un hayatımıza küllî olarak yansıması ve mâkes bulması için önce bu sırra ulaşmamız gerekiyor. Çünkü bu dâvâda artık şahıs yok, şahısların ferdî imtiyazı da yok, anlıyoruz. Bütün haseneler şahs-ı mânevînin ve bütün seyyieler ise şahıslarındır. “Ben ümmî ve kalemsiz olduğum için, sizin kalemleriniz benim kalemim sayılır” diyen bir Üstad’a muhatabız artık. Hâlbûki Üstadımız bütün bütün kalemsiz değildi. Ancak kendisini ümmî telâkkî ediyor ve kardeşlerinin meziyetleri ile iftihar ediyor. Onların çalışmalarının şahs-ı mânevî havuzuna dâhil olduğunu söylüyor. “Evet, bahtiyar odur ki, kevser-i Kur’ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enâniyetini o havuz içine atıp eritendir.”3
Öyleyse asrın sahibine kulak vermek ve şahs-ı mânevîyeye itimad etmek, şahs-ı mânevîyeye zarar verecek haletlerden kaçınmak en önemli vazifelerimizden birisi olması gerekiyor. Çünkü Bediüzzaman’ın en önemli tavsiyesi şudur: ”Aziz kardeşlerim! Evvel âhir tavsiyemiz, tesanüdünüzü muhafaza; enâniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır.”4

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]

Dipnotlar:
1- Lem’alar, 2004, s: 404.
2- Lem’alar, 2005, s: 399.
3- Lem’alar, 2005, s: 401.
4- Şuâlar, 2005, s: 494.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir