Asrın Ezberini Bozan Adam: Bid’atüzzamân
Yaşadığı asır hakkında Efendimiz(sav)’in ihbâr ve îkazları vardı Bedîüzzamân’ın. Bu ihbârlar, bu asrın insanlık tarîhi boyunca çok dehşetli ve şiddetli geçeceğini beyan ediyordu. Helâket, felaket asrı; fitne ve fesad asrı olarak ta’rif edilmişti bu zaman dilimi. Çünkü zaman ahirzamândı! Bu ahirzaman asrı çok çalkalanacak diyordu asrın sahibi. Çok sırları ve olayları da içinde taşıyacaktı bu meş’um asır. Öyleyse bu ahirzaman asrında vazîfeli olacak olan Zât da, diğer asırlarda vazîfeli olan zâtlardan farklı isim, unvan, özellik ve güzellikler taşımalıydı. Yaşadığı asrın tekdüze alışkanlıklarına uymayan, hak ve hakîkati incitmeden bütün zeminlerde söyleyen, zalimlerin zulmüne boyun eğmeyen, hakkın hatırını her hatırdan üstün tutan bir duruş gerektiriyordu bu ahirzaman. İşte Bid’atüzzamân bu duruşları yapmayı gerektiren bir unvan idi ki, bu asra bu isimle de müsemma olmaya layık oldu Bediüzzaman! Çünkü O, şimdinin Bid’atüzzâman’ıdır. Kendi ta’birince de“Şu fakir, garip Nursî ki, “Bid’atüzzaman” lâkabıyla müsemmâ olmaya layık iken, haberi olmadan “Bedîüzzamân” ile meşhur olan bîçare, tedennî-i milletten ciğeri yanmış gibi feryad ü figan ederek, “Ah, ah, ah! Vâ esefâ!” der ki:…”[1]diyerek “Bid’atüzzaman” oluşunun ipuçlarını göstermektedir.
Yazımızın başlığını “Asrın Ezberini Bozan Adam: Bid’atüzzamân” olarak seçtik. Onun için yazımızın bu kısmında Üstâd Hazretleri’nin niçin “Bid’atüzzaman” oluşunu ve nasıl “Asrın Ezberini Bozduğunu” hayatından kısa kısa kesitlerle göstermeye çalışalım ve O, niçin Bid’atüzzaman lâkabıyla müsemmâ olmaya kendini layık görüyor? Anlamaya çalışalım inşâallah.
Bid’atüzzaman; zamanın bid’ası, zamanın acîb ve garibi, zamanın şartlarına uymayan mânâsı ile lügâtlerde açıklanmıştır.Zamanın görülmemişi ve harîka olanı olarak da kabûl edilebilir. Zaten hep öyle oldu Bid’atüzzamân. Herkesin gittiği ve aktığı yere gitmedi hiçbir zaman. Her yerde farklılığını gösterdi anbean. Uymadı uyulmayacak fikir ve duruşlara her zaman. Haykırdı doğruları hak bildiği an. Korkutamadı O’nu tahakküm, zulüm ve zindan. Çok bağırdı asr-ı sâlis-i aşrın (yani onüçüncü asrın) minaresinin başından. Câmiye dave etti sureten medenî ve dinde lâkayd ve fikren mazinin en derin derelerinde olanlarından.[2]
Öncelikle İslâm’ın ma’ruz kaldığı tehlikeleri tâ’mîr vazîfesi ile vazîfeli olan asrın Bid’atüzzamân’ı elbetteki bu unvana hakîkî olarak sahip olmalıdır. Çünkü “Risâle-i Nur, yalnız bir cüz’î tahrîbâtı, bir küçük haneyi tâ’mîr etmiyor. Belki küllî bir tahrîbâtı ve İslâmiyeti içine alan, dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhît kal’ayı tâ’mîr ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedârik ve terâküm edilen müfsid âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umûmî ve efkâr-ı âmmeyi ve umûmun bâhusus avam-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeairler kırılması ile bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umûmîyi, Kur’ân’ın i’cazıyla o geniş yaralarını Kur’ânın ve îmânın ilâçları ile tedâvi etmeğe çalışıyor.”[3]Böyle bir vazîfe ile muvazzaf olan bir zât ancak ve ancak “Bid’atüzzamân” unvanı ile anılmalı ve bu unvana sahip olmalıdır.
“Bid’atüzzamân”, tâ sabevette iken bulunduğu karyesinde ilim meclislerine katılarak diğer insanların ilgi ve alâkasına mazhar olmuş ve nazar-ı dikkati celb ederek farklı ve o zamanın çocuklarına uymayan meziyet ve özellikler göstermiştir. Yine küçük yaşlarda Pirmis karyesine, sonra Hizan Şeyhinin yaylasına gitti. Burada da tahakküme tahammülsüzlüğü, dört talebe ile geçinmemesine sebep oldu. Bu dört talebe birleşip kendisini daima tâciz ettiklerinden, birgün Şeyh Seyyid Nur Muhammed Hazretlerinin huzuruna çıkıp, izhar-ı acz ile, arkadaşlarını şikâyet etmeyerek şöyle dedi: “Şeyh efendi, bunlara söyleyiniz, benimle dövüştükleri vakit dördü birden olmasınlar, ikişer ikişer gelsinler.[4]” Böylece bir kez daha hem hocası Seyyid Nur Muhammed’in hem de medresedeki diğer talebelerin dikkatini çekerek yine ezber bozarak çocuk yaşta büyük insanların dahi cesaret edemediği şecâati ve kahramanlığı göstererek üzerine yürüyen talebelerin ikişer ikişer gelmesini istedi.
Tillo’da iken, bir gece Şeyh Abdülkadir-i Geylânî (k.s.) Hazretlerini rüyasında görür. Geylânî Hazretleri (k.s.) kendisine hitaben, “Molla Saîd! Mîran aşireti reisi Mustafa Paşaya gidiniz ve kendisini tarik-i hidayete dâvet ediniz. Yaptığı zulümden vazgeçerek namaza ve emr-i mârufa müdâvim olmasını tavsiye ediniz. Aksi takdirde öldürünüz.[5]” Der. Bunun üzerine Molla Saîd, Mîran aşireti reisi Mustafa Paşaya gider “Seni hidayete getirmeye geldim. Ya zulmü terk edip namazını kılacaksın veyahut seni öldüreceğim[6]” dedikten sonra aralarında münâkaşalı bir muhavere geçer. Molla Saîd burada da kimsenin cesaret edemeyeceği şecâati gösterir ve Mîran aşireti reisi Mustafa Paşa’nın Cezire’de çok âlimlerini münâzarada mağlup ederek şahsî cesaretinin yanında ilmî hüviyetini ve üstünlüğünü de ispat eder.
Birinci Cihan Harbinde Ruslar Van ve Muş tarafını istilâ edip, üç fırka ile Bitlis’e hücum ettiği sırada “Öyleyse ben, ya ölürüm veya o topları getiririm” diyerek üç yüz gönüllünün başına geçmesi, “Aman geri çekilsin!” emri karşısında “Bu kâfirlerin güllesi beni öldürmeyecek!”[7] diyerek harbe devam etmesi de herkesin yapamayacağı bir duruş ve cesaret olarak tarihte yerini almıştır.
Diğer yandan Rusun Başkumandanı kasten önünden üç defa geçtiği halde ayağa kalkmayan ve tenezzül etmeyen ve onun idam tehdidine karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza için ona başını eğmeyen; İstanbul’u istilâ eden İngiliz Başkumandanına ve onun vasıtasıyla fetva verenlere karşı, İslâmiyet şerefi için, idam tehdidine beş para ehemmiyet vermeyen ve “Tükürün zâlimlerin o hayâsız yüzüne!” cümlesiyle ve matbuat lisânıyla karşılayan; ve Mustafa Kemal’in elli mebus içinde hiddetine ehemmiyet vermeyip, “Namaz kılmayan haindir” diyen; ve Divan-ı Harb-i Örfî’nin dehşetli suallerine karşı, “Şeriatın tek bir meselesine ruhumu feda etmeye hazırım” deyip dalkavukluk etmeyen; ve yirmi sekiz sene, gâvurlara benzememek için inzivayı ihtiyar eden bir İslâm fedâisi ve hakîkat-ı Kur’âniyenin fedakâr hizmetkârı[8] elbette ki imânı, i’tikadı, duruşu, şecâati ve salâbeti ile Bid’atüzzaman unvanına sahip olduğunun delilleridir bunlar.
Kendisine yapılan zulümlere boyun eğmeyen, mahkeme müdafâalarında Eski Saîd Döneminde İstanbul’da “bir nutuk ile, isyan eden sekiz taburu itâate getiren ve kırk sene evvel bir makalesiyle binler adamı kendine taraftar yapan ve mezkûr üç dehşetli kumandanlara karşı korkmayan ve dalkavukluk yapmayan ve mahkemelerde, başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa ve her gün biri kesilse, zındıkaya ve dalalete teslim-i silâh edip vatan ve millet ve İslâmiyete hıyanet etmem, hakîkat-ı Kur’âna feda olan bu başımı zalimlere eğmem diyen[9]” bir fedakâr insan elbette ki “Bid’atüzzamân” ismi ile müsemma olmaya elyaktır.
Diğer taraftan meşrutiyeti şeriat namına alkışlayan, “Meşrutiyetin ruhu şeriattandır.” Diyerek onun meşruiyetini Kur’ân ve sünnete uygun olarak delillendiren; İstibdad, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itâat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itâat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar.[10]“ diyen; “Fakat meşru, hakikî meşrutiyetin müsemmasına ahd ü peyman ettiğimden, istibdad ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet libası giysin ve ismini taksın; rast gelsem sille vuracağım.”[11]Diye izah yapan ender bir zattır Bid’atüzzamân.
Kendisine kurulan bütün tuzakları bozan, müsbet hareket düsturu ile masumları zulümden kurtaran, dahilde menfî harekete kesinlikle izin vermeyen, ümmet adına bedeller ödeyen bir zattır Bid’atüzzamân.
Kendi elemlerime tahammül eden; “fakat ehl-i İslâmın eleminden gelen teellümât beni ezdi. Âlem-i İslâma indirilen darbelerin, en evvel kalbime indiğini hissediyorum.”[12]Diyerek âlem-i İslâm için ızdırab ve çile çeken bir kahramadı Bid’atüzzamân.
Kendisine zulmedenlere Risâle-i Nurlarla îmânlarını kurtarmak şartıyla hakkını helal eden; talebelerine sakın intikamımı almaya kalkmayın diye vasiyet eden; bütün ömrünü harb meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçiren; çekmediği cefa, görmediği eza kalmayan; Divan-ı Harblerde bir câni gibi muamele görüp, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollanan; memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men’edilen; defalarca zehirlenen; türlü türlü hakaretlere maruz kalan[13] “Asırlardan beri beklenilen ve muntazır kalınan zât”[14]tır Bid’atüzzamân.
Bid’atüzzamân’ın duruşları, yaşadığı asırda ezber bozan şecâat ve kahramanlığı ile ilgili belki de sayfalarca yazı yazılabilir. Şimdilik bu kadarını yeterli görüp “Bid’atüzzamân” unvanının duruşunu yaptığı hizmetlerle bizzat ortaya koyan, Üstâd’dan sonra hak ve hakîkatin susmaz ve korkmaz bir sesi ve nefesi olan; Zübeyrî çizgiden şaşmadan ve aşmadan cesaretle yürüyen; korkmayan ve yılmayan; aldanmayan ve aldatmayan; herkesin zâhiri heyecanlı siyâsi hareketler ve hâdiseler karşısında mihenge vurmadan daldığı gibi dalmayan; her sözün kalbe girmesine yol vermeyip meşveret-i şer’iye ile mihenge vuran; şahs-ı mânevîyi daimi ve sarsılmaz bir mürşid bilen; az mütehassis, metin ve sağırca bir şahs-ı mânevîye i’timad eden bir kısım “Talebelerin” duruşudur “Bid’atüzzamân”! Onlar, ne kadar da az olsalar mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar. Çünkü tebeddül etmeyen bir hakîkate dayanıp bağlanmışlar. Ve kökleri, metin bir hakîkate girmiş, kopmuyor.
Abdülbâkî ÇİMİÇ
Dipnotlar:
——————————————————————————–
[1]Muhakemat,2006,s:23
[2]Münazarat, s:49
[3]Kastamonu Lahikası, s:30
[4]Tarihçe-i Hayat, s:31
[5]Tarihçe-i Hayat, s:40
[6]Tarihçe-i Hayat, s:40
[7]Tarihçe-i Hayat, s:11
[8]Nur Çeşmesi, s:134
[9]Şualar, s:450
[10]Divan-ı Harb-i Örfi, s:15
[11]Divan-ı Harb-i Örfi, s:33
[12] Tarihçe-i Hayat, s:137
[13]Tarihçe-i Hayat, s:629
[14]Barla Lahikası, s:143