Bu aşamadan sonra önce sözü Risâle-i Nûrlara bırakmak istiyorum ki nazarlarımız afaktan enfüse dönebilsin. Nefislerden dahâ çok hakîkatler konuşsun. Ondan sonra şahsî yazılarımıza ve îzâhlarımıza bu prensipler doğrultusunda devam ederiz.
“Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelimeyle dört kelâm öğrendim; tafsilen beyan edilecektir. Burada, yalnız icmalen işaret edilecektir. Kelimelerden maksat, mânâ-yı harfî, mânâ-yı ismî, niyet, nazar’dır. Şöyle ki:
Evet, herşeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakka bakar, diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakka bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hakka bakan cihet-i isnadı gösterecek bir perde gibi olmalıdır. Binaenaleyh, nimete bakıldığı zaman Mün’im, san’ata bakıldığı zaman Sâni, esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir.Ve keza, nazarla niyet mahiyet-i eşyayı tağyir eder. Günahı sevaba, sevabı günaha kalb eder. Evet, niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalb eder. Maddiyata esbab hesabıyla bakılırsa cehalettir. Allah hesabıyla olursa mârifet-i ilâhiyedir.(Mesnevî-i Nuriye -Katre)”
Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde, kesret fikrini dağıtır. Evham ise havalandırır, enâniyetin kalınlaşır. Gafletin kuvvet bulur, tabiata kalb eder. İşte dalâlete isâl eden kesret yolu budur.(Mesnevî-i Nuriye -Zühre)”
“Cenab-ı Hakkın mâsivâsına yapılan muhabbet iki çeşit olur. Birisi yukarıdan aşağıya nâzil olur; diğeri aşağıdan yukarıya çıkar. Şöyle ki:
Bir insan en evvel muhabbetini Allah’a verirse, onun muhabbeti dolayısıyla Allah’ın sevdiği herşeyi sever. Ve mahlûkata taksim ettiği muhabbeti, Allah’a olan muhabbetini tenkis değil, tezyid eder.
İkinci kısım ise, en evvel esbabı sever ve bu muhabbetini Allah’ı sevmeye vesile yapar. Bu kısım muhabbet, topluluğunu muhafaza edemez, dağılır. Ve bazan da kavî bir esbaba rastgelir. Onun muhabbetini mânâ-yı ismiyle tamamen cezb eder, helâkete sebep olur. Şayet Allah’a vâsıl olsa da, vüsulü nâkıs olur.(Mesnevî-i Nuriye -Katre)”
“Otuz seneden beri iki tâğut ile mücadelem vardır. Biri insandadır, diğeri âlemdedir. Biri ene’dir, diğeri tabiattır. Birinci tâğutu gayr-ı kastî, gölgevâri bir ayna gibi gördüm. Fakat o tâğutu kasten veya bizzat nazar-ı ehemmiyete alanlar, Nemrud ve Firavun olurlar.
İkinci tâğut ise, onu İlâhî bir san’at, Rahmânî bir sıbğat, yani nakışlı bir boya şeklinde gördüm. Fakat gaflet nazarıyla bakılırsa, tabiat zannedilir ve maddiyunlarca bir ilâh olur. Maahaza, o tabiat zannedilen şey, İlâhî bir san’attır. Cenab-ı Hakka hamd ve şükürler olsun ki, Kur’ân’ın feyziyle, mezkûr mücadelem her iki tâğutun ölümüyle ve her iki sanemin kırılmasıyla neticelendi.
Evet, Nokta, Katre, Zerre, Şemme, Habbe, Hubâb risalelerinde ispat ve îzâh edildiği gibi, mevhum olan tabiat perdesi parçalanarak altında şeriat-ı fıtriye-i İlâhiye ve san’at-ı şuuriye-i Rahmâniye güneş gibi ortaya çıkmıştır. Ve keza, firavunluğa delâlet eden ene’den, Sâni-i Zülcelâle râci olan Hüve tebârüz etti.(Mesnevî-i Nuriye -Habbe)”
Esbap dairesi ve müessir-i hakiki ile ilgili kısımlarlarla konuya devam edelim.
“Ey daire-i esbabdan zuhur eden işleri, hadiseleri esbaba isnad eden gafil, cahil!
Mal sahibi zannettiğin esbab, mal sahibi değillerdir. Asıl mal sahibi, onların arkasında iş gören kudret-i ezeliyedir. Onlar, ancak o kudretten gelen hakikî te’sîrleri ilân ve neşretmekle muvazzaftırlar. Demek, daire-i esbab, hükûmetin kalem dairesi hükmündedir ki, yukarıdan gelen emirlerin tebliğatı o daireden yapılıyor. Çünkü, izzet ve azamet perdeyi iktizâ eder; tevhid ve celâl dahi şirketi reddeder, te’sîri esbaba vermiyor.
Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki, esbab ellerini çeksinler te’sîr-i hakikîden.
(Mesnevî-i Nuriye -Lem’alar)”
Tabiî ki gelişen içtimâî ve sosyal hâdiselerde de tesâdüf yoktur. Her hâdisenin altında bize bakan cihetlerde hikmetler ve dersler; Raabbimize bakan melekût cihetinde ise güzellikler vardır. Sebeplerin ise kesinlikle te’sîrleri yoktur. Bu sebepler kudretin ilanatçıları ve şahitleridir. Bu sebeplerin içersinde ihtiyâr sahibi olan insanlarda esbâb dairesinin içersindedirler. Ancak insan irâde-i cüziyyesi ile yaptığı tercihlerinden sorumludur.Şimdi birazda gelişen hâdiselerin altındaki hikmetleri ve dersleri anlamaya gayret edelim. Bu hâdiselere Kur’ânî ve tevhidî bakış açıları ile bakmaya çalışalım. Nereye gidiyoruz ve nasıl ve nerede durmalıyız tahlillerini yapmaya çalışalım. İnsanın yaratılış gâyesi îmân ve duâdır. Esmâ-i hüsnâya ayinadarlık yapmaktır. Elmas kabiliyetlerini inkişaf ettirerek mânevî terakkilere ulaşmaktır. Bu vazîfelerinde ise önce merkeze enfüsî tefekkürü alarak marifetullaha ulaşmalıdır. Yoksa enfüsü terkederek afaka dalarsa bu ma’lûmatlar nazarını dağıtır ve de ba’zen afaktaki kuvvetli esbaplar kendine o kişiyi celbeder bu esbâba mânâ-i ismî ile bakmaya ve gelişen hadiseleri esbâbtan zuhûr ettiğine aldanmalar başlar ki işte tamda kırılma bu aşamada baş gösterir. Çünkü çürüme ilk kırılmanın olduğu yerden başlar. Kişi enfüsî boyuttaki îmân, duâ ve ubûdiyet vazîfelerini atlayarak hâdise-i âlemin geniş dairesindeki etki alanında olmayan sadece ilgi alanında olan ve de arasıra vazîfesi bulunan boğuşmaları ta’kîb etmeye başlar ki bu vehim ve vesveseler kalbi ve vicdanı dahâ da ileri rûhu sıkmaya başlar. İşte bu sırdan dolayıdır ki Üstad Hazretleri “Siyâset kalpleri ifsâd, akılları geveze eder.” der.
Şimdi asr-ı saadetten bir bakış açısı ile olayları anlamaya çalışalım. Efendimiz(asm) vezîfeye başladığında Mekke müşrikleri kendisine gelmişler ve Mekkenin krallığını, para ve en güzel hanımları teklif etmişlerdir. Yeter ki Efendimiz (asm) dâvâsından vazgeçsin. Ancak Peygamberimiz (asm) bir elime ayı diğer elime güneşi verseniz ben dâvâmdan vaz geçmem demiştir. Öyleyse peygamberimizin dâvâm dediği acaba neydi? Bu dâvâ siyaset dâvâsı olsa idi zaten bunu müşrikler vermişlerdi. Demekki siyaset dâvâsından dahâ zarûrî ve Allah’ın marziyâtı olan dâvâ îmân ve tevhid dâvâsı idi. Sonuç ne oldu? Belki de şer gibi görünen Mekke’den göç edildi. Yanî hicret. Şimdi de bizden bir hicret istenmiş olmasın? Rabbimiz îmâna, duâya ve de kulluğa bir hicret edin kullarım diye bu musîbetletle bizlere ders vermesin? Çünkü Medine’de o îmân, duâ ve kulluk kalblerde ma’kes budu, sonra ise Allah’ın rızâsı tahakkuk etti ki Mekke çok kolay bir şekilde fetholdu. O zaman ferec ve fütûhât için önce Mekkî bir îmân ve duruş, kalbî hicrettten sonra Medine gibi bir hayat ve sonunda ise yine Mekkî bir futûhât olması gerekiyor.
Mal sahibi zannettiğin esbab, mal sahibi değillerdir. Asıl mal sahibi, onların arkasında iş gören kudret-i ezeliyedir. Onlar, ancak o kudretten gelen hakikî te’sîrleri ilân ve neşretmekle muvazzaftırlar. Demek, daire-i esbab, hükûmetin kalem dairesi hükmündedir ki, yukarıdan gelen emirlerin tebliğatı o daireden yapılıyor. Çünkü, izzet ve azamet perdeyi iktizâ eder; tevhid ve celâl dahi şirketi reddeder, te’sîri esbaba vermiyor.
Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki, esbab ellerini çeksinler te’sîr-i hakikîden. (Mesnevî-i Nuriye – Lem’alar)