Asırlardan Beri Beklenilen Zâtın Cümle-i Vezâifi

Asırlardan beri beklenilen zâtın cümle-i vezâifi

Risâle-i Nur müellifinin çok dairelerde vazîfesi olduğu malûmdur.

Bunlar “siyâset âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihad âlemindeki çok dâirelerde icraâtları…”1dır.

Bu dairelerdeki icraâtların Fihrist Risâlesi’nin İkinci Cildi olan Onuncu Şuâ’daki izahı şöyledir: “On dokuzuncusu: Âhirzaman alâmetlerinden olup, Âl-i Beyt-i Nebevî’den çıkacak olan Hazret-i Mehdi (ra) hakkında ayrı ayrı rivayetler var. Bu rivâyâtın te’vili ile beraber büyük Mehdi’nin dört ehemmiyetli vazîfesinin ve daha evvel gelip geçen küçük Mehdiler büyük Mehdinin bir kısım vazîfelerini bir cihette icra ettiklerini ve Âl-i Beyt kadar Şeriat-ı Muhammediye’yi (asm) ve hakâik-ı Kur’âniyeyi ve sünnet-i Ahmediyeyi (asm) ihyâ ve ilân ve icrâ eden hiçbir nesil olmadığı gibi, büyük Mehdinin Âl-i Beyt’e mensup kumandanların başında İslâmiyetin kemal-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya gösterecek, âhirzamanda gelen başkumandanları olduğunu bildirmektedir.”2

Yine Fihrist Risalesi’nde “Risâle-i Nur’un ehemmiyetli ve kahraman şakirdi bir kardeşimizin takrizidir” kısmında şu açıklamalar mevcuttur: “Tevafukat-ı latîfe Risâle-i Nur’un silsile-i kerâmâtından olduğu cihetle, Beşinci Şuâ’nın On Dokuzuncu Meselesinde o Âl-i Beyt’ten olan Seyyid Zât-ı Muntazır’ın cümle-i vezâifinden olarak, 1. Siyaset âleminde, 2. Diyânet âleminde, 3. Saltanat âleminde, 4. Cihad âleminde olmak üzere icrâ ettiği vazîfe daireleri Risâle-i Nur’un Tarihçe-i Hayatı’yla tam müşâbeheti ve iltibassız tevafukâtı çok ehemmiyetlidir. Demek Nur Risâleleri o gelecek Zâtın bir müjdecisi, bir talebesidir. Çabuk gelen bir neferidir. Biz de o hayat-ı mübarekin dört ayrı safâhatında aynen bu daireleri müşâhede ediyoruz:

1. Siyaset âlemindeki safhayı mukaddeme-i meşrûtiyette İstanbul’a bir talebesinin gelmesiyle harb-i umûmînin nihayetine kadar olan devrede aynen görüyoruz.

2. Diyanet âlemindeki tevafuk ise; İ’tilâf devletlerinin İstanbul’u işgali hengâmında ve en mağrur devrelerinde o şâkirdin “Hutuvat-ı Sitte” eseriyle o mağrur galiplerin hayasız yüzlerine -tehlike yüzde yüz olduğu halde- tükürüp, mânen tokatlaması üzerine o zamanki Ankara hükûmeti Risâle-i Nur’un o şakirdini Ankara’ya dâvet etmişti. Orada dehşetli bir şahısta, Beşinci Şuâ’da beyan edilen işaretleri görerek, bütün bütün siyeseti ve dünyayı terk ederek Van’da bir mağarada hayat-ı mübarekelerini ibadete hasrettikleri devreye aynen intibak ve tevafuk etmektedir.

3. Saltanat âlemindeki vazîfeye gelince: Meşhur Şeyh Said hadisesinden sonra garba, menfaya gönderilerek Rahmet-i İlâhiye ile Risâle-i Nur’un telifine zemin hazırlayıp, Risâle-i Nur kemâl-i haşmetle envârını rûy-i zemine yaymaya başladığı zamandır ki, hakâik-i îmâniyenin ve Kur’ân’ın görülmemiş bir surette taarruza uğradığı bir devrede Risâle-i Nur, hayrette kalmış, yollarını şaşırmış, îmânları tezelzüle uğramış Müslümanlar için bir âb-ı hayat misaliyle, Hızır gibi, onların imdatlarına yetişmiş, onları hayretten kurtarmış; dehşetten sürura çıkarmış ve Risâle-i Nur yüzbinler ve milyonlar gönülde “Üstadım, Üstadım” denilerek milyonlar kalblerde kurulan mânevî tahta oturmuş ve böylece Risâle-i Nur kalblerin bir sultanı olmuştur. İşte bu safhada üçüncü vazîfeye aynen tevafuk ederek, o hakikatı imzalamaktadırlar.”3

Din bir imtihandır, akla kapı açıp iradeyi elden almaz. Özellikle istikbale ait vukuat-ı ahirzamana dair meseleler sırr-ı imtihan ve hikmet-i ibham gereğince perdelidir. Görüldüğü üzere Risâle-i Nur eserleri ümmetin beklentilerine ve suallerine tereddütsüz cevap veriyor. Her bir meselenin mühim parçaları Risâle-i Nur eserlerinin müteferrik yerlerine serpiştirilerek sırr-ı imtihan ve hikmet-i ibham hakikati tahakkuk etmiştir. Ahirzamana ait meselelerde bu sır daha da perdeli olarak Külliyatta yerini almıştır. Yap-boz parçaları gibi resmin müteferrik kısımları bir araya getirilirse sırr-ı imtihan ve hikmet-i ibham perdesi şeffaflaşabilir. Beşinci Şuâ, On Dokuzuncu Meselede büyük mehdinin vazîfeleri şahıs ismi verilmeden genel hatlarıyla ortaya koyulurken bu meselenin izahatı ve teferruatı Fihrist Risâlesi’nde detaylandırılarak sırr-ı imtihan ve hikmet-i ibham perdesinin şeffaflaşmasına vesile olunmuştur. Eğer Fihrist Risâlesi’ndeki ilgili izahatlara ulaşılamaz ise meselenin anlaşılması zor olacaktır. Özellikle On Dokuzuncu Meseledeki “Ve siyaset âlemindeki vazîfe için Fihrist Risâlesi’ndeki ‘Siyaset âlemindeki safhayı mukaddeme-i meşrûtiyette İstanbul’a bir talebesinin gelmesiyle harb-i umuminin nihayetine kadar olan devrede aynen görüyoruz.”4 ifadeleri Bediüzzaman Hazretleri’nin Tarihçe-i Hayatı’nda ifade edilen 1907’de İstanbul’a gidişi ile Eski Harb-i Umumi ile birlikte (1914–1918), İstanbul’un işgali ve nihayetinde 1922’de Ankara’ya gelişi arasında geçen zamanı göstermektedir. Bu tarihler arası Bediüzzaman Hazretleri’nin Eski Said devresidir. Bu zaman dilimi içerisinde Bediüzzaman Hazretleri içtimâî ve siyâsî hayatın içerisindedir. Telif edilen eserlerin ekserisi de içtimâî ve siyâsî eserlerdir.

Diyanet âlemindeki vazîfe ise; İ’tilâf devletlerinin İstanbul’u işgali hengâmında ve en mağrur devrelerinde o şâkirdin (Said Nursî) “Hutuvat-ı Sitte” eseriyle başlayıp devam etmiştir. Bu zaman dilimi 1920’lerden 1950’ye kadar sürmüştür. Bu süre Bediüzzaman Hazretleri’nin Yeni Said devresi olup, bu tarihler arasında Risâle-i Nurlar te’lif edilerek diyanet âlemindeki vazife de deruhte edilmiştir. Saltanat âlemindeki vazîfe ise dünyevî bir sultanlık değil, Risâle-i Nur’un yüzbinler ve milyonlar gönülde ve kalblerde kurulan mânevî bir sultanlıktır ki akıl, kalb ve ruhlarda gösterdiği te’sirat ile görülmektedir. Cihad âlemindeki vazîfe ise cihad-ı mânevîdir. Mânevî elmas bir kılıç olan ve Kur’ân’dan nebâen eden Risâle-i Nur’un îmân-ı tahkîkî kılıcıyla yapılmaktadır. Bu asırda mânevî tahribata karşı manevî, ihlâs sırrıyla hareket etmek gerekir. Hariçteki cihad başka, dâhildeki cihad başkadır.5 Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı mânevîsidir. Mânevî tahribatına karşı sed çekmektir.6 Zira, din nokta-i nazarından medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir; ve İslâmiyet’i, mahbup ve ulvî olduğunu, evamirine imtisalen ef’al ve ahlâk ile göstermek iledir. İcbar ve husûmet, vahşîlerin vahşetine karşıdır.7

Netice-i Kelâm: “Asırlardan beri beklenilen ve muntazır kalınan zat, Risâle-i Nur imiş. Hatta Üstadın kendisi de bir zaman böyle bir zatın geleceğine muntazır imiş.”8

Çünkü “Âyetü’l-Kübra’nın üçüncü menzilinin başında, Ahmed-i Farukî Risâle-i Nur hakkında demiş ki: ‘Mütekellimînden biri gelecek, bütün hakaik-ı îmâniyeyi kemal-i vuzuh ile beyan ve ispat edecek.’ Zaman ispat etti ki, o adam, adam değil, belki Risâle-i Nur’dur. Ehl-i keşif, Risâle-i Nur’u ehemmiyetsiz olan tercümanı sûretinde keşiflerinde müşahede etmişler, ‘bir adam’ demişler.”9

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]

Dipnotlar:

1- Şuâlar, 2006, s: 922.
2- Fihrist Risalesi, 2. Cild [10. Şuâ], Beşinci Şuâ’nın Fihristi.
3- Matbu Osmanlıca Fihrist Risalesi, s: 284, Envar Neşriyat, Basım: 2008 (Fihrist Risalesi, 2. Cild [10. Şuâ], Takriz.
4- Matbu Osmanlıca Fihrist Risalesi, s: 284, Envar Neşriyat, Basım: 2008.
5- Emirdağ Lâhikası, 2013, s. 871.
6- Emirdağ Lâhikası, 2013, s. 870.
7- Eski Said Eserleri (Makâlat), 2013, s. 73.
8- Barla Lâhikası, 2006, s: 238-39.
9- Kastamonu Lâhikası, 2013, s. 26.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir