Cevap: İslâmiyet son din ve Kur’ân son kitaptır. Efendimiz(asm) de hatemü’l enbiyâ yani son peygamberdir. Bundan sonra başka bir dîn, kitap ve peygamber gelmeyecektir. Ancak her asır insanlarının yaşadıkları asırların durumu gereğince Kur’ân’ı peygamberimizin varîsi hükmünde olan mücedditler tecdit edecek ve Kur’ân eczanesinden yaşadıkları asrın insanlarının ihtiyaçlarının reçetesi hükmünde olan tefsirlerini ve vazîfelerini yapacaklardır.
Dîn bir imtihandır. Akla kapı açar insanın irâdesini elinden almaz. Allah insanı en mükemmel bir şekilde yaratmış ve insana bir cüz-i irâde ve seçme hakkı vermiştir. Çünkü imtihanın gereği kulun serbest olmasıdır. Allah cebirle kullarına muamele yapmaz. Hak ve batıl teklif altındaki kişiye tercih için serbest bırakılır ve insan ise irâdesi ile hangisini seçerse Allah onu o şekilde neticeye götürür. Yani kul seçer ve bu seçiminde Allah kulunu zorlamaz ancak seçim yapıldıktan sonra fiilleri Allah yaratır.
Allah insanlara irâde, zihin, his ve latife-i rabbâniye dediğimiz sınırsız duygular vermiştir. Bu duygularını doğru yerlerde kullanılmasını Kur’ân ve sünnetle bize bildirmiştir.
İrâde: Allah’a ibâdette, İbâtetullah,
Zihin: Allah’ı bilmekte, marifetullah,
His Allah’a muhabbette, muhebbetullah,
Latife-i rabbâniye: Allah’ın yarattıklarına şahit olmakta, Müşahedetullahta istimâl edilmelidir.
İşte insan kendisine verilen bu duygularını yukarıya yazdığımız yerlerde kullanmalıdır. İnsana verilen bu sınırsız duyguları Allah Kur’ân ve peygamber ile kayıt ve sınır altına almış ve had çizmiştir. İnsan, bu sınırlar içinde kalacak mı veya bu sınırları aşacak mı diye imtihan ediliyor. Allah burada insanın seçiminde onu zorlamıyor. Zorlanılan yerde imtihan kalkar. Bir öğretmen çalışanla çalışmayanı ayırmak için öğrencilerini imtihan eder ve sorduğu sorularına verilen cevaplarda öğrencilerine müdahale etmez. Çünkü çalışanla çalışmayanın, hak edenle etmeyenin anlaşılması için bu imtihan şarttır. Hatta öğretmen öğrenci yanlış soruyu işaretlerken gördüğü halde müdahale etmez.
İşte Allah’ta elmas ruhlu olanlarla, kömür ruhlu olanları imtihan ettiği için ve ayırması gerektiği için zorlamaz. Kul yaptığının ve çalışmasının sonucunu kendisi kazanmış ve seçmiştir.
Şimdi konuya dönelim. İslamiyet çok zor şartlar altında ve sıkıntılar çekilerek ilk yıllarında yayılmıştır. Peygamberimizin yardımcıları olmadığı halde zulümlerin en şiddetli olduğu bir dönemde,tek başına ve inatçı bir kavim olan Mekke müşriklerinin olduğu bir dönemde İslâmiyeti tebliğ etmiştir.Ancak bu kolay olmamıştır.Kâinatın yaratılışının sebebi olan ve Allah’ın habibim dediği bir insan olan peygamberimiz tebliğe başladığında iki sene gizli Allah’ın emri ile tebliğ yapılmıştır.Sekiz senede Müslümanların sayısı 40 kişidir.İki seneden sonra Allah’tan açıktan tebliğ izni gelir ve bundan sonra “Onların alınlarını çatlatırcasına anlatın” emri ile açıktan tebliğ dönemi başlamıştır.Böylece çilelerin ve sıkıntıların da dönemi başlar.On ikinci senede Müslümanların sayısı 200 kişi olur ve peygamberimize hicret emri gelir.Vatan-i aslisi olan toprakları terk etmek gerekir.Emir öyledir ve hicret başlar.
Şimdi asr-ı saadetten bir bakış açısı ile olayları anlamaya çalışalım.Efendimiz(sav) vezîfeye başladığında Mekke müşrikleri kendisine gelmişler ve Mekke’nin krallığını,para ve en güzel hanımları teklif etmişlerdir.Yeter ki Efendimiz(asm) dâvâsından vazgeçsin. Ancak Peygamberimiz(sav) bir elime ayı, diğer elime güneşi verseniz ben dâvâmdan vaz geçmem demiştir.Öyleyse peygamberimizin DAVAM dediği acaba neydi?Bu dava siyaset davası olsa idi zaten bunu müşrikler vermişlerdi.Demekki siyaset davasından daha zarûrî ve Allah’ın marzîyatı olan dâvâ İMAN ve TEVHİD davası idi.Sonuç ne oldu?Belkide şer gibi görünen Mekke’den göç edildi.Yani hicret.Şimdide bizden bir hicret istenmiş olmasın.Rabbimiz imâna,duâya ve de kulluğa bir hicret edin kullarım diye bazı musîbetlerle bizlere ders vermesin? Çünkü Medine’de o imân,duâ ve kulluk kalplerde ma’kes budu,sonra ise Allah’ın rızası tahakkuk etti ki Mekke çok kolay bir şekilde fetholdu.O zaman ferec ve fütuhat için önce Mekkî bir imân ve duruş,kalbî hicretten sonra Medine gibi bir hayat ve sonunda ise yine Mekkî bir fütûhat olması gerekiyor sanıyorum.Bu yolculukta ise nefsî ve hissî hazlar olmamalı,meşakkatlı zorluklar yaşanmalı ve hubb-u cah ise terkedilmelidir ki Rıza makamlarına çıkılabilinsin.
Görüldüğü gibi Medine’ye hicret İslâmiyetin yayılmasında yeni çığırlar açmıştır.Çünkü Medine de insanlara İslâmiyetin güzellikleri anlatılmış ve kalbler,gönüller feth edilmiştir.Bundan sonra ise halka halka İslâmiyet yayılmaya devâm etmiş insanların kalp ve hayatlarında tesirini göstermiştir.
Yapılan savaşlar ise saldırı amaçlı değil savunma amaçlı olmuştur.Ya da savaşlar caydırıcı amaçlı yapılmıştır.Çünkü müşrikler ve münâfıklar İslâmiyeti yok etmek ve Müslümanları zora sokmak için planlar yapmaya başladıklarında onlara bu fırsat verilmeden insanlığın dünya ve ahiret hayatını sağlayacak İslâmiyetin sağlam olarak yerleşmesi için yapılan planları bozma amaçlı savaşlar yapılmıştır.Kesinlikle bu savaşların altında dünya emeli,toprak kazanma gibi gayeler yoktur.Sadece insanlığa ulaşması gereken İslâmiyetin yerleşmesi ve insanlığa ulaşmasının önündeki şiddetli engellerin kalkması için yapılmıştır.
Peygamberimizin vefatından sonra ise dört halife döneminde İslâmiyetin yayılması devam etmiş ve özellikle Hz.Ömer zamanında çok fetihler yapılmış ve İran bu zamanda fetih edilmiştir.Bu nedenle de İranlıların millî seciyeleri yaralanmış ve bunlar Hz.Ömer’e düşman olmuşlar ve ehl-i sünnetten ayrılmışlardır.
Dördüncü halife olan Hz.Ali zamanında ise fitneler başlamıştır. Hatta fitneler daha önce başlamış ve Hz.Ömer ile Hz.Osman şehid edilmişlerdir. Bu fitneler Hz.Ali zamanında çığırından çıkmış. İşte bundan sonra ise reşid halife dönemi kapanarak seçim kalkmış, saltanat başlamış ve ilk defâ Emeviler ile İslâmiyete Arap milliyetçiliği ve ırkçılığı sokulmuş ve İslâmiyet eski saffetini yitirmeye başlamıştır.
İşte İslâmiyet böyle olaylar ile gelişmiş ve günümüze kadar gelmiştir.
Bu gün ise İslâmiyet hakkında çok şeyler söyleniyor, yazılıyor ve anlatılıyor. O halde bizler “Doğru İslâmiyeti öğrenmeli ve İslâmiyete ait doğruluğu yaşamalıyız.”Önce doğru islamiyeti öğrenmek çok mühimdir.
Bâkî ÇİMİÇ