Giriş
Bediüzzaman Said Nursi, âlem-i İslâm adına müstakil siyâsetin ölçülerini Risale-i Nur’da göstermiştir. Âlem-i İslâm’ın müstakil bir siyâset takip etmesini, bu siyasi prensiplerin Kur’ânî, ahlâkî ve insanlığın ortak değerlerini gösterdiğini anlıyoruz. Adalet, hürriyet ve kanun hâkimiyeti Bediüzzaman’ın Kur’ânî siyaset prensiplerinin üssül esası olduğu görülüyor. Bu prensiplere siyâset-i âliye-i İslâmiye prensipleri olarak bakıldığı bir hakîkattir. Bediüzzaman, konumu ve vazifesi gereğince âlem-i İslâm’ın içtimâî ve siyâsî meseleleriyle de alakadardır. Çünkü o İslâm’ın hayat-ı içtimâîsiyle de alakadar ve vazifelidir. Bu alakadarlık günlük menfî siyasetin çarhlarında beri, İslâm’ın ter-ü taze hakîkatlerinde mülhemdir. Aslî olan imân hizmetinin önünde olmayıp, imân hizmetine zemin izhar edecek bir vaziyettedir. Bediüzzaman İslâm toplumlarının hastalıklarını teşhis ve tespit edip onlara Kur’ânî bir çözüm reçetesi ortaya koymuş bir müceddittir. O reçete sadece İslâm toplumlarıyla sınırlı kalmayıp, bütün insanlığın sulh ve sükûnunu sağlayacak mahiyettedir. Kur’ân’ın dört temel esası olan tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ve ubudiyet eksenli bir medod takip eden Bediüzzaman, toplumların tekrar iman temelli bir inşa hareketi ile ıslah edilmesini esas almıştır. Toplumun imânî ve İslâmî bataryalarını boşaldığını, tekrar bunun takviyesi ile sıhhat bulacağını söylemiştir. Bediüzzaman, toplumun hastalıklarına çareyi Kur’ân’dan nebean eden Risale-i Nur’da ortaya koymuştur. Bu reçete sadece Anadolu’yu değil, bütün âlem-i İslam ve insanlığın kurtuluş reçetesidir. Bediüzzaman bu noktada anlaşılmayı beklemektedir.
Anahtar kelimeler: adalet, hürriyet, cumhuriyet, demokrasi, İslâm, siyaset, içtimai hayat, insan hakları, toplum, cemiyet, iktisat, ifrat, tefrit, nur, topuz.
1.Siyâset-i âliye-i İslâmiye
Bediüzzaman, “Benim hakîkî vazîfem, neşr-i esrâr-ı Kur’âniyedir.”[1] der ve “Bu memleketle, hamiyet-i İslâmiye noktasından alâkadarım.”[2] tespitini aktarır. Bu vazîfedârlık ise “Evet, bu zamanda hem imân ve din, hem hayat-ı içtimâî ve şerîat, hem hukuk-u âmme ve siyâset-i İslâmiye için gayet ehemmiyetli bir müceddid ister.”[3]şeklindedir. “Diğer yandan Şam’da allâmelere, siyâset-i İslâmiye noktasında en keskin ve isabetli görüş ve teşhislerle Müslümanların terakki ve kemalâtının esaslarını tespit edip üç yüz elli milyon Müslümanın saadetinin fecr-i sadıkını haber veriyordu. ”[4]
O halde âlem-i İslâm’ın müstakil bir siyâset-i İslâmiyeyi ta’kib etmesi için, yaşadıkları bu ahirzaman asrında içtimâî ve siyâsî hastalıklarının ilâcını bir tıp fakültesi hükmünde, hayat-ı içtimâîyemize eczahane-i Kur’âniye’den alınan dersleri tiryak misal istimal etmeleri gerekmektedir. Risâle-i Nur’da tespit edilen hastalıklara çare olacak olan tedâvî yollarına bigâne kalınmamalıdır.
Bediüzzaman Said Nursi bizim kanâatimiz ve çok delillerle müceddid-i ahirzamandır. Müceddid-i ahirzaman olan bir Zatın ahirzamanda muntazır kalınan ve asırlardır ümmetin beklediği Mehdi-i Âzam unvanına sahip olması zaruretinden dolayı; siyâset âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihad âleminde ve hayatın tüm alanlarında vazifeli olduğu bilinmektedir.[5] Bu cihetle Bediüzzaman Said Nursi “İslâm’ın hayat-ı içtimâiyesiyle” de münâsebattâr ve o alandan da vazifelidir.[6] Ümmetin ve insanlığın içtimâî ve siyâsî hayatına taalluk eden noktaları Kur’ân ve sünnetten ortaya koymuştur. Bediüzzaman Said Nursi bu vazifeyi hem Eski Saîd devresinde, hem de 1949’dan sonraki Üçüncü Saîd[7] Devresinde yapmış ve “Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi, dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakîkat noktasında affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine, şimdi bu Afyon hapsinde kanâatim geldi.”[8] diyerek “Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğu” içtimâî ve siyâsî vazifenin de yapılması zaruretini dile getirmiştir. Böylece Eski Saîd Dönemi’nden sonra Üçüncü Saîd Dönemi’nde de siyâsete bakma zaruretini Emirdağ Lahikası-II mektuplarının birisinde şöyle ifade etmiştir.“Biz Kur’ân hizmetkârları ve Nurcular, evvelki iki cereyana karşı daima Kur’ân hakîkatlerini muhafazaya çalışmışız. Mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyâsete bakmamaya mesleğimiz bizi mecbur ediyormuş. Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu.”[9]
Şimdi hakîkat-i hâl böyle iken Risâle-i Nur bizim hem itikâdî, hem îmânî, hem İslâmi, hem de içtimâî ve siyâsî bütün ihtiyaçlarımıza cevap verecek durumda ve konumda bir eserdir. Bediüzzaman Said Nursi Kur’ân ve sünnetten dinin ruh-u aslîsini muhafaza ederek yeni izah ve ikna yollarıyla müceddidlik vazifesini bihakkın deruhte etmiştir. Bu cihetle Risâle-i Nur Külliyatı özelde ümmetin, genelde ise insanlığın ihtiyacı olan bütün suallerine cevap verecek eserler durumundadır. Risâle-i Nur eserleri bizim itikadî, imânî, İslâmi suallerimize cevap verdiği halde; akıl, kalb ve ruhumuzun ihtiyacı olan müşkülleri cevaplayıp, içitimâî ve siyâsî suallerimize cevap vermez ise, o zaman Bediüzzaman Said Nursi’nin müceddid-i ahirzaman olma hususiyeti tartışılmaya başlar. Hâlbuki Bediüzzaman Said Nursi “Evet, Risâletü’n-Nur, size mükemmel bir me’haz olabilir.”[10] “Hakáik-ı âliye-i îmâniyeyi tamamıyla Risâle-i Nur ihata etmiş, başka yerlerde aramaya lüzum yok.”[11]“Risâletü’n-Nur, hakáik-ı İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor; başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor.”[12] “Çok emarelerle anlamışız ki, bu ulûm-i îmâniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz”[13] Demektedir. Öyleyse Risâle-i Nur Külliyatı bir bütün olarak ele alındığında ihtiyaçlarımıza cevap verecek mahiyette eserlerdir. “Yalnız bazen izah ve tafsile muhtaç kalmış.”[14] diyen Üstad “Sizin vazifeniz devam ediyor.”[15]diyerekRisâle-i Nur’un müteferrik yerlerine dağıtılmış meselelerin bir araya getirilmesi vazifesini “Risâle-i Nur, benim gibi âciz ve ihtiyâr ve zaif bir bîçareye bedel, genç, kuvvetli çok Saîd’leri içinizde bulmuş ve bulacak.”[16] Diyerek yapmamız gereken şerh, izah, tanzim vb vazifelerin devam etmesi gerektiğini söylemiştir. Bizler de bu vazife gereğince Risâle-i Nur’un müteferrik yerlerine derc edilensiyâsî ve içtimâî mevzuları da toparlayarak İslâm’ın yüksek siyâseti olan siyâset-i âliye İslâmiye prensiplerini ümmetin önüne koymaya çalışmalıyız.
2.Siyâset-i âliye-i İslâmiyenin prensipleri
İslâm’ın yüksek siyâsetini de asrımızın gündemine taşıyan Bediüzzaman Said Nursi müceddid-i ahirzaman olarak “Siyâset-i âliye-i İslâmiye” prensiplerini de Risâle-i Nur’da ortaya koymuştur. Böylece ümmetin istikbale ait çıkış reçetesini hem itikadî, hem imânî, hem islâmî, hem de içtimâî ve siyâsî olarak Kur’ân ve sünnetten ilhâmen tefsir etmiştir. Böyle bir reçeteyi tatbik etmemek kâr-ı akıl değildir. Ümmete bedeller ödetmektir. Ancak Risâle-i Nur’da her meseleyi kendi konumu ve durumu çerçevesinde değerlendirmek gerekir.
Risâle-i Nur’dan şu mühim noktayı nazar-ı dikkatten kaçırmamak gerekir. “İmâna nispeten ancak onuncu derecede bulunan siyâset-i İslâmiye”[17]yi kendi makamında ve konumunda değerlendirmek lâzımdır. Çünkü Risâle-i Nur’da yer alan her mesele kendi makamında bir riyasete sahiptir. Bu sırdan dolayı “Risâletü’n-Nur’un kitapları birbirine tercih edilmez. Her birinin, kendi makamında riyaseti var ve bu zamanı tenvir eden bir mu’cize-i mânevîye-i Kur’âniyedir.”[18] Öyleyse Risâle-i Nur’da yerini ve izahını alan “siyâset-i âliye-i İslâmiye” de kendi makamında ehemmiyetlidir. Bundan dolayıdır ki Sözler’in kendi makamındaki riyaseti ile Münâzarât’ın kendi makamındaki riyasetini karıştırmamak gerekir. Çünkü Münâzarât “Siyâset tabiblerine, teşhis-i illete dâir hizmet ile muvazzaftır.”[19] Bundan dolayıdır ki Risâle-i Nur’da hayat-ı içtimaiye-i ümmete dair hizmet olan İslâm’ın yüksek siyâsetinin prensipleri de vaaz edilmiştir. Bediüzzaman Said Nursi ”Neden en ulvî hakáik-i diniyeyle beraber bazı mesâil-i siyâsiyeyi de kitablarında derc ediyorsun.” sualine karşı “Çocuğa ilacı içirmek için bir şekerleme gösterilir. Tâ ki o da ağzını açar, ilacı o vasıta ile içirir. Efkâr-ı amme de siyâset için ağzını açmış, ben de tiryakı içirmek için siyâseti de zikrettim.”[20]cevabını vermiştir. Bu muknî cevap Risâle-i Nur’da izahını ve yerini alan siyâsetteki muktesit meslek olarak tarif edilen “siyâset-i âliye-i İslâmiye”dir. Bediüzzaman Said Nursi müceddid-i ahirzaman olarak İslâm’ın yüksek siyâsetinin tecdidini de yapmıştır. Ümmete içtimâî ve siyâsî noktada da çıkış reçetesini eczane-i Kur’âniyeden ortaya koymuştur. Bu Kur’âni reçeteye ümmet-i Muhammedi(asm)’yenin şiddetle ihtiyacı vardır.
Ancak şu noktayı da unutmamak gerekir. Hâdisât-ı âleme sadece siyâset nazarıyla bakılmamalıdır. Nur-u imânın dikkatiyle bakılmalıdır ki aldanılmasın. Üstadın Eski Said devresinde yaşadığı şu hadise buna kuvvetli bir delildir. “Eski Saîd bir hiss-i kablelvuku ile, iki acip hâdiseyi hissetmiş, fakat rüya-i sâdıka gibi tabire muhtaçmış. Nasıl bir kırmızı perde ile beyaz veya siyah bir şeye bakılırsa, kırmızı görünür; o da siyâset-i İslâmiye perdesiyle o hakîkate bakmış. Hakîkatin sureti bir derece şeklini değiştirmiş.”[21] Çünkü “Siyâset perdesi başka renk verebilir.”[22] Böylece siyâset cazibesi insanı aldatabilir ve en önemlisi de siyâset ihlâsı kırar. Öyleyse hakîkatin suretinin değişmemesi için Risâle-i Nur’da bahsedilen kâinatta en büyük mesele, vazîfe ve hizmet olan hakáik-i îmâniye prensipleriyle hadiselere bakılması hakîkatine yapışmak lâzımdır. Yani siyâset-i İslâmiyeyi de hakáik-i îmâniye ve Kur’âniyeye vesile yapmak mânâsında deruhte edilecek bir vazife olarak görmek icab eder. Yoksa “bir kısım dindâr ehl-i siyâsetin, dini siyâset-i İslâmiyeye alet etmeye çalışmaları”[23] gibi bir cinayet işlenmiş olur. Halbuki dini siyâsete “alet yapmak, İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir.”[24]
Bediüzzaman Said Nursi 1911 senesinde Şam’da allâmelere ve on bin kişilik bir cemâate Şam Emevi Camii’inde, siyâset-i İslâmiye noktasında en keskin ve isabetli görüş ve teşhislerini bir hutbe ile irâd etmiştir. Hem “Eski Saîd siyâsetle, içtimâiyat-ı İslâmiye ile ziyade alâkadardır.”[25] “Eski Saîd, Nur’un parlak hasiyetinden gelen kuvvetli ümit ve tam teselli ile siyâseti İslâmiyete alet yaparak”[26] çalışmıştır. “Fakat, sakın zannetmeyiniz ki; O, dini siyâsete alet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ! Belki, O bütün kuvvetiyle siyâseti dine alet ediyormuş. Ve derdi ki: “dinin bir hakîkatini bin siyâsete tercih ederim.”[27] Yine Hutbe-i Şamiye eserinde talebelerinin “Âlem-i İslâmdaki siyâset-i İslâmiyeye dair üstadımızdan bir ders almak isterdik.”[28] denildiği görülmektedir. Böylece siyâset-i İslâmiyeye dair ders vazifesini Hutbe-i Şamiye eserinin yaptığı şöyle beyan edilir. “Hâlbuki, (Üstad)otuz beş seneden beri siyâseti terk ettiğinden, Eski Saîd’in siyâset-i İslâmiyeye temas eden bu Hutbe-i Şamiye tercümesi, Eski Saîd hesabına bir derstir.”[29] şeklinde ifade edilir. Böylece Eski Saîd Eserleri hem “Siyâset tabiblerine, teşhis-i illete dâir hizmet ile muvazzaf”[30], hem de “siyâset-i İslâmiyeye temas eden”[31] dersler olduğu anlaşılmış olur. Zaten Fihrist Risalesi’nde siyâset âlemindeki vazife için “Siyâset âlemindeki safhayı mukaddeme-i meşrûtiyette İstanbul’a bir talebesinin gelmesiyle harb-i umûmînin nihayetine kadar olan devrede aynen görüyoruz.”[32] denilmektedir. Bu zaman dilimi Bediüzaman Said Nursi’nin 1907’de İstanbul’a gidip 1920 yıllarına kadar geçen süre olan Eski Said devresine tekabül etmektedir. Demek ki Eski Said, siyâset âlemindeki vazife olan “İslâm’ın hayat-ı içtimâiyesiyle” de münâsebattârdır.
Âlem-i İslâm’ın Risâle-i Nur’da tespit edilen siyâset-i âliye-i İslâmiye noktasında ihmal ettiği vazifenin bedeli “düşmana milyonlarla İslâm’ı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti”[33]ği hakîkati çok acı bir şekilde müşahede ediliyor. Bu ihmaldendir ki,”İslâmlar, sırf siyâset-i ecânip altındadırlar.”[34] Çare tekrâr Risale-i Nur’daki Kur’ânî prensiplere sarılmak ve hayata şâmil olan hakîkatleri tatbikata sokmaktır.
3.Siyâsetteki muktesid meslek
Risâle-i Nur Külliyatı’nda müsbet siyâset için “siyâsetteki muktesid meslek”[35] tabiri kullanılır. Muktesid, iktisatlı olmaktır. Malını, ömrünü, vaktini boşuna geçirmemek, lüzumsuz masrafta bulunmamaktır. Öyleyse iktisat, aşırılıklardan, ifrat ve tefritten halas olup hadd-i vasatta gitmektir. Bu bir nevi israfa düşmemek, zarar vermemek ve zulme girmemek olarak da anlaşılabilir. Demek ki Risâle-i Nur’da bahsedilen “siyâsetteki muktesid meslek”, aşılılıklardan âzâde, Kur’ân ve sünnetten iktibas edilen ve ümmetin içtimâî ve siyâsî prensiplerinin belirlendiği reçetedir.
Bedîüzzamân Said Nursi “İnkılâptan on altı sene evvel, Mardin cihetlerinde, beni hakka irşat eden bir zata[36] rast geldim. Siyâsettekimuktesid mesleği bana gösterdi.”[37]der. Böylece siyâsette de ifrat ve tefritten âzâde orta yolu gösteren muktesid yani israfsız, iktisatlı bir yol olan müsbet siyâsetin var olduğu görülür. “Siyâsetteki muktesid meslek”, ifrat ve tefriti reddederek, “muktesid meslek” tabiriyle ortaya koyulan “vasat” yol olan “sırat-ı müstakim”in ihtiyar edildiği bir tarzdır. Bu yol Bedîüzzamân tarafından Kur’ân ve sünnetten bu ahirzaman asrında içtimâî ve siyâsî bir vazîfe olarak deruhte edilmiştir. Böylece Kur’ânî ve sünnete uygun siyâset metodu da ortaya çıkarılmıştır. “Siyâset âleminde”[38] de vazîfeli olan Bedîüzzamân bu vazîfeyi Eski Saîd döneminde ve 1949’dan sonraki hayatı olan Üçüncü Saîd döneminde tekmil ederek deruhte etmiştir. Böylece siyâseti dine alet, dost ve vesile yapma şeklinde sürdürülen bu destek Ahrar ve Demokratların iktidâr yerinde muhafaza edilmesi ve onlara her zaman, zemin ve şartta nokta-i istinad olunması ile devam etmiştir. Siyâsetteki muktesid mesleğin Risâle-i Nurdaki prensiplerini şöyle tasnif edebiliriz.
3.1.Birincisi: Nur talebeleri Risâle-i Nur ile hareket ederler. Fiillerini Kur’ân’ın ve sünnet-i Resulüllah(asm)’ın bu asırdaki dersleri ve hakîkatleri olan Risâle-i Nur’dan belirlerler. Nur talebelerinin iki elleri var, yüz elleri de olsa yine nur tutarlar. Topuz tutacak elleri yoktur. Ancak şu kesinlikle atlanılmamalıdır ki Risâle-i Nur tamamıyla ve bütün kitaplarıyla serapa ilim ve nurdur. Bir mesele Risâle-i Nur’da yerini almışsa o Kur’ân’ın veya sünnetin bu asırdaki hayata şâmil bir hakîkatidir ve nurun içindedir. Onun için nur talebeleri hadisat-ı âleme Risâle-i Nur ile bakarlar ve O’nun Kur’ânî prensipleriyle hareket ederler. Bu bakış ve hareketlerini de bir vazîfe addederek vazîfelerini yaparlar ve neticesine karışmazlar. Mağlup etmek, galip gelmek fillerini vazîfe-i İlâhiye bilirler. Böylece sırr-ı teslimiyetle vazîfe-i kudsiyelerini deruhte ederler.
3.2.İkincisi: Hürriyet-i şeri’yeyite’sis edip, istibdad-ı mutlakın kırılmasına vesile olan prensiplere sahip çıkılması ve bu prensiplerin hayata tatbik edilmesine çalışmaktır. Bu prensiplerin tatbikatında siyâsî bir teşekküle teşebbüs etmeden mevcut siyâset sahnesinde bulunan ve kökleri tâ Hürriyet başında Ahrar Fırkası’na dayanan Ahrar, Hürriyetçi ve Demokrat misyona nokta-i istinâd olmak, onların iktidar yerinde muhafazaya çalışmak, vazîfelerini onlara ihtâr etmek, lâubali kısmını ciddi îkaz etmek, ehl-i dîni onlara yardıma davet etmek şeklinde devam eder.
3.3.Üçüncü: Cumhuriyet, demokrat mânâsında meşrûtiyet, adalet ve kânunda inhisâr-ı kuvvetin tesisine çalışmaktır. Ancak isim ve resimden ibaret olan bir cumhuriyet ve meşrûtiyet değil; adalet, hürriyet, kânunda inhisâr-ı kuvvet ve şurânın kuvvet bulduğu bir meclisin hâkim olduğu sistem murad edilir.
3.4.Dördüncüsü: Zaman cemâat zamanı olup, şahıs zamanı olmadığından şahs-ı mânevîlerin hâkim olduğu bir asırda yaşadığımız için Bedîüzzamân’ın dediği gibi “riyaset-i şahsiyenin kat’iyen aleyhindeyim; reisimiz ancak hükûmettir.”[39] prensibine bağlı kalmak.
3.5.Beşincisi: “Meşrûtiyet[40] hâkimiyet-i millettir. Yani efkâr-ı ammenizin misal-i mücessemi olan mebusan hâkimdir; hükûmet, hadim ve hizmetkârdır.”[41] Ve “Meşrûtiyet doğru olursa, kaymakam ve vali reis değiller, belki ücretli hizmetkârdırlar.”[42] Ayrıca “Şimdi meşrûtiyettir; hâkim, şahs-ı mütehakkim değil, belki meşveretin ruhu olan efkâr-ı ammedir.”[43] Prensiplerine sahip çıkmak ve tesisine müsbet hareketle çalışmak.
3.6.Altıncısı: “Fırkacılık(particilik) lâzım-ı meşrûtiyettir.”[44]ve“Mebus hürdür, hiçbir tesir altında olmamak gerektir.”[45] Prensiplerine âzâmi dikkat ederek meşrûtiyetin gereği olan hür seçim, hür irade, hür fikir, hür mebus ve hür fırkacılığın tesisine çalışmak.
3.7.Yedincisi: “Haksızlığa karşı, zulme karşı, kanunsuzluğa karşı muhalefet hiçbir hükûmette suç sayılmaz; bilâkis muhalefet meşru ve samimî bir muvâzene-i adalet unsurudur”[46] “Hem her hükûmette muhalifler bulunur. Yalnız fikren muhalefet, bir suç olmaz. Hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz.”[47] Noktalarına bakarak meşru muhalefetin meşruluğuna sahip çıkmak ve muvâzene-i adalet unsurunun tesisine yardım etmek.
3.8.Sekizincisi: Nur talebeleri “ Muvazene ile zarureti nazara alarak, müdakkikâne meşrûtiyeti şeriata tatbik etmek istiyor.”[48]Meşrûtiyet; “Ve işlerde onlarla istişare et.[49] Onların aralarındaki işleri istişare iledir.”[50] ayet-i kerîmelerinin tecellisidir ve meşveret-i şer’iyedir. O vücud-i nuranînin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi marifettir, lisanı muhabbettir, aklı kânundur, şahıs değildir.”[51]hakîkatleri istikametinde meşrûtiyet-i meşruaya sahip çıkıp onun düşmanlarını çok edenlere karşı “Meşrûtiyetin sırrı, kuvvet kânundadır, şahıs hiçtir.”[52] Ve “ruh-i meşrûtiyet, şeriattandır; hayatı da ondandır.”[53] “Fakat, zaman-ı meşrûtiyetin zembereği, ruhu, kuvveti, hâkimi, ağası hak’tır, akıl’dır, marifet’tir, kânun’dur, efkâr-ı amme’dir; kimin aklı keskin, kalbi parlak olursa, yalnız o yükselecektir.”[54] diyerek meşrûtiyete şeriat namına sahip çıkmak.
3.9.Dokuzuncusu: Bedîüzzamân Hazretleri’nin müceddid-i ahirzaman evsafına sahip olması nedeniyle siyâset âleminde de vazîfesi olduğunu bilerek Risâle-i Nur’da îzah, ispat ve izhârı yapılan içtimâî ve siyâsî prensiplere bir bütün olarak sahip çıkmak. Bu meyanda Eski Said devresinde prensipleri ortaya koyulan ve Yeni Said devresinde zaman, zemin ve şartların zarureti gereği bakılamayan büyük bir vazîfenin yapılamamasını büyük bir kusur olarak addeden Bedîüzzamân bu meseleye şöyle temas eder: “Evet, büyük kusurlarımdan birtek suçum: Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazîfeyi, dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakîkat noktasında affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine, şimdi bu Afyon hapsinde kanaatim geldi.”[55]denilmiştir.
3.10.Onuncusu: Üçüncü Said devresinde(1949’dan sonra) Eski Said dönemi eserlerinin tekrar gözden geçirilmesi, tashihât ve tahşiyelerinin yapılarak tekmil edilip Risâle-i Nur Külliyatı’nadahil edildiğini görüyoruz. Bedîüzzamân Hazretleri’nin “Risâle-i Nur’un şakirdlerisiyâsetten çekilmeleri ve karışmamaları çok isabetlidir. Ve vazîfe itibariyle vazîfeli bir kısım Nurcular siyâsete bakmaları, elbette selef-i sâlihîn mücahitleri nazarıyla bakıyorlar”[56] şeklinde bir beyanı vardır. Ayrıca Emirdağ Lâhikası mektuplarında “Biz Kur’ân hizmetkârları ve Nurcular, evvelki iki cereyana karşı daima Kur’ânhakîkatlerini muhafazaya çalışmışız. Mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyâsete bakmamaya mesleğimiz bizi mecbur ediyormuş. Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu. Gördük ki, Demokratlar, evvelki iki müthiş cereyana karşı bize (Nurculara) yardımcı hükmünde olabilirler.”[57]denilerek, artık “vazîfe itibariyle vazîfeli bir kısım Nurcular siyâsete bakmaları” zamanının geldiği belirtilmiştir. Öyleyse muharrik aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye olmak cihetiyle “vazîfe itibariyle vazîfeli bir kısım Nurcular siyâsete bakmaları” Risâle-i Nur’daki siyâset âlemindeki vazîfeye taalluk ettiği için Nur talebeleri sırf rıza-i İlâhi adına vazîfeli oldukları kanâati ile siyâsetteki muktesid mesleğin prensiplerinin hayata tâlimi, tebliği ve tatbikatı için vazîfe yapıyorlar. Bu vazîfe “siyâsetteki muktesid mesleğin” gereğidir; taassubâne ve tarafgirâne siyâsetçilikten ayrılmalıdır. Aralarında azîm fark vardır.
4.Siyâset-i âliye-i İslâmiyeninmüsbet esasları
“Şeriat da yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, ahiret ve fazilete aittir; yüzde bir nispetinde siyâsete mütealliktir, onu da ulülemirlerimiz düşünsünler.”[58]
Bediüzzaman Hazretleri’nin Divan-ı Harb-i Örfi eserinde şeriat da yüzde bir nispetinde siyâsete müteallik olan kısmı ile ilgili vermiş olduğu oran günlük tarafgirane ve taassubane işleyen menfî siyâset ölçüsü olmasa gerek. Çünkü Şeriat, arızalı ve zararlı olan içtimâî ve siyâsî prensiplerden beri ve paktır. Öyleyse şeriatın taalluk ettiği yüzde bir nispetindeki siyâset, siyâset-i âliye-i İslâmiyeye taalluk eden noktalardır. Bu noktalar adalet, meşveret, kanunda inhisâr-ı kuvvet ve hürriyet-i şer’iye prensipleridir. Bu prensipler siyâset-i âliye-i İslâmiyenin müsbet esaslarıdır.
Bediüzzaman Said Nursi siyâset-i âliye-i İslâmiyenin müsbet esaslarını Risâle-i Nur’a ihtiyacımız miktarınca derc etmiştir. Öncelikle “siyâsetteki muktesit mesleği”[59]ümmet-i Muhammed(asm)’e bir ders-i hakîkat olarak göstermiştir. ”Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse….”[60] Ayet-i kerimesini tefsir etmiş ve “menlemyehkum(Kim hükmetmezse…)”’un mânâ olarak “menlemyusaddıg(Kim tasdik etmezse…)”[61]mânâsında olduğunu ifade etmiştir. Bu nokta Risâle-i Nur’un tebliğ ve irşad metodunu net olarak ortaya çıkarmıştır. Böylece Risâle-i Nur metodunun “Bir kısım dindârehl-i siyâset” metodundan ayrı bir ekol ve tarz olduğu anlaşılmış olur. Bu farklı noktayı Bediüzzaman Said Nursi Emirdağ Lahikası’nda şöyle ifade etmiştir.”Yalnız Sebilürreşad, Doğu gibi mücahitler iman hakîkatlerini ehl-i dalâletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruhu canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz; fakat siyâset noktasında değil.”[62] Böylece Eşref Edip gibi mücahitlerle imân noktasında kardeş olunduğu söylendiği halde, bu kardeşliğin siyâset noktasında devam etmediği açık olarak ifade edilmiştir. Demek ki siyâset noktasında metod olarak tepeden inmeci, devleti ve bürokrasiyi önceleyen topuz metodu ile hareket edilemeyeceği nazar-ı dikkatlere gösterilmiştir. Çünkü topuz metodunun bu zamanda kalbi ıslah etmeyeceği aşikârdır. “Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez.”[63]ifadesi bu noktaya bakar. Önce iman temelli bir irşad ve ihya hareketinden sonra fıtrî tekâmül sırrıyla hayat ve şeriat daireleri tatbik edilebilir. “Bu zamanda ehl-i İslâm’ın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun.”[64]Asr-ı saadette Peygamber Efendimiz(asm)’in metodu olan sünnetullah yolu da böyledir. Bu fıtrî tekâmül metodu ve yolu atlanmamalıdır. Eğer sünnetullaha müraat edilmez ise fıtrat fıtrî olmayan teşebbüsleri ve fiilleri red eder. Çünkü “ Hayatı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-i fıtrata muvafık hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer.”[65] Öyleyse “Hem nur, hem topuz; ikisini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz. Onun için, bütün kuvvetimle nura sarılmaya mecbur olduğumdan, siyâset topuzu(devlete talip olarak siyâsetle dine hizmet etme yolu ve metodu, İslâmı siyasallaştırma yolu) ne şekilde olursa olsun bakmamak lâzım geliyor.”[66]Bediüzzaman Said Nursi hem nur, hem de topuz ile hareket edenler için şu Kur’ânî prensipleri ibret-i âlem olarak ifade ediyor. “Ben bakıyorum ki, yirmiye karşı seksen adam, elinde topuz tutuyor. Hâlbuki, o bîçare ve mütehayyir olan seksene karşı, hakkıyla nur gösterilmiyor. Gösterilse de, bir elinde hem sopa, hem nur olduğu için, emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam, “Acaba nurla beni celp edip, topuzla dövmek mi istiyor?” diye telâş eder. Hem de bazen arızalarla topuz kırıldığı vakit, nur dahi uçar veya söner.”[67] Öyleyse Kur’ân’ın müsbet içtimâî ve siyâsî düsturlarını ve prensiplerini de Risâle-i Nur izah ve ispat etmiştir. Risâle-i Nur bütünü ile nurdur ve nurânî bir hizmettir. Risâle-i Nur’un içtimâî ve siyâsî düsturları da nur olduğu için devlete talip olan ve ikdidâr odaklı topuz metodu ile iltibas edilmemelidir. Hem Bediüzzaman Said Nursi “Dokuz on sene evveldeki Eski Said, bir miktar siyâsete girdi. Belki siyâset vasıtasıyla dine ve ilme hizmet edeceğim diye beyhude yoruldu. Ve gördü ki, o yol meşkûk ve müşkülâtlı ve bana nispeten fuzuliyâne, hem en lüzumlu hizmete mâni ve hatarlı bir yoldur. Çoğu yalancılık; ve bilmeyerek ecnebi parmağına alet olmak ihtimali var.”[68]tespitini yapmıştır. Böylece ahirzamanın iki dehşetli dinsizlik cereyanının tatbikatı zamanında,siyâset o cereyanların en mergup bir metası ve vasıtası durumundadır. Hem o yol bu zamanda ‘meşkûk ve müşkülâtlı’dır. “Hem en lüzumlu hizmete mâni ve hatarlı bir yoldur. Çoğu yalancılık; ve bilmeyerek ecnebi parmağına alet olmak ihtimali var.”[69]dır. Öyleyse bu kadar tehlikeli ve hatalı bir yol olan topuz metodunu ehl-i İslâm “dine ve ilme hizmet” etme metodu olarak istimal etmemelidir. Edildiği takdirde sünnetullah ve adetullaha aykırı davranılmış olunacak, ümmet çıkılmaz sokaklara sokularak bedeller ödemek durumunda bırakılacaktır.
Siyâset-i âliye-i İslâmiyenin müsbet esaslarının bir diğeri de siyâseti ve siyâsetçileri dine dost ve taraftar yapmaktır. Çünkü Bediüzzaman Said Nursi Eski ve Üçüncü Said devrelerinde “bütün kuvvetiyle siyâseti dine alet ediyormuş.”[70] “Evet, biz dini siyâsete âlet değil, belki vatan ve milletin dehşetli zararına siyâseti mutaassıbâne dinsizliğe âlet edenlere karşı, bizim siyâsete bakmamıza mecburiyet-i kat’iye olduğu zaman,[71] vazîfemiz siyâseti dine âlet ve dost yapmaktır ki, üç yüz elli milyon kardeşlerin uhuvvetini bu vatandaki kardeşlere kazandırmaya sebep olsun. Elhasıl: Bize işkence edenlere, siyâseti asabiyetle dinsizliğe âlet etmelerine mukabil, biz de siyâseti dine âlet ve dost yapmakla bu vatan ve milletin saadetine çalışmışız.”[72]
Siyâset-i âliye-i İslâmiye ile hareket edenlerde “muharrik, aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye olmalı.”[73]dır. Muharrik ve müreccih tarafgirlik ve siyâsetçilik ise tehlikelidir.
Bediüzzaman Said Nursi“Sakın kardaşlarım! Tevehhüm, tahayyül etmeyiniz ki, ben bu sözlerimle siyâsetle iştigal için himmetinizi tahrik ediyorum. Hâşâ! Hakîkat-i İslâmiye bütün siyasatın fevkindedir. Bütün siyâsetler ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyâsetin haddi değil ki, İslâmiyet’i kendine alet etsin.”[74] Demiştir.
5.Ahirzamanda Siyâsetin Menfî Esasları
Menfî siyâset ta’biri Bediüüzzaman Hazretlerine ait bir ta’birdir. “Din dâhilde menfî tarzda istimal edilmez. Otuz sene halife olan bir zat, menfîsiyâset namına istifade edildi zannıyla, şeriata gelen tecavüzü gördünüz.”[75] Buradan anladığımız şudur. Menfî siyâsetin istimali dinin dâhilde menfî tarzda istimal edilmesidir. Otuz sene halife olan zat ise merhum Şevketli Sultan ve Veli Padişah olan II. Abdülhamid Han’dır. Bediüzzaman Said Nursi Abdülhamid Han’ın şeriat namına istimal ettiği istibdad idaresini menfî siyâset olarak addeder. Bu menfî siyâset tatbikatından ise “şeriata tecavüz gelmiştir.” Bu tecavüz, tatbik edilen zayıf istibdadın, şeriattan zannedilmesidir. “Acaba şimdiki menfî siyâsetçilerin fetvalarından istifade edecek kimdir, bilir misin? Bence İslâm’ın en şedit hasmıdır ki, hançerini İslâm’ın ciğerine saplamıştır.”[76]
Bu ahirzaman asrında iki dehşetli dinsizlik cereyanı şeâir-i İslâmiyeye ve siyâset-i İslâmiyeye darbeler vurmuşlardır. Böylece din, Müslümanların hayatında ikinci ve üçüncü derecede kalmıştır. Dinde bir lakaydlık ve laubalilik baş göstermiştir. Terbiye-i İslâmiye zedelenmiş, onun yerine terbiye-i medeniye hâkim olmuştur. Böylece din düsturları yerine heva ve hevese tabi olan sefih medeniyetin düsturları hayata hâkim kılınmaya çalışılmıştır.
Bediüzzaman Hazretleri’nin “hizmet-i Kur’âniye noktasında memnu(yasaklı) olduğumuz siyâset”[77] dediği siyâset, ahirzamanda hüküm süren şerli ve menfî esaslara dayalı bir siyâsettir. Bu asrın fitnesi en büyük bir fitne olduğundan[78] Bediüzzaman Said Nursi de “hizmet-i Kur’ân, beni hayat-ı içtimaiye-i siyasiye-i beşeriyeyi düşünmekten menediyor.”[79] Demiştir. “Risale-i Nur’daki şefkat, vicdan, hakîkat, hak, bizi siyâsetten menetmiş. Çünkü, masumlar belâya düşerler; onlara zulmetmiş oluruz.”[80]noktası tam da menfî ve şerli siyâsetin men edildiği noktadır. Bu nedenledir ki Risale-i Nur’un müteferrik yerlerinde sıkça karşılaştığımız kaçınılan ve men edilen siyâset, masumların zarar gördüğü ve bütün bütün zulmü genişleten menfî tarzda istimal edilen şerli ve menfî siyâsettir.
Risâle-i Nur’da “Bir kısım dindar ehl-i siyâset, dini siyâset-i İslâmiyeye alet etmeye çalışmışlardı.”[81] İfadesi ile anlaşılan odur ki bir kısım dindâr ehl-i siyâset, dini siyâset-i İslâmiyeye alet etmeye çalışmışlardır. Böyle bir fiil işlenmiş olmalı ki Bediüzzaman Said Nursibu noktayı izhar etmiştir.“Halbuki, siyâset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanet içine girmiş ki, vesvese-i şeyâtîn hükmüne geçmiştir.”[82] Bu günkü “gaddar siyâset ve zâlim propaganda birbirine karıştırmış, beşerin kemâlâtını da karıştırmış.”[83]tır.
Bu zaman ve zeminde “Siyâset propagandası bazan yalana ziyade revaç verdi. Fenalık ve yalancılık bir derece meydan aldı.”[84] Böylece siyâsette fenalık ve yalancılık mergup bir meta halini aldı. Menfaat ve çıkar üzerene devam eden şerli ve menfî siyâset ”Menfaat üzerine dönen siyâset canavardır.”[85] hükmünü icra etmiştir.
Menfî ve şerli siyâsetin etki alanında kalmamak için şu tavsiyeye uymak gerekiyor. “Evet, bu zamanda siyâset, kalbleriifsâd eder ve asabî rûhları azap içinde bırakır. Selâmet-i kalb ve istirahat-i rûh isteyen adam, siyâseti bırakmalı.”[86]”Dokuz on sene evveldeki Eski Saîd, bir miktar siyâsete girdi. Belki siyâset vasıtasıyla dîne ve ilme hizmet edeceğim diye beyhûde yoruldu. Ve gördü ki, o yol meşkûk ve müşkülâtlı ve bana nisbeten fuzûliyâne, hem en lüzûmlu hizmete mâni ve hatarlı bir yoldur. Çoğu yalancılık ve bilmeyerek ecnebî parmağına âlet olmak ihtimali var.”[87]
Ayrıca “Risâle-i Nur’daki şefkat, hakîkat, hak, bizi siyâsetten men etmiş. Çünkü mâsumlar belâya düşerler; onlara zulmetmiş oluruz.”[88] Hem de “Husûsan ihtilâle sebebiyet veren vaziyetler, bütün bütün zulmü dağıtır, genişletir.”[89] Siyâset tarafgirliği ise ihtilâle sebebiyet veren vaziyetleri genişletiyor. Hâdisat-ı âlem buna şahittir. Ayrıca “bu gaflet zamanında, husûsan tarafgirâne mefkûreler sahibi, herşeyi kendi mesleğine âlet ederek, hattâ dinini ve uhrevî harekâtını da o dünyevî mesleğe bir nevi âlet hükmüne.”[90] getirdiğinden Kur’ân şu zamanda menfî siyâset yolu ve metodu ile mücâhede yoluna izin vermiyor.
Zalim siyâsetin gaddarâne bir düsturu olan “Cemaat için fert feda edilir” diye çok zalimâne pek çok vukuatı, ehvenü’ş-şer diye bir nevi adaleti izafiye namında hâkimiyetine bir maslahat göstermişler. Hatta bu asırda, o gaddar düsturun hükmüyle, bir adamın hatasıyla bir köyü mahveder. Beş on adamın onların siyâsetine zarar vermek tevehhümüyle, binler adamı perişan eder. İşte, eski zamanda bir derece, siyâsetin bu gaddar düsturu İslâmlar içine girdiğinden, siyâsette, bu müthiş düsturlar karşısında, mecburiyetle selef-i salihîn sükût ile ve ehl-i sünnet ve’l-Cemaatin imamları o kapıları kapamak,”Allah ellerimizi o kanlı hâdiselere bulaştırmadı; o halde biz de o hâdiselerden bahsedip dilimizi bulaştırmayalım.”[91]deyip o kapıları açmıyorlar.[92]
Dünya siyâsetine karışmadığımın sebebi: o geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder, hakikî ve büyük vazifelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır. Hem her hâlde bir tarafgirlik meylini verir, zalimlerin zulümlerini hoş görür, şerik olur.[93]
SONUÇ:
Bedîüzzamân, Müceddid-i Âhirzaman olarak ümmetin bütün ihtiyaçlarına cevap verebilecek mes’eleleri ele almış ve vazifesi gereği içtimâî ve siyâsî kavramları da hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak şekilde izah etmiştir. Asırlardan beri birikerek gelen fikir karmaşalarına son vermiş; dinin yüzlerce tılsımlarını keşfetmiş ve çözmüş; ümmete selâmet yolunu irâe etmiştir. Çünkü ahirzamanda gelecek olan müceddidin çok alanlarda vazifesi vardır. Bediüzzaman Said Nursi de Risâle-i Nur Külliyatı ile “siyaset âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihad âlemindeki çok dairelerde icraatları[94] olmuştur. Bu cihetle günümüzde ekseriyetin din ve İslâmiyet hesabına çokça tartıştığı “Cumhuriyet ve Demokrasi” mes’elelerine de açıklamalar getirilmiş, gerekli izahlar yapılmıştır. Meselâ Bediüzzaman Said Nursi “Cumhuriyet, demokrat mânâsındaki meşrûtiyet “diyerek bu kelimeleri eş anlamda kullanmıştır. Ayrıca ”Tebedül-ü esmâ ile hakâik tebeddül etmez”[95]prensibi gereği kavramların isim ve resmine ibaret değil, mânâsına ve tatbikatına göre değerlendirmiş ve öyle kıymet vermiştir.
Demokrasi ve Demokratlık bir din veya dindârlık değildir. Bir dünya görüşü ve dünyevî bir sistemin adıdır. Demokratlığın en mümeyyiz sıfatları hürriyet, adalet ve kanun hâkimiyetini esas almasıdır. Demokratlık fikri milletin bütün unsurlarını ve tabakalarını kaynaştırır ve ortak noktalarda birleşmesini sağlar. İnsan hak ve hürriyetlerine çalışmak, hukukun üstünlüğünü esâs almak, kânun hâkimiyeti te’sis etmek, adâlet ve hakkaniyete hizmet etmek demokratlığın en mümeyyiz sıfatlarındandır. Çünkü “Milletin efendisi, onlara hizmet edendir.”[96] “Memuriyet, emirlik ise, reislik değil, millete bir hizmetkârlıktır.” Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyetin bu kànun-u esasîsine dayanabilir. Çünkü kuvvet kànunda olmazsa şahsa geçer. İstibdâd, mutlak keyfî olur.”[97] “Cumhuriyet ki, adalet ve meşveret ve kànunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir.[98] Cumhuriyet ve demokrat mânâsındaki meşrutiyet ve kànun-u esasî denilen adalet ve meşveret ve kànunda cem-i kuvvet,[99]” cumhuriyet ve demokrat mânâlarını izah etmeye yeterli açıklamalardır.
Risâle-i Nur Külliyatı’nda Demokrasi hakkında da tarifler ve açıklamalar vardır. Bu açıklamalar daha çok Bediüzzaman Said Nursi’nin talebeleri tarafından yapılmış olup, O’nun tashîhatından geçen eserlere girmiştir. İlgili izahlar şöyledir: “Demokrasi devrinde ve din hürriyetine müsaade edildiği bu zamanda”[100]; Adâlet-i kànun ve hürriyet-i fikir ve vicdan düsturuyla; hürriyet-i fikir ve hürriyet-i vicdan düsturunu en geniş mânâsıyla tatbik eden cumhuriyet idaresinin demokrasi kànunları”[101] denilerek, demokrasi tarifinin en güzel izahı Risâle-i Nur Külliyatı’nda yerini almıştır. Ayrıca Bediüzzaman Said Nursi’nin Avukatlığını yapmış olan Avukat Mihri Helâvmüdafâasında “Filhakika, müvekkilim, bütün milletle beraber istibdada karşı mücadele etmiş, hürriyet ve demokrasinin tesisine çalışmış ve bu hususta husule gelen muvaffakiyetten dolayı da memnun olmuştur.”[102]ifadesine yer vermiş olup bu savunma Tarihçe-i Hayat’a eklenmiştir. Bediüzzaman Said Nursi’nin müstesna talebelerinden olan merhum Zübeyir Gündüzalp’te Ankara Üniversitesinde okunan bir konferansında “Bu feci hâlin böyle olduğunu, demokrasinin memleketimizde şu yıllarda gelişmeye başlaması sayesinde anlamış bulunuyoruz.[103]” ifadesi vardır. Görüldüğü üzere Demokrasi ve Demokratlık Risâle-i Nur eserlerinden yer almış olup tarif ve taltifatı yapılmıştır.
KAYNAKÇA
- Sözler, Yeni Asya Neşriyat
- Mektubat, Yeni Asya Neşriyat
- Şualar, Yeni Asya Neşriyat
- Emalar, Yeni Asya Neşriyat
- Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat
- Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neşriyat
- Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat
- Eski Saîd Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye, Münazarat, Sünuhat, Divan-i Harb-i Örfi)
- Ömer bin Abdülaziz’e ait bir söz. Şa’ranî, El-Yevâkitve’l-Cevahir, 2:69; Bâcurî, ŞerhüCevheretü’t-Tevhid, 334
- Maide Suresi, 44.45.47; Âl-i İmran Suresi: 159; Şûra Suresi: 38
- Tarihçe-i Hayat’ın Zeyli, Abdurrahman Nursi; Badıllı, Abdülkadir, Bediüzzaman Saîd i Nursi, Cilt: 1.Timaş Yay. İst.1990, s. 358
Abdülbâkî Çimiç
Eğitimci-Araştırmacı-Yazar
[1] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.45;Lem’alar,2013,s.540
[2] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.45
[3] Kastamonu Lahikası,2013,s.267
[4] Tarihçe-i hayat,2013,s.698
[5] Şualar,2013,s.932
[6] Mektubat,2013,s.538
[7] Tarihçe-i Hayat,2013,s.932
[8] Şualar,2013,s.626
[9] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.814
[10] Barla Lahikası,2013,s.589
[11] Barla Lahikası,2013,s.589
[12] Kastamonu Lahikası,2013,s.97
[13] Mektubat,2013,s.725
[14] Barla Lahikası,2013,s.589
[15] Barla Lahikası,2013,s.590
[16] Barla Lahikası,2013,s.589
[17] Kastamonu Lahikası,2013,s.273
[18] Kastamonu Lahikası,2013,s.25
[19] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Münâzarât),2013,s.207
[20]Tarihçe-i Hayat’ın Zeyli, Abdurrahman Nursi;Badıllı,Abdülkadir,BediüzzamanSaîd i Nursi,Cilt: 1.Timaş Yay. İst.1990, s. 358
[21] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Münâzarât),2013,s.303
[22] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Münâzarât),2013,s.227
[23] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013,s.345
[24] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013,s.345
[25] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013,s.344
[26] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Münâzarât),2013,s.244
[27] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Münâzarât),2013,s.244
[28] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013,s.369
[29] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013,s.369
[30] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Münâzarât),2013,s.207
[31] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013,s.369
[32]Fihrist Risalesi,2011,s.246(Envar Neşriyat)
[33] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Sünuhat),2013,s.501
[34] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Münâzarât),2013,s.234
[35] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.288
[36] Bu zat Cemaleddin-i Afganî Hazretleri’dir
[37] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.288
[38] Şualar,2013,s.932
[39] Eski Said Dönemi Eserleri(Nutuk),2013,s.196
[40] Cumhuriyet, demokrat(demokrafsi) manasındaki meşrutiyet.
[41] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.225
[42] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.254
[43] Eski Said Dönemi Eserleri(Makalat),2013,s.45
[44] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.499
[45] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.224
[46]Tarihçe-i Hayat,2013,s.1000
[47] Şualar,2013,s.617
[48] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.223
[49]Âl-i İmran Suresi: 159
[50] Şûra Suresi: 38
[51] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.209
[52] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.221
[53] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.221
[54] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.217
[55] Şular,2013,s.626
[56] Emirdağ Lâhikası–I (Gayr-ı Münteşir)
[57] Emirdağ Lâhikası-II, 2013, s. 815.
[58]Eski Saîd Dönemi Eserleri(Divan-ı Harb-i Örfi),2013,s.127
[59] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Münâzarât),2013,s.288
[60]Mâide Suresi: 44, 45, 47
[61] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Münâzarât),2013,s.288
[62] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.545
[63] Lem’alar,2013,s.269
[64] Lem’alar,2013,s.269
[65] Lem’alar,2013,s.409
[66] Lem’alar,2013,s.269
[67] Mektubat,2013,s.82
[68] Mektubat,2013,s.102
[69] Mektubat,2013,s.102
[70] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013,s.344
[71] Emirdağ Lahikası-II,2013, s.815’te “Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu” denilmiştir.
[72] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.515
[73] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünuhat), 2013, s.497
[74] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Hutbe-i Şamiye), 2013, s.352
[75] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünuhat), 2013, s.498
[76] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünuhat), 2013, s.498
[77] Kastamonu Lahikası,2013,s.186
[78] Şualar,2013,s.534
[79] Mektubat,2013,s.81
[80] Şualar,2013,s.474
[81] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013,s.345
[82] Sözler,2013,s.784
[83] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013,s.344
[84] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013,s.346
[85]Mektubat, 2013, s.798
[86] Kastamonu Lâhikası, 2013, s. 164.
[87]Mektubat, 2013, s.103
[88] Şualar,2013, s.474
[89] Emirdağ Lahikası-I,2013, s.83
[90] Emirdağ Lahikası-I,2013, s.82
[91]Ömer bin Abdülaziz’e ait bir söz. Şa’ranî, El-Yevâkitve’l-Cevahir, 2:69; Bâcurî, ŞerhüCevheretü’t-Tevhid, 334
[92] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.360
[93] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.112
[94] Şualar,2005, s:922
[95]Tarihçe-i Hayat,2005, s:72
[96] El-Mağribî, Câmiu’ş-Şeml, 1:450, el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:463.
[97]Emirdağ Lahikası-II,2005, s:746
[98] Eski Said Eserleri(Makalât),2009, s:53
[99] Eski Said Eserleri(Makalât),2009, s:51
[100]Tarihçe-i Hayat,2005, s:44
[101]Emirdağ Lâhikası-II,2005, s:707
[102]Tarihçe-i Hayat,2005, s:1005
[103]Gençlik Rehberi (Konferans),2005,s:457