Temelluk/Dalkavuk

Temelluk; dalkavukluk, yaltaklanmadır. Yaranmak için yağcılık yapmaktır. Hâl-i hazır medeniyet, riyâya, şan-ü şeref ismini takmış, adamı da şahıslara dalkavukluk yapıp mürailik(ikiyüzlülük) ettirdiği gibi, milletler ve unsurlara da riyâkâr ve tasniatçı(düzmece-uydurmacı) kılmıştır. Müslüman asla temelluk edemez, mürailik yapamaz, tasniatçı ve dalkavuk olamaz. Çünkü “Dalkavukluk ve tasannu, alçakça bir yalancılıktır.”[1] Bedîüzzamân Saîd Nursî bütün hayatında, şan ve şöhretten, hürmetten kaçmış ve insanlardan istiğna etmiştir. Arabî bir eserinde, şöhret hakkında diyor ki: “Nâm ve şöhret isteyen adam; halklara kendini beğendirmek, sevdirmek için, insanlara riyâkârlık, dalkavukluk yapar. Tasannu’kâr tavırlar takınır.”[2]

Ayrıca âlem-i İslâmın şahs-ı mânevîsinin kalbinde, gayet kuvvetli ve kırılmaz “beş kuvvet”ten birisi de “Şefkatle cihazlanmış şehâmet-i îmâniyedir. Yani tezellül etmemek, haksızlara, zâlimlere zillet göstermemek, mazlumları da zelîl etmemek. Yani, hürriyet-i şer’iyenin esâsları olan müstebitlere dalkavukluk etmemek ve bîçarelere tahakküm ve tekebbür etmemektir.”[3] Bedîüzzamân talebelerini dalkavukluk konusunda îkaz eder. “Buna dikkat ediniz ki, canavar bir hayvana karşı kendini zayıf göstermek, onu hücuma teşcî ettiği gibi, canavar vicdanı taşıyanlara karşı dahi dalkavukluk etmekle zaaf göstermek, onları tecâvüze sevk eder.”[4] Onun için Nur Talebeleri “Hile ile, dalkavukluk ile, yalanlarla kendilerini müdafaa etmeğe tenezzül etmiyorlar.”[5] Bunun içindir ki Bedîüzzamân ve talebeleri, din hakîkatlerini asla dalkavukluk yapmadan beyân ve ifâde eden hakîkat kahramanlarıdır. Acaba bir nutukla, isyân eden sekiz taburu itâate getiren ve kırk sene evvel bir makâlesiyle binler adamı kendine taraftar yapan ve mezkûr üç dehşetli kumandanlara karşı korkmayan ve dalkavukluk yapmayan ve mahkemelerde, “Başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa ve her gün biri kesilse, zındıkaya ve dalâlete teslim-i silâh edip vatan ve millet ve İslâmiyete hıyânet etmem, hakîkat-i Kur’ân’a feda olan bu başımı zâlimlere eğmem” diyen, Divan-ı Harb-i Örfî’nin dehşetli suallerine karşı, “Şeriatın tek bir meselesine ruhumu feda etmeye hazırım” deyip Risâle-i Nur’la dinsizlik, dalâlet ejderhalarına meydan okuyup dalkavukluk etmeyen Bedîüzzamân, hiç zâlimlere tenezzül edip temelluk eder mi? Asla! Çünkü zâlimlerin hatırı için onlara dalkavukluk ve temelluk etmek, Nurların izzetine münâfî bir fiildir.

Bedîüzzamân’ın mühim bir mektubu…

“Aziz kardeşlerim, Bu cuma gününde mühim bir hizb okurken siz hatıra geldiniz. Bu musîbetten kurtulmak için ne yapacağız? Lisân-ı hâl ile dediniz? Benim kalbime bu geldi. Sıkı bir tesânüd ile el ele, omuz omuza veriniz. Çünkü birbirinizden ve Risâle-i Nur’dan ve benden çekinmek ve inkâr etmek ve bizi ezmek isteyen gizli kuvvete dalkavukluk etmek gibi tedbirleri yapanlara zarardan başka hiç fâidesi olmadığı gibi, masum kardeşlerimize hem Eskişehir’de hem burada ehemmiyetli zarar vermiş. Sizi temin ederim eğer bilseydim ki: benden teberri etmekle kurtulacaksınız, beni tahkîr etmeğe ve ihânet ve gıybet etmeye izin verip helâl ederdim. Fakat bizi ezmek isteyen gizli kuvvet sizi biliyor, aldanmıyor. Za’fınızdan teberrinizden cesâret alır. Daha ziyâde ezer. Hem mesleğimiz hıllet ve uhuvvet olduğundan şahsiyet ve enâniyet cihetinden bir rekâbet olmaz. Benim gibi çok kusurlu ve çok zaîf bir bîçarenin noksanlarına değil… Belki Risâle-i Nur’un kemalâtına bakmalı.”[6]

Ey nefsim! “Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma. Onlara tezellül edip minnet çekme. Onlara temelluk edip boyun eğme. Onların arkasına düşüp zahmet çekme. Onlardan korkup titreme. Çünkü Sultan-ı Kâinat birdir. Her şeyin anahtarı Onun yanında, her şeyin dizgini Onun elindedir. Her şey Onun emriyle halledilir. Onu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.”[7]

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]


[1] ESDE(Hutbe-i Şamiye),(2013), s.344

[2] Mesnevi-i Nuriye, Katrenin Zeyli, s.133

[3] ESDE(Hutbe-i Şamiye),(2013), s.336

[4] Mektubat, s.604

[5] Şualar, s.851

[6] 13.Şua: Denizli Hapsi Mektupları 

[7] Mektubat, s.376

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir