Tahakküm; baskı ve zorbalık kurmak, hüküm altına almaya çalışmak, diktatörlük veotoriter fiiller göstermektir. Yani baskı, zorbalık ve hükmetmek mânâsında bir kelimedir. Tahakküm sıfatı, istibdadın fiilidir. İstibdad heveslisi kişilerde ve yönetimlerde vuku bulan bir davranıştır. Zulmün şiddetli bir nevidir. Kuvve-i gadabiyenin ifrat mertebesi olan tehevvürün menşei ve babası olan da istibdad ve tahakküm zulmüdür. Böyle bir zulümden nefis lezzet alır. O menhus lezzet için insan istibdad ve tahakkümü severek işleyebilir.
Bediüzzaman, her zaman istibdadın ve tahakkümün karşısında net tavrını koymuş, hayatı tahakkümün aleyhinde geçmiş, her zaman hür yaşamış, meşreben ve fikren müsâvat-ı hukuk mesleğini kabul etmiş, şefkatten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adaletle, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalıştığını ifade etmiştir. “Onun için, bütün kuvvetimle adalet-i tâmme lehinde, zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim.”[1] demiştir. Belki, “Kahır ve cebirle zahirî bir hâkimiyet, sathî bir tahakküm, kısa bir zamanda ibka’ edilebilir.”[2] Yani “Tahakküm-ü zahirî, kahr ve cebir ile mümkün.”[3]olabilir. Ancak şu hakîkat gösteriyor ki “Âlemdeki terazinin hürriyet gözü ağır geldiğinden, birden bire terazinin öteki gözünde olan vahşet ve istibdadı kaldırdı, git gide kalkacak.”[4] Şu da bir hakîkat ki “Fenlerin casus gibi tetkikatıyla ve hadsiz tecrübelerle sabit olmuş ki, kâinatın nizamında galib-i mutlak ve maksud-u bizzat ve Sâni-i Zülcelâlin hakikî maksatları, hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir. “[5] Öyleyse “Ve illâ hürriyet var; tahakküm yoktur!”[6] Yani âlemdeki terazinin hürriyet, adalet ve kânunda inhisar-ı kuvvet prensipleri galip gelecektir inşâallah.
Bir başka nokta “Dünyaca havas tanılan insanlardaki meziyet, sebeb-i tevazu ve mahviyet iken, tahakküm ve tekebbüre sebep olmuştur.”[7] Halbuki “Büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir.”[8] Bunun için “Maatteessüf, büyüklerdeki meziyet, sebeb-i tevâzu iken, vâsıta-i tahakküm oluyor.”[9] Tahakkümün zıddı hürriyettir. Ancak sınırsız bir hürriyet, hakîki bir hürriyet değildir. Nefsin tahakkümüdür. “Belki hürriyet budur ki: Kânun-u adalet ve tedipten başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şâhâne serbest olsun.”[10]
Pekâlâ, insan istibdad ve tahakküme niçin tevessül eder? Çünkü “İçinde tefer’unun lezzet-i menhûsesi ve tahakküm ve tehevvüs-ü nemrudâne vardı.”[11] İşte nefsin bu kötü ve menhus lezzet hatırı için insan tahakkümü irtikab eder. Hâlbuki insandaki şehamet-i imâniyenin gereği, tezellül etmemek, bîçarelere tahakküm ve tekebbür etmemektir. İmân bunu iktiza ediyor ki, tahakküm ve istibdat ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek ve zâlimlere tezellül etmemek… Allah’a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz.
Elhasıl; İslâmiyet, tahkir ve tahakküm suretiyle değil, ancak nasihat tarzıyla âleme lâzımdır. “İslâmiyet, ehl-i dünya ve ashab-ı meratip ellerinde tahakküm ve tagallübe vesile olamaz. Ancak sair dinlerin hilâfına olarak, ehl-i fakr ve hacet elinde ihkâk-ı hak için kırılmaz elmas bir kılıçtır. Bu hakîkate tarih güzel bir şahittir.”[12]
Abdülbâkî Çimiç
[1] Lemalar, (2013)s.409
[2] İşarat’ül-İ’câz, s.269
[3] Muhakemat, s.201
[4] ESDE(Münazarat), s.242
[5] ESDE(Hutbe-i Şamiye), s.338
[6] Muhakemat, s.193
[7] ESDE(Tuluat), s.577
[8] ESDE(Münazarat), s.239
[9] Age, s.220
[10] Age, s.237
[11] Age, s.233
[12] İşarat’ül-İ’câz, s.166