Husûmet, düşmanlık, hasımlık, kincilik, zıddiyet, çekişmek mânâlarına gelen bir kelimedir. Bu fiil imân kardeşliğine ve fazilet-i İslâmiyeye zıddır. Husûmet, vahşet ve cehaletten ortaya çıkar. Aynı zamanda husûmet, mazi derelerinde hükümferma olan bir fiildir. Bediüzaman’ın ifadesiyle bu zaman ve zeminde mü’minlere karşı “Husûmet ve adâvetin vakti bitti.”[1] Çünkü “İslâmiyet, selm(barış) ve müsâlemettir(emniyet ve güvendir); dâhilde niza ve husûmet istemez.”[2] Bir müslümanın en mühim sıfatı muhabbete muhabbet, husûmet sıfatına husûmet etmek olmalıdır. Bediüzzaman da bu mânâyı “Benim mezhebim, muhabbete muhabbet etmektir, husûmete husûmet etmektir. Yani dünyada en sevdiğim şey muhabbet; ve en darıldığım şey de husûmet ve adâvettir.”[3] şeklinde ifade etmiştir. “Yoksa mutlaka husûmet zarardır.”[4] Madem husûmetin vakti bitti, Bediüzzaman’ın en darıldığı sıfat olan husûmet ve adâveti mü’minlere değil, husûmet sıfatına hasretmeliyiz. Bu husûmet duygusunun en mühim, meşru ve müsbet ciheti, mütecaviz münâfık ve din düşmanlarından nefret etmek ve böyle şerirlere karşı alâkâsızkalmamaktır.
Husûmet ve adâvet bir seyyiedir
Husûmet ve adevet menfî bir duygudur. Fıtratımıza derç edilen bu duyguların yönünü ve yüzünü aslî olan cihete tevcih etmek gerekir. Yoksa “Mü’minler mâbeyninde husûmet ve adâvet bir seyyiedir. O seyyie içinde, kalb ve rûhu sıkıntılarla boğacak bir azâb-ı vicdânîyi, âlicenap ruhlara hissettirir. Ben kendim, belki yüz defadan fazla tecrübe etmişim ki, bir mü’min kardeşe adâvetim vaktinde, o adâvetten öyle bir azap çekiyordum; şüphe bırakmıyordu ki, bu seyyieme muaccel bir cezâdır, çektiriliyor.”[5] Öyleyse mü’minlere karşı husûmet ve adâvet seyyiesini işleyip bu azabı ruhumuza çektirmemek gerekir.
Haricî hücûmlarda dâhilî husûmetler unutulur
Yine Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Bir hakîkat var ki, en bedevî ve hatta vahşi insanlar dahi, o hakîkate karşı serfüru bürde-i itaat(itaat ve saygıyla boyun eğme) ve ihtiramdırlar. Bir aşiretten mütehasım(karşılıklı düşmanlık eden) iki kabile, hariç bir hasım zuhur etse, sevk-i tabiî ile dâhilî husûmet tâtil edilir.”[6] Yâni “Bedevî aşiretlerinden Hasenan aşiretinin birbirine düşman iki kabilesi varmış. Birbirinden, belki elli adamdan fazla öldürdükleri halde, Sipkan veya Hayderan aşireti gibi bir kabile karşılarına çıktığı vakit, o iki düşman taife, eski adâveti unutup, omuz omuza verip, o haricî aşireti def edinceye kadar dahilî adâveti hatırlarına getirmezlerdi. İşte, ey mü’minler! Ehl-i imân aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Her birisine karşı tesânüd ederek, el ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecburken, onların hücûmunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârâne tarafgirlik ve adâvetkârâne inat, hiçbir cihetle ehl-i imâna yakışır mı? O düşman daireler, ehl-i dalâlet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehvâl ve mesâibine kadar, birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırsla bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kal’an, uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kal’a-i İslâmiyeyi küçük adâvetlerle ve bahanelerle sarsmak, ne kadar hilâf-ı vicdan ve ne kadar hilâf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl.”[7] Bu hakîkate binâen İslâmî cemâatler elbette ki bu asr-ı ahirzamanın dehşetli haricî hasım ve hücûmları zamanında çakıl taşları gibi küçük kusûrları nazar-ı dikkate almayarak dâhilî husûmet ve adâvetleri unutmaları elzemdir.
Netice olarak “Eğer hasmını mağlûp etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü, eğer fenalıkla mukabele edersen, husûmet tezayüd eder. Zâhiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adâveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedâmet eder, sana dost olur.”[8]
Abdülbâkî çimiç
[1] ESDE(Hutbe-i Şamiye), 2013, s.384
[2] ESDE(Lemaat), s.689
[3] ESDE(Münazarat), s.284
[4] ESDE(Münazarat), s.245
[5] Lemalar, s.652
[6] ESDE,(İşrat), s.596
[7] Mektubat, s.454
[8] Mektubat, s.447