Kizb/Yalan

Kizb, çok fenâ bir fiildir. İslâm dîni bu fiili kesinlikle yasaklamıştır. Çünkü İslâmiyet’in üssü’lesâsı sıdk olduğu için kizbe asla müsâmaha yok. Ancak içinde yaşadığımız âhirzaman asrında, asr-ı saadetten günümüze gele gele, sıdk ve kizb ortasındaki mesâfe azalıp, omuz omuza gelmiş durumda. Bir dükkânda her ikisi beraber satılmaya başlandığı gibi, ahlâk-ı içtimâiye de bozulmuş durumda. İşte böyle dehşetli bir âhirzaman asrının insanlarıyız. Ne yapmalıyız ve neler yapabiliriz? Bu dehşetli asrın maddî ve mânevî hastalıklarından korunabilmek ve kurtulabilmek için Kur’ân’ın mânevî bir mucîzesi ve dersleri olan Risâle-i Nûr’a sarılmalıyız. Bediüzzaman, günümüzün dehşetli bir hastalığı hâline gelen kizb konusunda ehemmiyetli îzahatlar yapmıştır.  Bakara Sûresi’nde “Söylemiş oldukları yalanlar sebebiyle…”[1]  âyetinin işâreti “kizbin şiddet-i kubh ve çirkinliğine işârettir. Bu işâret dahi, kizbin ne kadar tesirli bir zehir olduğuna bir şâhid-i sâdıktır.”[2]

Yalan yalana mukaddemedir

Bir kere insan yalan konuşmaya dursun, gerisi çok kolay gelecektir. Çünkü “Yalan, yalana mukaddeme olduğu için…”[3] ‘Ne olacak, zaten bir kere yalan konuştum, ikinci-üçüncü defa yalan konuşsam ne olacak?’ kapısı açılacaktır. Bu hâl insanın psikolojik bir vaziyetidir. İnsanın kararlılık ve metanetinin kırıldığı nokta burasıdır. İnsan birçok hataya ve günaha böyle başlar. Yalan bu asrın insanlarının en çok istimal ettiği bir fiil olarak görülüyor. İnsanlar kaçamak bir yol bulmak için çok çabuk yalana başvuruyor. Sanki yalan insanların kusurlarını örtmeye yarayan en sağlam sığınak ve liman konumunda. Yalanın toplum hayatında bu kadar kolay ve sık istimal edilmesinin altında elbette zaaf-ı imân gelmektedir. Yoksa bu kadar çirkin ve zararlı bir fiili ehl-i İslâm istimal etmemelidir. Ayrıca bu zamanda propaganda-i siyâset, yalana fazla revaç vermiştir. Bu nedenle yalanın müthiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başlamış. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Siyaset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanat içine girmiş ki, vesvese-i şeyâtîn hükmüne geçmiştir.”[4] Buna binâen “Şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, âdeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana geçmek, pek kolay gidiliyor. Hattâ, siyâset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor. İşte, en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiyatla satılsa, elbette pek âli olan ve hakîkat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası, o dükkâncının marifetine ve sözüne itimad edip körü körüne alınmaz.”[5]

Kizbin mâhiyeti

Kizbin mâhiyeti nedir? Öncelikle ona bakalım. “Kizb(yalan) ne kadar te’sirli bir zehirdir. Kizb, küfrün esâsıdır. Kizb, nifâkın birinci alâmetidir. Kizb, kudret-i İlâhiyeye bir iftiradır. Kizb, hikmet-i Rabbâniyeye zıttır. Ahlâk-ı âliyeyi tahrîb eden, kizbdir. Âlem-i İslâmı zehirlendiren, ancak kizbdir. Âlem-i beşerin ahvâlini fesâda veren, kizbdir. Nev-i beşeri kemalâttan geri bırakan, kizbdir. Müseylime-i Kezzab ile emsâlini âlemde rezil ve rüsvây eden, kizbdir. İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, bütün cinayetler içinde tel’îne, tehdîde tahsis edilen, kizbdir.”[6] Kizbin bu kadar şiddetli tel’în ve tehdîd yüklü ifadelerle beyanı başka bir eserde mevcut mu bilmiyoruz.

Hangi yalan, kizbden sayılmaz?

Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Kinâye veya târiz sûretiyle, yani gayr-ı sarîh(açık olmayan) bir kelimeyle söylenilen yalan, kizbden sayılmaz.”[7] Ayrıca “Mâlûmdur ki, fenn-i belâgatta bir lâfzın, bir kelâmın mânâ-i hakîkîsi, başka bir maksud mânâya sırf bir âlet-i mülâhaza(düşünme âleti) olsa, ona lâfz-ı kinâî(kinâye yollu söylenmiş lâfız) denilir. Kinâî tâbir edilen(dolaylı, örtülü ifadeyle söylenen) bir kelâmın mânâ-i aslîsi medâr-ı sıdk ve kizb değildir; belki kinâî mânâsıdır ki, medâr-ı sıdk ve kizb olur. Eğer o kinâî mânâ doğru ise, o kelâm sâdıktır; mânâ-i aslî kâzib dahi olsa, sıdkını bozmaz. Eğer mânâ-i kinâî doğru değilse, mânâ-i aslîsi doğru olsa, o kelâm kâzibdir.”[8]

Kinâye veya târiz

Farklı mânâya gelebilecek kinâyeli bir söz veya bir kimseye dokundurmak, uyarmak veya dikkatini çekmek gayesiyle yapılan târiz şeklindeki konuşmalar kizbden sayılmaz.  Târizde söylenen sözün gerçek veya mecâz anlamıyla kullanılmasından çok, zıt anlamının kullanılması önemlidir. Kinâyede ise farklı mânâya gelecek sözler tercih edilir. Onun için kinâye veya târiz, yasak olan yalan şumûlüne girmemektedir. Meselâ, “Filânın kılıncının bendi uzundur” denilse, kılıncı olmazsa da, fakat kameti(boyu) uzun olursa, yine hüküm doğrudur, yalan değildir.”[9]  Veya “kinâî misâllerinden, “Filânün tavîlü’n-necâd” denilir. Yani, “Kılıncının kayışı, bendi uzundur.” Şu kelâm, o adamın kametinin uzunluğuna kinâyedir. Eğer o adam uzun ise, kılıncı ve kayışı ve bendi olmasa da, yine bu kelâm sâdıktır, doğrudur. Eğer o adamın boyu uzun olmazsa; çendan, uzun bir kılıncı ve uzun bir kayışı ve uzun bir bendi bulunsa, yine bu kelâm kâzibdir. Çünkü, mânâ-i aslîsi, maksud değil.”[10]

Tevriye de yalan değildir

Bu açıklamalara binâen “Aman boş ver onları, burnu büyük adamlardan bize hayır gelmez” sözü gerçekten burnu büyük olduğunu ifade etmez, bu insanlardan hayır gelmez, gururlu ve kibirli olurlar mânâları kinâye şeklinde ifade edilmiştir. Peygamberimiz(asm) de “Tevriyeli, kinâî ifadelerle yalandan kurtulup rahatlama vardır.”[11] buyurur. Bediüzzaman da 1935 Eskişehir Mahkeme Müdâfaâtı’nda “Hem, bütün müdâfaâtımda ara-sıra görünen mülâyimâne ve musâlahakârane tabirler ise; “tevriye” nev’inden olarak mahzan masum kardaşlarımı kurtarmak içindir.[12] şeklinde ifadeyle “tevriye” sanatını istimal etmiştir. Yani birkaç mânâsı olan bir kelimeyi kullanan kimsenin en uzak mânâyı kasdederek söylemesi tevriye olarak biliniyor. 

Târiz, zarûret durumunda kullanılır

Konumuzla alâkalı şu açıklamalar da çok manidârdır: “Hz. Ömer (ra) “Târiz yoluyla konuşmakta, insanı yalandan kurtaran bir taraf vardır.” demiştir. Bundan maksat, insan yalan söylemeye mecbur kaldığı vakit, îmâ ve târiz yollu sözlerle onu atlatmaktır. Zarûret olmadığı zaman, târiz yoluyla konuşmak da câiz değildir. İbrâhim Nehâî, kendisini ilimden ve hayırdan alıkoyacak sevmediği bir adam kapıya geldiği zaman, hizmetçisine şöyle tenbih ederdi: “Benim için, ‘burada değil’ deme; ‘dur, mescide bir bakayım, onu arayayım’ de.” Şa’bî de, sevmediği biri kendisini aradığı zaman, hemen bir daire çizer ve hizmetçisine, “parmağını bu dairenin içine koy ve ‘burada değil’ de” diye târiz yollu ifade kullandırırdı. Bütün bu ve benzeri yollar, ihtiyaç halinde başvurulan sâlim yollardır. Zarûret olmadıkça bunlara başvurulmaz, câiz değildir. Peygamber Efendimiz(asm), şaka ile de olsa hiç yalan söylememiş ve şaka ile de olsa yalana müsâade etmemiştir. Ama güzel nükteler, şakalar yapmıştır.”[13]

Bir maslahat için kizb câiz midir?

Kizb, çok fenâ ve çirkin bir fiildir. Öyleyse böyle çirkin bir fiile nasıl câiz fetvası verilebilir?

“Bir maslahata binâen kizbin câiz olduğu söylenilmektedir. Öyle midir?” suâlinin cevâbını yine Risâle-i Nur’dan takip edelim: “Evet, kat’î ve zarûrî bir maslahat için mesâğ-ı şer’î (şerîatın izni) vardır.  Fakat hakîkate bakılırsa, maslahat dedikleri şey bâtıl bir özürdür. Zira usûl-i şeriatta takarrur ettiği veçhile, mazbut ve miktârı muayyen (sağlam ve sınırı belli)  olmayan birşey, hükümlere illet ve medar(sebep, gerekçe) olamaz; çünkü, miktârı bir had altına alınmadığından sû-i istimâle uğrar. Maahâzâ, bir şeyin zararı menfaatine galebe ederse, o şey mensûh (yürürlükten kalkmış) ve gayr-ı mûteber (itibarsız, geçersiz) olur. Maslahat, o şeyi terk etmekte olur. Evet, âlemde görünen bu kadar inkılâplar ve karışıklıklar, zararın, özür telâkki edilen maslahata galebe etmesine bir şahittir.”[14] Yani Bediüzzaman “Maslahat için kizb (yalan) ise zaman onu neshetmiştir (hükümsüz kılmıştır). Maslahat ve zarûret için bazı âlim muvakkat(geçici) fetvası vermiş. Bu zamanda o fetva verilmez. Çünkü o kadar sû-i istimâl edilmiş ki, yüz zararı içinde bir menfaati olabilir. Onun için hüküm maslahata bina edilmez.”[15] demiştir.

Mesâğ-ı şer’î’ nerede veriliyor?

Bediüzzaman, geçmiş asırlarda ‘kat’î ve zarûrî bir maslahat için mesâğ-ı şer’î’ olduğunu söylüyor. Bu şer’î izin de her alanda değil, hadîsde ifade edilen harbde, hanımına karşı ve küsleri barıştırırken verilen müsaadedir. Yani kesin ve zarûrî bir meselede bir fayda ve menfaat için muvakkat, yani zamanın şartlarına bağlı olarak her âlim değil, bazı âlimler şerîata göre fetvâ vermiştir. Ancak Bediüzzaman bu zamanda hakîkatçe maslahat olarak gösterilen sebeplerin bâtıl ve geçersiz bir özür olduğunu ifade ediyor. Çünkü şerîatça karar kılınmış önemli bir usûlce sağlam ve sınırı belli olmayan veya sû-i istimâle açık meselelerde hüküm vermek doğru değildir. Mesela maslahat olarak gösterilebilecek sebepler o kadar çok ki, muayyen bir sınırı ve ölçüsü olmayan her maslahatta yalana kapı açacak olan fetvâ vermek faydasından çok zararı netice vereceğinden maslahat o fiili terk etmekle olacaktır.

Hikmet ayrı, illet ayrıdır

Hâdiseyi şöyle de akla yaklaştırabiliriz. “Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir; icâba, icâda medar değildir. İllet ise, vücûduna medardır. Meselâ seferde namaz kasredilir, iki rekât kılınır. Şu ruhsat-ı şer’îyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz.”[16]

Konuya şu izahatla devam edelim. “Gayr-i mazbut bir emir, iş, (Yani sağlam ve muayyen hudûdların içine alınmamış olan bir mesele) hüküm için illet ve medar olamaz.” Yani vaziyeti itibariyle kat’î, sağlam hududları olmamasından, sû-i istimale müsaitliği sebebiyle, tam bir zabt çerçevesi içine alınamamış olmasından; o maslahat batıl olan bir özrün vasfına bürünmesi mümkündür. Mesela nasıl ki seferdeki meşakkat ve zahmetin derece, miktar ve vasfı tam bir zabt, bir ölçü altına alınamaması sebebiyle, namazın kasrına illet olmamış ve illet sayılmamıştır. Belki ancak Kasr-ı namazın illeti yalnız seferdir, (sefer olmadığı zaman, ne kadar meşakkat olsa da, namazın kasrına sebep ve illet olamaz.) Şayet yalanın, maslahat için olduğu zaman caiz olabileceğini teslim ve kabul de etsek; lâkin bir şeyde bulunabilen bir menfaata, ondaki zararın galip gelmesi halinde, onun neshine fetva verdiği gibi; o zaman, maslahat olan şey, onun terkinde, yapılmamasında olur.”[17]

Seferde namaz kısaltılır

Yolculuk esnasında dört rekâtlı farz namazları iki rekât olarak kısaltılarak kılınır. Seferde namazı kısaltmanın illeti, yani hakîkî sebebi yolculuktur. Meşakkât olmasa da illet, yani sefer olduğu için namaz yine kısaltılır. Eğer meşakkât gerçek illet/sebep olarak görülürse, bu hükmü herkes kendi mazeretine göre değiştirebilir. Yeni yeni mazeretler üretilebilir. “Ben hiçbir zorluk çekmedim, öyleyse namazları dört rekât olarak kılarım.”gibi bir sû-i istimâle gidilebilir. Çünkü herkes kendisine göre faklı farklı mazeretler bulabilir. Mazeretin muayyen bir ölçüsü ve sınırı yoktur. Bunun önüne geçmek için, hakîkî illet olan yolculuk var, meşakkat olsa da olmasa da namaz kısaltılır. Aynen böyle de yalan söylemek için maslahat denilen mazeretin de muayyen bir ölçüsü ve sınırı olmadığı için yalan maslahata bina edilmez. Sû-i istimâle açık olan maslahat dedikleri şey ise bâtıl bir özür olduğundan yalan için bu zamanda fetvâ verilmez. Onun için bir maslahat için söylenen yalanı, zaman onu neshetmiştir (hükümsüz kılmıştır).
Üç yerde söylenen yalan meselesi…

Ayette “Pis putlara tapmaktan sakının, bir de yalan söz söylemekten sakının.”[18] emredilmiştir. Resûl-i Ekrem Efendimiz de(asm) şöyle buyurmuştur: “Halk arasını düzelten ve bunun için hayır kastıyla söz ulaştıran veya hayır için söyleyen, yalancı değildir.”[19] Esmâ Bintu Yezîd (ra)anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Ey insanlar! Pervanenin ateşe atılması gibi sizi yalanın peşine düşmeye sevk eden şey nedir? Halbuki, üç yer hariç yalanın her çeşidi âdemoğluna haramdır. Bu üç yere gelince: 1. Erkeğin, rızasını sağlamak için hanımına yalanı, 2. Harpte söylenecek yalan. Çünkü harp bir hileden ibarettir. 3. İki Müslümânın arasında sulhü sağlamak kasdıyla söylenen yalan.”[20] Bu üç yerde söylenen yalan tevriye kabilindendir. Tevriye, edebiyatta, birkaç mânâsı olan bir kelimenin en uzak mânâsını kast etmek demektir. Bu sanatı kullanmak suretiyle, mesela insanlar arasını ıslâh etmek veya harp esnasında düşmanı oyalamak, ya da herhangi bir hayır gözetmek mümkünken, düpedüz yalan söylemek câiz değildir. 
Erkeğin hanımına vaadde bulunması

Safvan İbnu Süleym ez-Zühri (ra)anlatıyor: “Bir adam: “Ey Allah’ın Resûlü! Ben karıma yalan söyleyeyim mi?” demişti. Aleyhissalatu vesselam: “Yalanda hayır yoktur!” buyurdular. Adam: “Vaadde bulunmama, lehinde söylememe ne dersiniz?” diye tekrar sordu. Aleyhissalatu vesselam da: “Öyleyse sana bir vebal yok!” buyurdular.”[21] Demek erkeğin, rızasını kazanmak için hanımına vaadde bulunması ve onun lehinde konuşması da yalan sınıfına dâhil değildir.

İki kişinin arasını düzeltmek

Ümmü Gülsüm Bintu Ukbe (ra) anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ı işittim, diyordu ki: “İki kişinin arasını düzelten, hayır söyleyip, hayır tebliğ eden kimse yalancı değildir.”[22] Meselâ iki kişinin arasını düzeltmek veya barıştırmak için; birine gidip, “O sana dâima duâ ediyor” dense ve bununla ötekinin, “Ya Rab, bütün Müslümanları afv-ü mağfiret eyle!” dediği kast olunsa; tevriye sanatı açısından yalan söylenmiş olmaz. Böylece adamın adâvet ve husûmet ateşini söndürmek ve kin ve garazını hafifletmek de mümkün olur. Görüldüğü üzere iki kişinin arasını düzeltirken hayır söylemek ve hayır tebliğ etmek de yalan kâbilinden değildir.

Harp hileden ibarettir

Harp esnasında düşman askerinin moralini bozmak ve gücünü zayıflatmak için, “Kralınız öldü!” denir ve bununla düşman askerinin eski krallarının öldüğü kast edilirse yine tevriye usûlü ile hem yalandan korunmuş, hem de düşman askeri zaafiyete uğratılmış olur. Yahut düşmana esir düşen birisinin, “Cephaneniz nerede?” sorusuna, “Bilmiyorum!” diye cevap vermesi de tevriye açısından doğrudur.  Yani bardağın susuz kısmı gösterilip, “bardağın yarısı boştur” demektense, bardağın dolu yanını göstermek ve “bardakta yeterince su vardır” demek mümkündür. Bu şekilde yalan da söylenmiş olmaz.

İşte yukarıdaki Peygamber Efendimiz’in(asm) ifadelerinden de anlaşılıyor ki zarûret durumu olan iki kişinin arasını düzeltmek ve hanımına vaadde bulunup, lehinde söylemek zaten yalan değildir. Demek ki bu zamanda imân zaafından ileri gelen ve terbiye-i İslâmiyenin zayıflamasıyla sû-i isti’mâle uğraması ve maslahattan çok dine zarar vermesi nedeniyle geçmiş zamanlarda bir kısım âlimlerin yalan için verdikleri fetvaları yaşadığımız ahirzaman asrının kaldırdığını Bediüzzaman ifade ediyor.

Ya doğru söylemek, ya da sükût etmek lâzım

Yüce Rabbimiz “Allah’ın lâneti yalancıların üzerine olsun.”[23] buyurur. Bediüzzaman da “Ya doğru, ya sükût.” Yani, yol ikidir, üç değildir. Ya doğru, ya yalan, ya sükût değildir.”[24]  ifadeleriyle yalana kesin olarak yolu kapatmıştır. “İşte şimdi beşerin ortadaki dehşetli yalancılığıyla ve tezviratlarıyla emniyet-i umûmîyenin ve rû-yi zemin âsâyişlerinin zîr-ü zeber olması, kizble ve maslahatın sû-i istimâliyle olmasından, elbette o üçüncü yolu kapatmaya beşer mecbur ediyor ve kat’î emir veriyor. Yoksa, bu yarım asırda gördükleri umûmî harpler ve dehşetli inkılâplar ve sukutlar ve tahribatlar, başlarına bir kıyameti koparacak. Evet, her söylediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek doğru değil. Bazan zarar verse sükût etmek… Yoksa yalana hiç fetva yok. Her söylediğin hak olmalı; fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yok. Çünkü hâlis olmazsa sû-i tesir eder, hak, haksızlıkta sarf olur.[25]  

Yol iki kalmış olur

Acaba hâl-i âlem icrâatında cereyan etmekte olan bütün herc-ü merclerin; maslahat denilen o batıl özrün zıddına ve aleyhine olan şâhitliklerini niçin göremiyorsun?!.. Burada şu hususun da bilinmesi lâzımdır ki; örtülü bir târiz tarzında ve kinâyeli bir surette söylenen sözler kizbden sayılmamaktadır. Ve netice olarak, bu vaziyette yol iki kalmış olur:

1-Sükût… Çünki “Lâyelzemû minlüzûmî sıdgî küllü kavlin kavli küllü sıdgin” Yani: Söylenen her bir sözün illâ da doğru olmasının lüzûmu lâzım olmadığı gibi; her bir doğruyu da söylemek doğru değildir.

2-Ya da sıdk… Yani: Söylediği zaman, doğruyu söyleyip, yalan dememektir. (Yani, şayet sükûtun yeri kalmıyorsa ve bir kelâm etmek lâzım geliyorsa, doğru olandan gayrı bir şey söylememektir.)[26]

Netice olarak “Hülâsa, yol ikidir:Ya sükût etmektir; çünkü söylenilen her sözün doğru olması lâzımdır. Veya sıdktır; çünkü İslâmiyetin esası, sıdktır. İmânın hassası, sıdktır. Bütün kemalâta îsal edici, sıdktır. Ahlâk-ı âliyenin hayatı, sıdktır. Terakkiyatın mihveri sıdktır. Âlem-i İslâmın nizamı, sıdktır. Nev-i beşeri kâbe-i kemalâta îsal eden sıdktır. Ashab-ı Kiramı bütün insanlara tefevvuk ettiren, sıdktır. Muhammed-i Hâşimî Aleyhissalâtü Vesselâmı meratib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran, sıdktır.”[27]

İstikâmet şehidi Binbaşı Âsım Bey’in sadakâti

1935’lerde Eskişehir Mahkemesi’nin başlangıcı sayılan Isparta’da muhakeme olurken, ifadesi alındığı sırada vefat eden “İstikâmet şehidi Binbaşı Âsım Bey’in sadakâti ve dâvâsı uğruna yalan konuşmaması “Ya doğru, ya sükût” mesleğine sadakâtini gösteren bir mesele şöyledir: “Isparta’da istintak dairesinde gayet nâmuslu, müstakîm bir kardeşimiz olan mütekâid Binbaşı Merhum Âsım Bey isticvab edildi. Eğer doğru dese, Üstâdı’na zarar gelir ve eğer yalan dese, kırk senelik namuskârane ve müstakîmâne askerliğinin haysiyetine çok ağır gelir diye düşünüp, “Ya Rab, canımı al” diyerek on dakikada teslim-i rûh eyledi, istikâmet şehidi oldu. Ve dünyada hiçbir kânunun hatâ diyemeyeceği bir muavenet-i hayriyeye ve bir tasdike hatâ tevehhüm edenlerin çirkin hatâlarına kurban oldu.”[28] Evet, Binbaşı Âsım Bey, Üstâdı Bedîüzzamân yerine şehit olmuştur. 1935 Nisan’ında Eskişehir hâdisesi dolayısıyla Isparta’da onun da sorgulaması yapılmak üzere mahkemeye celbedilmiş. Mahkeme koridorunda sorgulanmasını beklerken, ‘Herşeyi dosdoğru söylesem, belki sevgili Üstadıma zarar gelebilir, doğruyu söylemezsem yalana girme ihtimali vardır’ diye düşünerek, Cenab-ı Hak’tan o anda ruhunu teslim almasını niyaz etmiş ve hemen orada ruhunu Rahman’a teslim etmiştir.

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]


[1] Bakara Sûresi, 2:10

[2] İşârâtü’l-İ’câz, 2013, s.152

[3] Muhakemat, 2013, s.43

[4] Sözler, 2013, s.784

[5] Age, s.786

[6] Age, 2013, s.152

[7] İşârât’ül-İ’câz, 2013, s.153

[8] Sözler, 2013, s.1002

[9] Muhakemat, 2013, s.32

[10] Sözler, 2013, s.1002

[11] et-Tâc, 5: 55.

[12]dafaalar, Eskişehir Mahkemesi [1935] 

[13] https://www.islamiokul.com/kutuphane/muhtelif/kavramlaransiklopedisi/Sidk-Dogruluk/34.htm

[14] İşârât-ül-İ’câz, s.153

[15] ESDE(Hutbe-i Şâmiye), 2013, s.374

[16] Sözler,2013, s.782

[17] İşârât-ül İ’câz, Trc: Abdülkadir Badıllı

[18] Hac, 22/30

[19] Buhârî, 8/1156

[20] Tirmizi, Birr 26,(1940)

[21] Muvatta, Kelâm 18,(2, 990).

[22] Buhari, Sulh 2; Müslim, Birr 101

[23] Âl-i İmrân Suresi: 61

[24] ESDE(Hutbe-i Şamiye), 2013, s.348

[25] ESDE(Hutbe-i Şamiye), 2013, s.348

[26] İşârât-ül İ’câz (Trc: Abdülkâdir Badıllı)

[27] Age, s.153

[28] Müdâfaalar, Eskişehir Mahkemesi [1935]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir