Gıybet, gayet menfur ve fenadır
“Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?”[1] Gıybet şu âyetin kat’î hükmüyle nazar-ı Kur’ân’da gayet menfur ve ehl-i gıybet, gayet fena ve alçaktırlar.[2] Bediüzzaman gıybet konusunda ayetin hükmünü de nazar-ı dikkate alarak gayet şiddetli bir üslup kullanıyor. Gıybet, cemiyetin bulaşıcı mikrobudur. Çabuk sirayet eder, yayılır. Kâinat manen nur talebelerine saldırsa Nur Talebeleri’ni yıkamaz. Belki kuvvetlendirir. Nur talebelerini yıkan nifaktır, su-i zandır, gıybettir.
Gıybet ile alakalı bir mektup…
Bediüzzaman’ın İstanbul’a Şefik Efendi’ye yazılan bir mektubun suretidir: “Bir ehl-i ilim gıybet etmek “Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?”[3] âyet-i şerifinin tehdidini nazara almayacak derecede medar-ı gıybet olan hatasından başka sair gizli kusurlarını da veyahut gizli hallerini teşhirkârane söylemek, hususan bu şuhûr-u mübarekede öyle bir gıybettir ki, tüyleri ürpertiyor. Aziz kardeşim! Bu mektubun suretini kaybetmeyeceksin, herhalde o ihtiyar zâta okuyacaksın. Bir ehemmiyetli mektubum okunduğu vakit bırakmamış ki, tamam okunsun. Çünkü bu gıybet mes’elesi, helâl etmek mes’elesi var. Böyle acib bir gıybet hiçbir cihetle cevazı olmaz. Eğer isnad edilen o gıybetler varsa gıybettir. Olmazsa iftirakârane gıybet etmektir. Beni helâl et diye en büyük zâtlar en küçük adamlara yalvarmışlar. Ben bir ay kadar helâllaşmak için bekleyeceğim.”[4] Bu mektupta da Bediüzzaman gıybetin ne kadar şenî bir fiil olduğunu izah ediyor. Risale-i Nur’a malum itiraz hadisesi esnasında yapılan gıybet için Bediüzzaman şenî gıybet tabirini kullanmıştır. Kendisi kesinlikle gıybet yapmaz ve yaptırmaz. Talebeleri bu konuda “Üstadımız, ne kimseyi zemmeder ve ne de yanında kimseyi gıybet ettirir. Bunlardan asla hoşlanmaz. Kusur ve hatâları setrederler. Hem o kadar hüsn-ü zanna mâlikdir ki, hattâ kendisi hakkında bir nâseza söz tebliğ edene, “Hâşâ! bu yalandır. Bu sözü söyledi dediğin zat, böyle söylemez” buyururlar.”[5]şeklinde onun hassasiyetini kaleme almışlardır.
Gıybetin felsefesi
Gıybet fiilini işleyene soruyoruz, niçin gıybet ediyorsun?
1) “Vâk’a, ben ne mübalağa ne de zemmediyorum, yalnız hakikati, realiteyi söylüyorum”.
2) “Hakikat namına, hakkın hatırı için konuşuyorum… Hakikat incitti, ben ne yapabilirim ki…?”
3) “İnsaf nâmına, bu insanlar bak şunları şunları yaptılar. Bu insafa sığar mı?”
Bunlar şeytanın gıybeti câiz gösterme yollarıdır. Bazen kişi, okyanusları aşar, bazen de ırmakta boğulur. Bu, maneviyat âleminde de geçerlidir. Bediüzzaman’ın “Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma.” dediği nokta burası olsa gerek. Rabbimiz “Öfkelerini yutanlar ve insanları affedenler”[6] ayetinin düsturuyla onları affetmek bir ulüvvücenaplık olarak addeder.
Bu kutsî dava ezelden sırtımıza yüklenmiş. İhsan-ı ilâhi ile omuzlarımıza konulmuş. Bunu böyle bilmeli ve öyle inanmalıyız. Biz dava-yı Kur’âniye’nin hatırı için kardeşlerimizin biraz nazlarını çekelim. Ufak tefek hatalarından dolayı kızıp bağırmayalım.
En büyük fedakârlık, haysiyette yapılan fedakârlıktır. Bir meşverette, neticede çıkan fikre katılıp kendi fikrimizden vazgeçebilmeliyiz. Hissiyatımızı davamıza feda edebilmeliyiz.
Ne demiş Ârif bir zat: “Ardiyesi hurda dolu dükkân dersen işte ben, hissiyatı davasına feda eden yiğit sen!”
Abdülbâkî Çimiç
[1] Hucurât Sûresi, 49:12
[2] Barla Lahikası, s.430
[3] Hucurât Sûresi, 49:12
[4] Kastamonu Lahikası(G.M.)
[5] Kastamonu Lahikası(G.M.)
[6] Âl-i İmrân Sûresi, 3:134