Mânevî Kapılar

Esmâ-i Rabbâniye kapısı…

Maddî kapıların yanında mânevî kapılar da var. Bunlardan en önemlisi; Esma-i Rabbâniye kapısı. Esmâ-i Rabbâniye kâinata tecelli eden esmâ temessülatıdır. Bir nevi eşyanın melekûtiyet cihetidir. Bu kapıdan girenler eşyada tecellî eden esmâ burçlarına çıkar. Kâinatı harfî olarak tefekkür eder. Mânâ okyanuslarına açılır. Esmâ penceresinden kitab-ı kâinatı taallüm eder. Esma-i Rabbâniye kapısı âyine-i kalbe uzanan bir nisbet-i Rabbâniye ile bir tezâhürdür. Bütün kâinatta cilveleri tezâhür eden esmâ-i hüsnânın birden ruh aynasında görünmesidir. Şu mevcûdat, kendilerinden başka olan mânâlara delâlet eden kelimelerdir. Yani, Esmâ-i Hüsnâ’yı tilâvet eden Rabbâni mektuplardır. Esmâ-i Rabbâniye kapısı ile girenler bu mektupları kırâat ederler. Bediüzzaman, Kur’ân-ı Hakîm’in hakîkat ve hikmetlerinin projesini çıkarmış, bize göstermiş. Yakîniyet makamında olmadıkça ve hakkalyakîn mertebesine çıkmadıkça Esmâ-i Rabbâniye kapısı açılmaz, istikamet muhafaza edilemez.

Evliya-ı izamın, asfiyanın kapısı

Bir başka kapı da; evliya-ı izamın, asfiyanın teveccüh ettiği kapıdır. Bu kapının sırları: Envâr, esrâr, hakaik, icâz, beyân, melekût-u Kur’ân’iyedir. Gavvas gibi Kur’ân’ın derûnuna dalmak lâzım. Gavvas dalgıçlar, Kur’ân definesinin cevâhirini aramak için dalmalılar. Bir denizde, hesapsız cevherlerin aksâmıyla dolu bir defineyi bulmak, melekût-u Kur’ân’iyeye kulaç açmakla olur. “Muhakkikin şe’ni, gavvas olmak, zamanın tesiratından tecerrüd etmek, mazinin a’mâkına girmek, mantığın terazisiyle tartmak, herşeyin menbaını bulmaktır.”[1] İşte bu ders, ahirzamanda Hz. Bediüzzaman’ın dersidir. Bu ders, savt-ı nebevidir. Risale-i Nur’da tecemmu etmiştir. Yakîne en kısa isal eden bir cadde-i Kur’ân’iyedir. Aynı zamanda da Cadde-i Kübrâ’dır. Hz. Bediüzzaman Kur’ân’ın envâr, esrâr, icaz deryasına dalmış, Risale-i Nur’u çıkarmış. Hakikî Nur talebesi de Risale-i Nur’un hakîkatlerine dalıp usûl-i hakîkat çıkarır. Her an teceddüd içinde hikmet ve hakîkat bülbülü olur. Risale-i Nur ile iştigal, işte o zaman ondaki ilim ne biter ne tükenir. Bir nur talebesi hem âlim-i muhakkik olmalı, hem hakîm-i müdakkik olmalı, hem de beliğ-i muknî olmalı ki, tâ isbat-ı müddea etsin ve muvâzene-i şerîatı bozmasın. Nefsânî arızalar bu ilmi ve iklimi hem bozuyor, hem de kırıyor.

Ashab-ı Suffa kapısı

Fetih suresinde “Yüzlerinde secde izi vardır.[2]”ayeti Ashâb-ı Suffa’ya işaret ederek onların “Yüzlerinde secdelerin izlerinden nişanları, alâmetleri” olduğu beyan ediyor. Ashab-ı Suffa hiçbir öğünde iki kap yemek yemediler.  Hiçbir zaman iki kat elbiseleri olmadı. Bu güne gelinceye kadar İslâmiyet’in hakîkatinin nurunun mayesi Ashab-ı Suffa’dır. Ayet-i Kerime’de “Gece ve gündüz Rabbini anan o kişileri yanından uzaklaştırma. Zenginlerin hatırı için de onlardan yüz çevirme.” emredilir. Risale-i Nur davasında sabır ve şükür ile mücehhez Ashab-ı Suffa’nın meşrebini taşımak lâzımdır. Çünkü İslâmiyet’in mânevîyat hamurunda mânâ-yı hakikî, Ashab-ı Suffa’dır. Ashab-ı Suffa kadar sabr ve şükür ile mücehhez başka fertler gelmemiş. Cenab-ı Hak bizi bu hizmet ruhundan ayırmasın. Risale-i Nur hizmeti de bu gün böyle bir ruhu bekliyor ve gözlüyor. Dünyaya öyle tekme vurmuşlar ki, dünya için kaybettiklerine üzülmüyorlar. O ruh, öyle bir mânevî atmosfer ki, insanın yüz binlerce kusuru olsa, o atmosfere girse tasaffî ediyor. Cenab-ı Hak bizim ruhlarımızı Ashab-ı Suffa’nın ruhları gibi keskin kılsın. Onların ruhlarıyla bizleri nurlandırsın ve ruhlandırsın.

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]


[1] Muhakemat, s.46

[2] Fetih Suresi: 29

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir