Bediüzzaman’ın İstanbul’a Vedânâmesi
Bediüzzaman, 1907’nin son aylarında(18 Aralık 1907’den sonra) gelmiş olduğu İstanbul’dan ayrılma zamanı geldiğine kanaat ederek 1910 yılı Mart ayı başlarında İstanbul’dan ayrılır. Çünkü İstanbul’da yaşadığı hadiseler nedeniyle istediği hürriyet zeminini bir türlü bulamamıştır. Bediüzzaman’ın iki buçuk seneye yakın kalmış olduğu bu ilk İstanbul seyahati çok fırtınalı hadiseler ve hizmetlerle geçmiştir. 31 Mart Vak’ası’ndan sonra İstanbul’un siyâsî havası birdenbire değişmiştir. Meşrûtiyet ve hürriyet taraftarı olan Bediüzzaman, 31 Mart’ın o keşmekeş vaziyetinden sonra artık burada fazla kalamaz. İstanbul’a asıl geliş sebebi olan, doğuda fen ve din ilimlerinin birlikte okutulacağı Medreset-üz Zehra üniversitenin kurulması gayesi de gerçekleşmemiştir. Bu durumda, inandığı davanın şimdilik tahakkukunun mümkün olmadığını da gördükten sonra İstanbul’dan ayrılmaya karar verir.
Bediüzzaman İstanbul’a Vedâ ediyor
Bediüzzaman, tekrar Van’a dönme kararı alır ve ne umutlarla geldiği İstanbul’da aradığını bulamamanın verdiği acı ile “Ey koca İstanbul! Müsavat ve uhuvveti, sende devr-i istibdatta yalnız tımarhanede, meşrûtiyette yalnız tevkifhanede gördüm. Elveda, ey gelin libası giymiş acuze-i şemta! Usandım. Sen zehirli bala benzersin. Belki, medeniyet libâsı giymiş vahşî adama benzersin. Sureten ne kadar medenîliğin var; sîreten dahi nifak, sefahat, ağraz içinde o kadar, o derece vahşîsin, tam dünyaya benzersin. Dünyaya geldiğime ben de pişman oldum. Riyanın sözünü, seni tasavvur ettikçe tahattur ediyorum. Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalâtalara ve diyanette lâubalîcesine hareketlere müsait bir zemin ise, herkes şahit olsun ki, o saadetsaray-ı medeniyet tesmiye olunan [akrep ve yılanların yuvaları olan öyle] böyle mahall-i ağraza bedel, Vilâyat-ı Şarkiye’nin hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira, bu mim’siz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbestî-i kelâm ve hüsn-i niyet ve selâmet-i kalb, Şarkî Anadolu’nun dağlarında tam manasıyla hükümfermadır...”[1] diyerek Vedanamesi’ne devam ediyor. Görüldüğü üzere, Bediüzzaman bu yazısında hem İstanbul’un o günlerdeki halini tasvir ediyor, hem de gazetecilerin yalan, tezvir, yaltaklanma ve iftiralarla ortalığı ve efkârı ne hale getirdiklerini telvih ediyor. Bu duruma düşen İstanbul’un içinden sıyrılıp veda’ etmekten başka çare olmadığını, hakiki medeniyetten değil, amma o günkü hâl gibi nifak, yalan, hile, dinde laûbalilik, garaz, intikam gibi kötü ve rezil ahlâka müsait olan bir medeniyet ismi altındaki mimsiz medeniyetten istifa ettiğini de söylüyor.
Bediüzzaman’ın âleminde İstanbul tasviri
Bediüzzaman enfüsî âleminde İstanbul tasviratını kısaca özetleyecek olursak Divân-ı Harb isimli mahkeme müdâfa’atının son kısmında, İstanbul’un kendisinde kalmayı kabul etmediğini, yani o günkü İstanbul’un karışık, bulanık, bir yönüyle de dehşetli, korkulu havâsının verdiği hâl ile herkesin ya susup bir şey söyleyemediği veya söylemek istemediği, ya da gazetecilerin yaptığı neşriyât gibi yağcılık durumuna düştükleri bir ortamda, bu umûmî hava dışında kalmanın çok zor olacağını hissetmekte ve yaşamaktadır. İstanbul’da kalmak için, kendisinin de bu umûmî havaya ayak uydurmakla mümkün olabileceğini, bunun ise kendisinin fıtratına, izzet-i imâniyesi ve vakarına zıt ve muhâlif olduğu için, İstanbul’u terk edeceğini yazıyordu. Kalmak için bir şartı vardı, eğer Mart ve Mayıs ayında yapılan isyanlar, kargaşalıklar neticesinde başlanan zulüm ve tenkillerin açtığı yaraların tedavisi yoluna gidilirse, o zaman İstanbul’da kalması mümkün olurdu. Fakat onun bu istek ve şartı yerine gelmediği için, İstanbul’dan, hatta sefih medeniyetten veda’ etme kararı aldı. Bu dönüş kararını verdiği sırada İstanbul’dan Vedânâme başlığı altında bir yazı neşretti ve akabinde İstanbul’dan hemen ayrıldı.[2]
Ahmed Ramiz’in ifadeleriyle Bediüzzaman’ın İstanbul’dan ayrılışı
Bediüzzaman’ın İstanbul’dan ayrılışının sebeplerini bir de İctihad Kütübhanesi sahibi Ahmed Ramiz Efendi 1911-1912 yıllarında, bir sene ara ile iki defa tab’ ettirdiği Divan-ı Harb-i Örfi ve Said-i Kürdî eserinin mukaddemesinde yazdıklarından takip edelim: “…Karışmış İstanbul’un hevay-i gıll-u gışşından[3] ve tezviratından ve bedraka-i efkâr[4] olmak lâzım gelen gazetecilerin bazılarının bütün fenalıklara badî ve bütün fenalıkların müvellidi olduklarını görerek, bu derece açık cinayetlere tahammül edemeyerek, me’yus ve müteessir olarak vahşetzar, fakat munis, vefakâr ve namus-perver olan dağlarına döndû. Kimbilir belki büyük icraatından biri de budur.”[5]
Bediüzzaman yeni bir vazifeye dönüyor
Netice olarak; “İşte bu gibi sebep ve hallerden dolayı artık İstanbul’da durup da, bir iş görebilmenin mümkün olamayacağını anlayan Bediüzzaman Hazretleri, zahirde ümit kaynakları kurumuş, kesilmiş, inkisâr-ı hayâle uğramış gibi görünmesine rağmen; bilâkis ruhunda coşan İslâm hamiyeti ve gayreti ve İslâmiyetin tealî ve terakkisine hizmet edeceğini kabul ettiği hakiki ve meşru’ bir meşrutiyetperverlik ve hürriyet aşkı onu daha çok büyük hizmetlere ve volkan gibi kaynayan hareket ve faaliyetlere götürmüştür. Ümit ve hayâl kırıklığına düşmek değil, tam aksine büyük ümit ve emellerle Şark’a dönmüştür.”[6]
Abdülbâkî Çimiç
[1] Eski Said Dönemi Eserleri(Divan-ı Harb-i Örfî),2013, s.147
[2] ABIBSNİŞ, Cilt-I, s.703-705
[3] Karmakarışık havasından
[4] Fikirlerin kılavuzu
[5] Eski Said Dönemi Eserleri (Divan-i Harb-i Örfî), s. 115-116
[6] Mufassal Tarihçe-i Hayat, Cilt-I, s.237