Bediüzzaman’ın meşrûtiyet ve hürriyet tespitlerinden sonra, istibdad tespitlerini de toparlamamız ve tasnif etmemiz elzem oldu. Çünkü meşrûtiyet ve hürriyet güneşi, istibdad denilen yırtıcı devin nefesini kesecek ve insanlık böylece sulh-u umûmîyi yaşamış olacak inşâallah. İstibdadın vahşi prensipleri yerine, İslâmiyet’in ter-ü taze hürriyet prensipleri vaz’ edilecek. “İnşâallah, istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle, medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umûmîyi de temin edecek.”[1]
Münazarat’ta Şark vilayetlerinde meşrûtiyet ve hürriyeti ders veren Bediüzzaman’a öncelikle “İstibdat nedir?” suali sorulur. Gelen cevap mükemmel bir tariftir. Şöyle: “İstibdat tahakkümdür, muamele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vahittir, sûistimalâta gayet müsait bir zemindir, zulmün temelidir, insaniyetin mâhîsidir(mahvedicisidir). Sefalet derelerinin esfel-i safilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyet’i zillet ve sefalete düşürttüren ve ağraz ve husûmeti uyandıran ve İslâmiyet’i zehirlendiren, hatta her şeye sirayetle(bulaşmakla) zehrini atan, o derece ihtilâfatı beynelislâm ika edip, Mutezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır.”[2]
Bediüzzaman şu pis istibdadı, “İnsanlar hayvanlıktan çıkıp geldiği vakit, nasılsa bunu da beraber getirmişler.” şeklinde ifade eder. “Demek istibdat hayvaniyetten gelmedir?” sualine “Evet… Müstebit bir kurt, bîçare bir koyunu parça parça etmek, daima kavi zayıfı ezmek hayvanların birinci düstur ve kavanin-i esasiyesindendir.”[3]şeklinde cevap verir. “İstibdat o kadar fena bir şey iken, niçin herkes bir çeşit ile onu irtikâp ederdi?” sualinin cevabını ise: “İçinde tefer’unun(firavunlaşmanın) lezzet-i menhûsesi(kötü ve uğursuz lezzeti) ve tahakküm(hükmetme) ve tehevvüs-i nemrudâne(Nemrutçasına istek ve heves) vardı.”[4]
İstibdadın kuvveti nedir?
Bediüzzaman, istibdadın kuvvetinin cehalet ve vahşet olduğunu ifade eder. Şöyle ki: “Şeriat-ı Garrâ zemine nüzûl etti; ta ki, zeminin yüzünü temiz ve insanın yüzünü ak etsin, şu insâniyetin siyah lekesini izâle etsin; hem de, izâle etti. Fakat, vâesefâ ki, muhît-i zamânî ve mekânînin te’sîriyle, hilâfet saltanâta inkılâp edip(Hz. Hasan’dan sonra Emeviler ile birlikte), istibdad bir parça hayatlandı. Ta Yezid zamanında, bir derece kuvvet bularak, başını kaldırdığından, İmam-ı Hüseyin Hazretleri hürriyet-i şer’iye kılıncını çekti, başına havâle eyledi. Fakat, ne çare ki, istibdadın kuvveti olan cehil ve vahşet, cevânib-i âlemde(âlemin dört bir yanında) zaynâb[5] gibi Yezid’in istibdadına kuvvet verdi.”[6]
İnsanlık tarihi boyunca tahakküm ve keyfî muameleler devam etmiş ve insanlık bu menhus istibdattan bîzar vaziyete düşmüştür. En acısı da şeriat namına istimal edilen istibdadın, şeriattan zannedilmesi ve bu sebeple şeriata gelen tecavüzlerdir. Âlem-i İslâm, bu menhus istibdadı tam mânâsıyla ne anlayabilmiş, ne de onu hakîkatiyle tedavi edecek olan meşrûtiyet ve hürriyete sahip çıkabilmiştir. Hatta ekser Müslümanların, kurtuluş olarak istibdada yapışması ve ondan medet umması hayret-i acip bir vaziyettir. Vaesafa!
Hâkimiyet-i milleti yok eden, umûmî fikirlerin amansız düşmanı, baskı ve zulümleri devam ettirme temayülünde bulunan; bütün fikir ayrılıklarını körükleyen, toplumu ayrılık tohumlarıyla imha eden; efkâr-ı umûmîyeyi nurlandıran ve parlatıp cilalandıran eğitimi, cehaletin yardımıyla söndüren istibdattır. İstibdadın menbaı ve kaynağı, cehalet ve vahşettir. Vahşet ve cehaletten de husumet ve taassub ortaya çıkıyor. İstibdad, kendini ibka/devam ettirmek için şiddetli propaganda yapıyor. Suret-i haktan görünerek kendini meşrûtiyet ve hürriyet taraftarı, muhaliflerini ise istibdad taraftarı olarak lekelemeye çalışıyor. En büyük kuvveti olan bu cehalet ve vahşeti devamlı köpürterek, kendi istikbali için bu iki kaynağı zehirli gıda olarak kullanıyor.
İstibdad, din ve şeriatı da lekedâr etmiştir. Bir kısım idarecilerin şeriat namına tatbik etmiş olduğu zayıf ve hafif istibdad, şeriattan zannedilmiş. Bu menfî siyâset yüzünden de şeriata hücum gelmiştir. Bediüzzaman, istibdada muhalefet ettiğini şöyle ifade eder: “Ben isem, o def’i muhal gördükleri istibdadı yıkmakla ve muhal-i adî gördükleri medine-i fazılanın(erdemli şehrin) esasını atmakla meşgul olan bir ehl-i asrın efradı olduğumdan, o âdete muhalefet ettim.”[7] Öyleyse ümitsizlik yok; çünkü “Yeis mâni-i herkemâldir. “Neme lâzım, başkası düşünsün” istibdadın yadigârıdır.”[8] Eğer hakiki meşrûtiyet ve hürriyet temerküz edip makes bulsaydı, istibdadı şeytan gibi tel’in edecekti. Öyleyse hakiki meşrûtiyet ve hürriyeti bertaraf bırakmayınız; tâ istibdat pis eliyle vücudunu lekedâr etmesin. Geçmiş zamanda, âlemde hükümferma olan istibdadın pederi vahşet olduğu hâlde; İslâm’ın ilk devri hürriyet, âdalet ve müsavatla büyük ve geniş bir delildir ki, parlak şeriat hak özgürlüğünü ve âdaleti ve ibadetteki müsavatıyla, hukûktaki eşitliği, bütün rabıtalarla birlikte ihtiyaç ve lüzûmlu maddeleri de içine almıştır.
İstibdat denilen yırtıcı dev, gaddar ve zalim olan pençesinde, son din olan İslâm’ı sükût ettirmeye çalışmıştır. Dinimizin insana vermiş olduğu hürriyet-i şeri’yeyi prangalamış ve zalim pençesi ile zincire vurmuştur. Şimdi ise medeniyet kürsüsünde oturan umûmun hürriyet ve âdalet fikirleri, Hz. Süleyman(as) zamanındaki gibi dindâr bir meşrûtiyet, cumhuriyet ve hakiki demokrasinin mübarek parmağıyla, parlak olan şeriatın yüzüğü görülecektir. Meşrûtiyetin güzelliği ve hürriyetin parlaklığı bir parmakta parlayan güzel bir yüzük gibi görülecek ve istibdadın gaddar, zalim pençesinden son dinimiz olan İslâmiyet kurtulacak, bu ümmet ve millet buna layık olduğunu görecek ve fiilen bunu tebrik ederek kabul edecektir. Ey ehl-i İslâm, bu âdilâne meşrûtiyeti bırakmayınız, yolunu yapınız ve Allah’ın beyaz kılıcı olan ve ümmeti sahil-i selamete ve beşeri sulh-u umûmîye taşıyacak olan meşrûtiyeti istibdadın pis pençesinden, garaz ve kininden halas eylemek için çalışınız, istibdadın o mübareği lekedâr etmesine daha fazla fırsat vermeyiniz. Her şeye zehrini atan istibdadın parçalanması için, onu hakiki tedavi edecek olan meşrutiyet ve hürriyete çalışınız, hakkıyla temevvüç etmesinin yolunu yapınız. Böylece bütün akvamın sebeb-i saadetine yol açılsın inşâaallah.
Netice-i kelâm: Yaşasın meşrutiyet!.. Yaşasın cumhûriyet!..Yaşasın hürriyet-i şer’î!..”Yaşasın şeriat-ı garra!.. Yaşasın adalet-i ilâhî!.. Yaşasın ittihad-ı millî!.. Ölsün ihtilâf!(istibdad).. Yaşasın muhabbet-i millî!.. Gebersin ağraz-ı şahsiye ve fikr-i intikam!..Yaşasın akıl ve tedbir-i mücessem dindâr cemiyet-i ahrâr ve nur talebeleri!”[9]
Abdülbaki Çimiç
[1] Eski Said Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013, s.337
[2] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013, s.208
[3] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013, s.220
[4] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013, s.223
[5] Küçük su akıntılarının her taraftan gelip toplanarak meydana getirdikleri gölcük, havuz gibi.
[6] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013, s.221
[7] Eski Said Dönemi Eserleri(Makalat),2013, s.49
[8] Eski Said Dönemi Eserleri(Makalat),2013, s.52
[9] Eski Said Dönemi Eserleri(Nutuk),2013, s.182