Ey hürriyet-i şer’î!
Bediüzzaman’ın ilk hürriyet fikirlerine 1894 -95 yıllarında Mardin hayat devresinde tevafuk ediyoruz. Mardin’e gelmeden önce Birinci Meşrûtiyet ilân edilmiş, herkesin dilinde meşrûtiyet ve hürriyet dolaşıyordu. Bediüzzaman da bu sohbetlere bigâne kalmıyor, katılıyor ve fikir beyan ediyordu. Özellikle hürriyete, İslâmiyet namına sahip çıkıyor, “İmân ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saâdet”[1] diyerek muhalif olanlara karşı meşrûtiyeti ve hürriyeti şerîat nâmına alkışlıyordu. İkinci meşrûtiyetin ilanından sonra da meşrûtiyet ve hürriyet tekrar çokça tartışılır olmuştu. Yeni bir asrın başında şiddetli hadiseler yaşanıyor, zaman ve zemin yeni inkılâplara zenim izhar etmeye hazırlanıyordu. Elbette gündeme yeni düşen kavramlardan birisi de hürriyetti. “Nedir şu hürriyet ki, o kadar tevilât onda birbiriyle çekişiyorlar?”[2] sualinin cevabını da Bediüzzaman veriyordu.
Hürriyet sade mânâsıyla; serbest ve hür olmaktır. Herkesin meşrû hareketlerinde tam serbest olmasıdır. İradenin ve seçme kabiliyetinin serbestçe kullanılması demektir.[3] Allah’ın eşref-i mahlûk olan insanoğluna bir hediyesi olan hürriyet, insanın temel haklarının en önemlisidir. Ferdî ve toplumsal tekâmülün temel niteliği olarak kabul edilen hürriyetin olmadığı zeminlerde, insanlıktan söz etmek mümkün değildir. Çünkü hürriyet, “İnsanı hayvanlıktan kurtarır, insanı hakîkî insan yapar.” Daha da doğrusu iman ile parlayan hürriyet “İnsanı insan yapar, belki de mahlûkata nazenin bir sultan yapar.”
Hürriyet, bütün insanlık için ekmekten daha önemli bir haktır. Âlem-i İslâm’ın hâl-i hazır vaziyeti ve fukaralığının sebebi, İslâm’ın ayrılmaz bir parçası olan hakîkî hürriyeti bir türlü yakalayamamasıdır. İslâm âleminin, İslâmî olmayan pek çok fiillerinin esiri olduklarını görmek hâl-i hazır durumu göstermektedir. İstibdat, zulüm ve tahakküm altında yaşamak zorunda kalan insanların kendilerini ifade edebilmeleri, kabiliyetlerini inkişaf ettirebilmeleri neredeyse mümkün değildir. Fazîletli imân sahibi bir fert, akıl ve kalb ittifakını sağlayan, öz güveni tam, sadece Allah’a kul olup kimseye boyun eğmeyen, başkalarına da tahakküme tenezzül etmeyen bir insan olmalıdır. Bu, hakîkî insan olmanın da bir gereğidir.
Allah’a hakîkî kul olan bir insan başka insanlara tahakküm etmez. “İnsanlar hür oldular amma yine abdullahtırlar. Her şey hür oldu. Şerîat da hürdür, meşrûtiyet de.”[4] İmân insanı doğrudan doğruya Sultan-ı kâinata bağladığı için, kâinatın Sultanına bağlanan birisinin, başkasının tahakkümü altına girmesine, başkaları istiyor diye hürriyetinin kısıtlamasına razı olmasına imkân ve ihtimal yoktur. Hürriyetin, daha doğrusu hür ve doğru hürriyetin en veciz tarifini Bediüzzaman yapmıştır. Evet, Bediüzzaman hürriyeti; “Hürriyet odur ki; ne nefsine, ne gayriye zararı dokunmasın. Yani tam ve mükemmel hürriyet, kişinin firavunlaşmaması ve başkasının hürriyeti ile alay etmemesidir.”[5] diye tarif eder. Hem “Hürriyet, âdâb-ı şeriatla müteeddibe(edeplenmek) ve mütezeyyine(ziynetlenmek) olmak lâzımdır. Yoksa sefahat (haram eğlenceler) ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir; belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır, nefs-i emmareye esir olmaktır”[6] sözleriyle gerçek hürriyetle beraber, hürriyetsizliğin de tarifini yapmıştır.
Ömrü boyunca hürriyeti rüyalarda takip edip ve o sevda ile her şeyi terk eden ve “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam.”[7] diyen Bediüzzaman, hürriyeti bir başka tarifinde de şu şekilde izah etmektedir: “Hürriyet budur ki; kànun-u adalet ve te’dibden başka hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukûku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşrûasında şahane serbest olsun. Hürriyet, Rahman olan Allah’ın bir hediyesidir. Ve imanın bir hassasıdır. İnsana karşı hürriyet Allah’a karşı ubudiyeti intaç eder. Evet, güneş gibi parlak, her ruhun maşûkası (aşkı) ve cevher-i insaniyetin küfvü (dengi) o hürriyettir ki, saadet saray-ı medeniyette oturmuş ve marifet ve fazilet ve İslâmiyet terbiyesiyle ve hulleleriyle mütezeyyinedir.”[8]
Hürriyet-i şer’iye, Cenâb-ı Hakk’ın rahman, rahîm tecellisiyle bir ihsanıdır ve îmânın bir hassasıdır. İmân ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İnsan hürriyet ve meşveret-i meşrûa ile tekâmül eder. Her alanda makes bulmalıdır. Bediüzzaman, “hiçbir kayıt altına girmemiş ve hürriyetini hiçbir şeye ve lezzete feda etmemiş ve hattâ zaman-ı istibdatta hürriyetin ünvanı ve en müsait bir zemini olan divaneliği kabul etmiş ve âlem-i gayptan gelen bir seda-i mânevî vicdanında taninendaz olarak (çınlayarak) kalbindeki İslâmiyet’i tehyiç ve gayretini temviç ederek bu hararetli hissiyatını aks-i sedası gibi izhar eylemiş bir”[9] mütefekkirdir. Çünkü “Asıl mü’min hakkıyla hürdür. Sâni-i Âlem’e abd ve hizmetkâr olan, halka tezellüle tenezzül etmemek gerektir. Demek, ne kadar imâna kuvvet verilse, hürriyet de o kadar kuvvet bulur. Amma, hürriyet-i mutlak ise, vahşet-i mutlakadır, belki hayvanlıktır. Tahdid-i hürriyet dahi, insaniyet nokta-i nazarında zarurîdir.”[10]
Madem hakikat böyledir, öyle ise biz insancasına ve Müslümancasına yaşamak için; hürriyet-i şer’iye zemininde, imânın bizlere bahşettiği hürriyetten hakkıyla istifade etmek istiyoruz. Âlem-i İslâm’ın en büyük problemlerinin başında istibdadın içimizde hayat bulması ve hürriyet-i şer’îyenin te’sis edilememesi gelir. İnşâallah istibdadın kırılması ve hürriyet-i şer’iyenin te’sis edilmesi ile insanlık âlemi ve âlem-i İslâm nefes alabilir ve rahat edebilir. Bediüzzaman bu vazifeyi ahrar ve hürriyetçilerin yapacağını söyler. “İnşâallah, o Ahrarlar istibdad-ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesile olacaklar.”[11] der.
Hürriyet, imânın bir hassasıdır
Bediüzzaman, İkinci Meşrûtiyet’in ilanından sonra hürriyeti sû-i tefsîr etmemek ve meşrûtiyeti, meşrûtiyet-i meşrûa olarak kabul etmek lâzım geldiğini ileri sürerek bu hususta dinî gazetelerde makàleler neşrediyor ve hitabelerde bulunuyordu. Bu makàle ve hitabeleri, emsalsiz denecek kadar beliğ ve muknî idi. Ehl-i ilim ve ehl-i siyâset, Bediüzzaman’ın bu yazılarından ve derslerinden çok istifade etmişlerdir. O zamandaki intibah-ı millîyi, Anadolu ve Asya’nın saadet-i dünyeviyesinin fecr-i sâdıkı olarak müjde veriyor, fakat elden kaçmaması için evâmir-i şer’iyeyi çabuk imtisal etmenin zarûrî olduğunu ileri sürüyordu. “Eğer meşrûtiyeti, hürriyet-i şer’iyeyle kabul etmezsek ve öyle tatbik edilmezse, elimizden kaçacak, müstebid bir idareye yerini terk edecek”[12] diye ihtâr ediyordu.
Bediüzzaman, genç yaşlarından beri hürriyet aşığı bir insandı. “Genç Said, fıtraten bir kànun altında yaşamayı ve harekâtının tahdit olunmasını sevmez, her hâlinde, her hareketinde gayet serbest olmasını arzu eder ve daima “Ben hürriyet ve serbestiyetimi hiçbir keyfî kànunla tahdit ettirmem.” derdi. Bunun içindir ki, ilk İstanbul’a teşriflerinde yine her kayıttan uzak kalmakta ısrar etmiş ve hayatının bütün safhalarında bu vaziyet müşahede edilmiştir. Ondaki bu serbestiyet ve hürriyet aşkı, hayatının yarısından sonra Avrupa’dan gelen müthiş bir dalâlet ve zındıka taarruzuna karşı koymayı ve felsefe-i tabiiyeden doğan dehşetli bir istibdad-ı mutlakın hilâf-ı Kur’ân prensiplerine boyun eğmemeyi, onlara itaat etmemeyi ve hakikî hürriyet-i meşrua olan İslâmî hürriyet ve medeniyete çalışmayı netice vermiştir.”[13]
İslâmiyet’in bir fedaisinin ifadesiyle “Hürriyet Rahmân’ın ihsânıdır, zira o imânın bir hassası ve seçkin bir özelliğidir.” Bediüzzaman da “Nasıl hürriyet imânın hassasıdır? Sualine şöyle cevap verir: “Zira, rabıta-i imân ile Sultan-ı Kâinata hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye o adamın izzet ve şehamet-i imâniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukûkuna tecavüz etmeyi dahi, o adamın şefkat-i imâniyesi bırakmaz. Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir bîçareye tahakküme dahi o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek imân ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saâdet…”[14] Ayrıca “şefkat-i imâniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir ki, o hürriyet-i şer’iye, âdâb‑ı şer’iye ile süslenip garp medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır.”[15] ifadeleri ile imân ile hürriyetin parladığına ve insanın hayvanlıktan çıkıp hakiki insaniyete kavuşacağına işaret eder. Evet, imân ile hürriyet arasındaki bu mükemmel tarif, öncelikle âlem-i islâm’da ve insanlıkta makes bulmalı ki; insan hakikî insanlık mertebesine ulaşsın, tam ve mükemmel hürriyeti yaşasın.
Bununla beraber, “İmândan gelen hürriyet-i şer’iye iki esası emreder: (1)İmân bunu iktiza ediyor ki, tahakküm ve istibdad ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek, (2)ve zâlimlere tezellül etmemek… Allah’a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz. Evet, hürriyet-i şer’iye Cenâb-ı Hakkın Rahmân, Rahîm tecellîsiyle bir ihsanıdır ve imânın bir hassasıdır.”[16]
Bediüzzaman, kendisine sorulan “Hürriyeti bize çok fena tefsir etmişler. Hatta âdetâ hürriyette insan her ne sefâhet ve rezâlet işlerse, başkasına zarar vermemek şartıyla bir şey denilmez, diye bize anlatmışlar. Acaba böyle midir?” sualine şöyle hakîkatli bir cevap verir: “Öyleleri hürriyeti değil, belki sefâhet ve rezâletlerini ilân ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan ediyorlar… Hürriyet-i umûmî, efrâdın zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır. Hürriyetin şe’ni odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın.”[17] Öyleyse “Hürriyetin kemâli, firavunluk taslamamak ve başkasının hürriyetini hafife almamaktır.”[18] Bediüzzaman bu kadar kıymet verdiği ve uğruna çileler çektiği hürriyeti, âdab-ı şeriatla kayıt altına alınmasını ister. “Zira cahil efrad ve avam, kayıtsız hür olsa, sefih ve itaatsiz olur.”[19] tespitiyle hürriyetin sınırlarını gösterir.
Netice olarak; meşrûtiyet ve hürriyetin yerleşmesi için bütün himmetiyle çalışan Bediüzzaman Hazretleri’nin “Birinci kapısı, şeriat dairesinde ittihad-ı kulûb (kalplerin birliği); ikincisi, muhabbet-i milliye; üçüncüsü, maarif (bilgi, ilim, kültür); dördüncüsü, sa’y-i insânî (insanın çalışması, emeği); beşincisi, terk-i sefahattir (haram zevk ve eğlencelerin terk edilmesi)”[20] şeklinde nitelendirdiği ve bütün insanlığı davet ettiği bu mükemmel, meşrû, doğru ve hür olan nazenin hürriyete, gidip dâhil olmanın veya onu yaşamanın zamanı gelmedi mi? Elbette geldi de, geçti bile!
Abdülbâkî Çimiç
[1] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Münâzarât), 2013, s.293
[2] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Münâzarât), 2013, s.235
[3] Osmanlıca-Türkçe Lügat, s. 488, Yeni Asya Neşriyat,
[4] Eski Said Dönemi Eserleri(Makalât), s.52
[5] Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), s. 236
[6] Age, s. 236
[7] Tarihçe-i Hayat,2013, s.718
[8] Age, s. 238
[9] Eski Said Dönemi Eserleri (Makalat), s. 39.
[10] a.g.e, s. 73.
[11] Emirdağ Lâhikası-II, s. 520.
[12] Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı,2013, s.86
[13] Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı,2013, s.73
[14] Eski Said Dönemi Eserleri(Münâzarât), s.239
[15] Eski Said Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye), s.355
[16] Eski Said Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye), s.355
[17] Eski Said Dönemi Eserleri(Münâzarât), s.236
[18] Eski Said Dönemi Eserleri(Münâzarât), s.236
[19]Eski Said Dönemi Eserleri(Divan-ı Harb-i Örfi), s. 123
[20] Tarihçe-i Hayat,2013, s. 88