Risâle-i Nûrların dâvası öncelikle imân ve Kur’ân dâvasıdır. Çünkü Kâinatta bu dâvadav dâhâ büyük bir dâvâ yoktur. Bu nedenle de önceliğimizi ve konumumuzu belirlemememiz ve yerli yerinde îzâh etmemiz gerekir. Bu konuda da tahşidâd yapmamız gereken mevzûlar îmânî mevzûlardır. Bunun dışındaki konular ve mavzûlar tebeî durumdadır. Diğer meseleler, Risâle-i Nûrlarda yer aldığı kadar yanlış basmamak için ilgilendiğimiz ikinci, üçüncü hatta bir kısmı dahâ geri derecede mevzûlar olarak değerlendirilmelidir.
Bedîüzzamân Hazretleri bir makâm peşinde falan değildir ve böyle bir şey dâva etmez ve gütmez. Hatta Kur’ân’a ve îmâna hizmetkârlığı maddî ve mânevî bütün makâmlara tercih eder. Risâle-i Nûrlarda âhirzamân ile ilgili yapmış olduğu îzâhlar ise sadece hakkı tebliğ ve müceddidliğinin bir gereği ve vazîfesidir. Ümmetin ihtiyaçlarını îzâh ve vuzûha kavuşturmaktır. Bu vazîfesini de tekâmül derecesinde ifâ etmiştir.
Mehdilik meselesi peygamberlik gibi izhârı ve ilânı mecbûr bir makâm değildir ki izhâr edilsin ve herkes tarafından bilinsin. Ancak velâyet makâmlarının kemal derecesidir ve “Meziyetin varsa hafâ türâbında kalsın, tâ neşvünemâ bulsun. Ey zîhassa-i meşhure, taayyünle zulmetme. Ger perde-i hafânın altında sen kalırsan, ihvânına verirsin ihsân ve bereketi. Herbir ihvânın altında sen çıkması, hem de o sen olması imkân ve ihtimali, herbirine celb eder bir nazar-ı hürmeti. Eğer taayyün edip perde altından çıksan, mükerrem iken altında, üstünde zalim olursun. Güneş iken orada, burada gölge edersin, İhvânını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten. Demek taayyün ve teşahhus zalim birer emirdir. Sahîh doğru böyleyse, hem de böyle görürsün.(Lemaat)” hakîkatinin bir tezahürü olması icâb eder. (Lütfen buraya dikkat etmek gerekir.)
Âhirzamân hâdiseleri imtihân sırrı ve mübhemiyeti gerektiren hâdiselerdir. Sırr-ı teklif bunu iktizâ’ ediyor. Bu nedenle de fâiller ba’zen fiil içinde müstemirdir. Çünkü ba’zen fâil, fiilin içinde saklıdır. Bu cihetten âhirzamân hâdiselerine bakılırsa bazı perdeler aralanabilir. Ancak en önemlisi ise nûr-u îmânın dikkatiyle bakabilmektir. Bu çok mühîm ve önem arzeder. Yoksa sathî kalır ve i’tirâzlar, münakâşalar meydan alır.
Bir şeyi bilmek mâhiyetini bilmeyi gerektirmez. Yâni suyu su olarak herkes bilir. Ancak suyun içersindeki iki hidrojen ve bir oksijeni herkes bilemez ve bilmesi de gerekmez. Aynen öyle de âhirzamân şahıslarını da herkes bilemez ve bilmesi de i’câb etmez. Bilinmemesi onların gelmediğine ve icrâatlerini yapmadığına delil olamaz.
İnsanların bir hükmü illâ İslâmiyetten aldık demeleri gerekmiyor. Ba’zen ızdırâren veya kabûle mecbûriyet tahtında İslâm’ın hükümlerini alıp kullanmaları ekseriyet ile biliniyor. Bu mânâda şu ifâdeler ne kadar manîdardır.”Amma insanların büyük bir kısmı, ihtiyarıyla küfrü kabûl ve tekâlif-i İlâhiyeyi reddetmişlerse de, teklifin bazı nevilerinden süzülen terbiyevî, ahlâkî vesâire güzel şeyleri aldıklarından, teklifin o nevilerini zımnen ve ıztırâren kabûl etmiş bulunurlar. İşte bu i’tibârla, kâfirin her sıfatı ve her hali kâfir değildir.( İşârâtü’l-İ’câz)” Bu açıdan da bakıldığında İsevîlerin İslâm’ın hükümlerini şahsî veya içtimâî hayatta istimâl etmeleri mümkün görünüyor ve her daim vâkidir.
Risâle-i Nûrlarda imâmet cihetine heveslilik yoktur. Bedîüzzamân Hazretleri bu mânâda şu güzel prensibi göstermiştir. “El-hubbu fillâh” sırrıyla, tarîk-i hakta gidenlere refakatle iftihâr etmek; ve arkalarından gitmek; ve imâmlık şerefini onlara bırakmak; ve o hak yolunda kim olursa olsun kendinden daha iyi olduğunun ihtimâliyle enâniyetinden vazgeçip ihlâsı kazanmak; ve ihlâsla bir dirhem amel, ihlâssız batmanlarla amellere râcih olduğunu bilmekle ve tâbiiyeti dahi, sebeb-i mes’uliyet ve hatarlı olan metbûiyete tercih etmekle o marazdan kurtulur ve ihlâsı kazanır, vazîfe-i uhrevîyesini hakkıyla yapabilir.( Yirminci Lem’a)” Bu sözler çok açık sözlerdir. Herkesin söyleyeceği ve yazacağı sözler de değildir. Onun için herkes Bedîüzzamân olamamış ve olamıyor sanırım.
Âhirzamân asrında hâkimiyet prensipler hâkimiyeti tarzında olacaktır. Kimin kalbi kavî ve aklı keskin ise ve dâvasını ispat edecek, hâkimiyetini prensipler tarzında eksere kabûl ettirecektir. Bu mücâhedede elbette ki Kur’ân’ın hâkimiyeti esâstır. Hâkimiyet yine İslâm’ın hâkimiyetidir. Fark ise akılları ve kalbleri Kur’ân hakîkatleri ile teshîr edebilmektir. Bu vazîfe ise birinci derecede Nûr talebelerine aittir. Cebir ve kuvvet devri geride kalmıştır. Ancak haricî tecâvüze karşı maddî cihad yapılır. Zaman ve asır, kalb ve akılların Kur’ân hakîkatleri karşısında teslîm olma zamanıdır. İnsan hürdür ancak yine de abdullahtır. Hür olan insanın hürriyet-i şer’iyye prensiplerinin âleminde, kalb, akıl ve rûhunda ma’kes bulması önemlidir. İnsanların kalb ve rûhlarında te’sîr eden hakîkat-i Kur’âniyye hükümranlığı devam etmektedir. Her yıl binlerce başka din mensuplarının İslâmiyet ile müşerref olması bizlere hâlen ümid vermiyor olabilir mi?
Bütün mesele bizim hakâkik-ı Kur’ân’iyyenin güzelliklerini etvarımızla ilan etmemizdir. Beşeriyet hak dîni aramaktadır. Çünkü insanı hak din olan İslâmiyetten başka hiçbir şey mutmâin edemez. Onun için de beşeriyetin son dinî İslâmiyet olacaktır. Bunun emâreleri görülmektedir. Bu noktada İsevîler dahâ fazla intibâha gelmekte ve hüşyar durumdadır. Onların akıllarına ve kalblerine Risâle-i Nûrlardaki Kur’ân hakîkatleri hitap ediyor ve kemiyet değil keyfiyet cihetiyle müthiş bir müteveccih oluyor. Bunun önüne geçmek ve karşı durmak da adetullaha muhalefet etmektir.
İnsanların veya İsevîlerin mehdiyi bilmeleri ve bizim onlara mehdiyi tanıtmamız çok fazla bir şey ifâde etmez. Mehdî ve mehdiyet meselesi kuru sloganik bir mesele değildir. Önemli olan Kur’ân’ın kudsiyetine gölgesiz ayna olmaktır. Bu mânâda Risâle-i Nûrların Kur’ân’a şeffaf bir ayna olduğunu düşünüyoruz. Risâle-i Nûrlardaki meziyet ve mahâret de Kur’ân’a aittir. Kur’ân’sız bir Risâle Nûr düşünmek mümkün değildir. Çünkü Risâle-i Nûrların vazîfesi Kur’ân’a ve Efendimiz (asm)’in sünnetine bu âhirzamân asrında ayna ve vesîle olmaktır. Bu nedenle de Risâle-i Nûrların müellifi olan Üstad’ımızın mâhiyetini ve şahsiyet-i mânevîyesini kısır çekişmelerin içine dâhil etmek ve tartışmalarla zedelemek yerine O’nun mâhiyetini en mükemmel olarak izâh eden eserlerini nazara sunmak ve okunmasını sağlamak en güzel ve tesîrli bir yoldur diyoruz ve biliyoruz ve de bu şekilde çalışmaya gayret ediyoruz.
Gayret bizlerden muvaffakiyet Allah(cc)’tan.
Bâki ÇİMİÇ