“Ey Tabib Efendi! Sen dinle, ben söyleyeceğim…”

Toptaşı Hastanesi’ne sevk edilen Bediüzzaman kendisini muayeneye gelen doktorla uzun bir konuşma yapar. Divan-ı Harb-i Örfî’ye “Kırk Dokuz Sene Evvel Devr-i İstibdat ve Said Nursî”[1] başlığı ile derç edilen bu konuşmada çok önemli ders, ikaz ve ihtârlar vardır. Çok uzun olan bu konuşmanın bir kısmını buraya alalım. Bediüzzaman “Tımarhanede tabiple vaki olan maceram olup ikinci, üçüncü noktalarda kendini medresede tahayyül ederek doktorla”[2] konuşmasına başlar. Şöyle ki:

“Ey Tabib Efendi! Sen dinle, ben söyleyeceğim. Cinnetime bir delil daha senin eline vereceğim. Sual olunmadan cevap; antika bir divanenin sözünü dinlemeyi arzu edersiniz. Muayenemi muhakeme suretinde istiyorum. Senin vicdanın da hakem olsun. Tabibe ders-i tıb vermek fuzûlilik, amma teşhis-i illete yardım edecek noktalar hastanın vazifesidir. Hem de istikbal sizi tekzib etmemek için dinlemenize lüzum görürsünüz. Şu dört noktayı nazar-ı mütalâaya alınız:

Birincisi: Ben Şarkın dağlarında büyümüşüm. Kaba olan ahvâlimi Şarkın kapanıyla tartmalısınız. Hassas olan medenî İstanbul mizanıyla tartmamalısınız. Öyle yaparsanız, bir maden-i saadetimiz olan Dersaadet’ten önümüze sed çekmiş olursunuz. Hem de ekser Şarklı hemşehrilerimi tımarhaneye sevk etmek lâzım gelir. Zira, Vilâyat-ı Şarkiye’de en revaçlı olan ahlâk; cesaret, izzet-i nefis, salâbet-i diniye, muvafakat-i kalb ve lisândır. Medeniyette nezaket denilen emir, onlarca müdahenedir, dalkavukluktur.

İkincisi:  Benim, elbisem gibi, ahvâl ve ahlâkım da nâsa muhaliftir. Hak ve nefsülemri(işin hakikatini) mihenk itibar ediniz. Zamanın veya âdetin revaç verdiği görenek vasıtasıyla numune-i imtisal olmuş bazı ahlâk-ı seyyieyi mikyas yapmayınız: “Neme lâzım, başkası düşünsün.” feryad-ı meyyitâne gibi. Ben derim ki: Müslümanım, İslâmiyet cihetiyle manen memurum ve sadâkatle mükellefim. Millete, din ve devlete nafi olan bir şeyi düşüneceğim.

Üçüncüsü: Şaz(istisna) ve nadir olarak, istidad-ı zamanın fevkinde çok kimseler gelip gitmiş. Nâs, iptida(önce) onlara cünun(mecnun, delilik) veya abes isnadından sonra sihre veya harîkaya hamletmişler. Birinci ve İkinci noktanın mabeyninde olan tezat, cinnetime hükmeden zevatın, delil ve müddealarında olan tezada imadır. Zira, ef’alleriyle demişler: “Divanedir. Çünkü, her mesail-i müşkileye cevap veriyor.” Böyle bir delil getiren elbette delidir.

Dördüncüsü: Asabî adam, hususan benim gibi sinirli bir kimsenin telâş ve hiddet etmesi zarûrîdir. Bahusus bir fikr-i âlîyi, –yani hürriyet-i şer’iyeyi– onbeş sene zihninde taşıyan ve bilfiil karip olduğu zaman, –yani bir inkılâb-ı azîmle– kendini muhatarada(tehlikede) ve mehlekede(tehlikeli işlerde) görse ve temaşasından mahrum kalsa nasıl telâş ve hiddet etmesin? Hem de benden daha divane, zaptiye nazırıdır. Zira benden daha hiddetlidir. Hem de bu cinnet-i muvakkateye müptelâ olmayan, binde birdir. ”Bütün insanların bir mecnun tarafı vardır; lâkin insanların arzuları sayısı kadar da farklı cinnet hâli vardır.” Eğer müdahene(dalkavukluk), temellük(yaltaklanma), tazarru-i sinnurî,Haşiye[3] menfaat-i umûmiyeyi menfaat-i şahsiyeye feda etmek aklın muktezasından addedilmek lâzım gelse, şahit olunuz, ben o akıldan istifamı veriyorum. Divanelikle –ki, bence bir mertebe-i masumiyet gibidir– iftihar ediyorum.”[4]

Bediüzzaman bu minval üzere konuşmasına devam eder ve sonunda şu veciz ifadelerle doktorla konuşmasını nihayetlendirir. “… Anlayış sakat olduktan sonra, doğru bir işi de ayıplayan çok olur.” Demek bizim doktorların fehmi hasta ve kendi raporlarıyla kendileri mecnun ve Zaptiye Nazırı da hiddeti için divanedirler. Ey doktor! Sen iyi doktorsun, evvelâ o bîçareleri tedavi et, sonra beni. Ey, şu kelâmıma nazar eden zevat! Eğer kelâmımda dokunacak veya sizin zayıf midenizde hazm olunmayacak sözler bulunursa mazur tutunuz. Çünkü divanelik zamanında söylemişimdir. Muhitim o zaman tımarhanenin duvarları idi. Muhitin tesiri müsellemdir. Zira “Divane için kalem gerekmez.” Ümmî ve vahşi, yani hür, Türkçe iyi bilmez bir Kürd bu kadar ifade-i meram edebilir. Vesselam.”[5]

Eşref Edip Bediüzzaman’ın tımarhaneye gönderilişini yazıyor

Bediüzzaman’ın tımarhaneye yollanmasının gerçek sebebini gördükten sonra Eşref Edip Fergan’ın Yeni İstiklal Gazetesi’nde “İslâm düşmanlarının tertiplerini ortaya çıkarmak vazifemizdir” başlıklı yazısı şöyledir:

“Padişah başta olmak üzere hiçbir zaman hiçbir kimse onun en küçük hıyanetine kâil olmamıştır. Onun fazlını, hamiyetini takdir etmiştir. “O Şark vilayetlerinde mektep, medrese açtırmak, maarifi canlandırmak için İstanbul’a gelmişti. Çok hürriyetperver yüksek cesaret-i medeniye sahibi bir zattı. Zamanın ahvalini göz önüne getiriniz. Namık Kemallere Ziya Paşa ve diğer hürriyetçilere karşı sarayın aldığı tavır ne idi? Merhum Üstad Bediüzzaman ise cesaret ve şehamette, hamiyet ve hürriyetperverlikte onlardan çok daha ileride idi. O’nun bu hürriyet mücadelesine karşı, ilim ve fazlına hürmeten saray çok müsamahakâr davrandı. Fakat mücahedesinin önüne geçmek mümkün olmadı. Gençliği taşkın ve ateşin bir zekâ, hürriyet aşkı, mücadeleci ruhu, diğer hürriyetperverlerin maruz kaldığı âkibetten onu koruyamadı.

Hürriyet mücadelesinde celâdet ve şehameti o derece idi ki; herkesin ağzını açmaktan korktuğu, işaretle konuştuğu bir zamanda, onun bu kadar cesaret ve celâdet göstermesi zamanın havsalasına sığmadı. Sarayın ve paşaların fermanferma olduğu, mutlak bir kudrete sahip bulunduğu bir zamanda, Şark vilayetlerinden gelen bir adamın, bu kadar cüret göstermesi, hayret ve taaccüp ile telakki edileceği tabii idi. Halka köle nazarı ile bakan müstebit Paşalar “Bu kadar cesaret akıl kârı değildir.” diye onu muayeneye sokmaktan başka kendileri için halâs ve rahat çaresi görmediler. İşte tımarhaneye gönderilişi bu şekilde olmuştur.

Hastahanede doktora söylediği sözler, doktoru hayrette bırakmış, doktor onun zekâ ve irfanına, celâdet ve şehametine hayran olmuş, ne için gönderildiğini anlamış, merhuma zamanın nezâketini hatırlatmış, itidal tavsiye etmiş ve özür dilemiştir. Evet beyefendi! Deli dedikleri, işte bu adam, bu deli arslan! Şimdi nefs-i âlienize kıyas buyurunuz. Bu vaziyette siz olsaydınız seksen altın ihsan-ı şahaneyi on ve otuz altın maaşı kabul eder miydiniz? Ve zaptiye nâzırı fermanferma Vefik Paşa’nın eteğini öper miydiniz? İşte onu yapmayan adama dün de deli derler, bugün de!  Şimdi ne padişah kaldı, ne nâzır paşa! Fakat gönüller sultanı yaşıyor!… Zindanlar, hastaneler, tımarhaneler hapishaneler, tazyikler, zehirlenmeler, enva-i zulümler. Cisimleri demir çember içine alabilir, fakat gönüllere hâkim olamaz. Müttakilere mahsus olan bu âkibet öyle bir fazl-ı ilâhidir ki, Cenab-ı Kadir-i Mutlak bunu ancak dilediğine ihsan eder.”[6]

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]


[1] Ehemmiyetine binaen Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin de tashihinden geçen Osmanlıca teksir nüshadaki bu parçayı da buraya alıyoruz.

[2] Eski Said Dönemi Eserleri(Divan-ı Harb-i Örfi), 2013, s.150

[3] Haşiye: Kedi gibi yalvarma.

[4] Eski Said Dönemi Eserleri(Divan-ı Harb-i Örfi), 2013, s.150-51

[5] Eski Said Dönemi Eserleri(Divan-ı Harb-i Örfi), 2013, s.156,57

[6] Yeni İstiklal Gazetesi, 23 Mart 1966, Sayı: 241, Eşref Edip, “İslam düşmanlarının tertiplerini ortaya çıkarmak vazifemizdir” yazısı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir