Doğuda Medreset’üz-zehra projesini hayata geçirmek için ilk resmî temaslarda bulunmak niyet ve düşüncesini hükümete iletmek isteyen Bediüzzaman, Van eski valisi İşkodralı Tahir Paşa’nın teşviki ve referansıyla, 1907 yılının sonlarında İstanbul’a gitti. İlk iş olarak, Doğuda kurulmasını istediği üniversite ile ilgili bir dilekçeyi padişahın özel kalem dairesi olan Mabeyn-i Hümayun’a[1] sundu. Ancak, hükümet dilekçenin konusunu gerçekleştirmek için hiçbir girişimde bulunmadı.
Bu dilekçe 6 Teşrinisani 1324(1908), Şark ve Kürdistan gazetesinin Birinci sayısında da neşredilmiştir. Bediüzzaman’ın Mabeyn-i Hümayun’a verdiği dilekçe şöyledir: “Millet-i Osmaniye meyanında mühim bir unsur teşkil eden Kürdistan[2] ahalisinin ahvali hükûmetçe malûm ise de, hizmet-i mukaddese-i ilmiyeye(ilim adına yapılacak mukaddes hizmete) dair bazı metalibatı(istekleri) arz etmeye müsaade dilerim. Şu cihan-ı medeniyette ve şu asr-ı terakki ve müsabakatta, sair ihvan gibi yekâheng-i terakki olmak için(ilerlemeye ayak uydurmak için) himmet-i hükûmetle Kürdistan’ın kasaba ve kurasında(köylerinde) mekâtip(mektepler) tesis ve inşa buyurulmuş olduğu ayn-ı şükranla meşhut(şahit olunmuş) ise de, bundan yalnız lisân-ı Türkîye aşina etfal(çocuklar) istifade ediyor. Lisâna aşina olmayan evlâd-ı Ekrad(Kürd çocukları) yalnız medaris-i ilmiyeyi maden-i kemalât bilmeleri ve mekâtip muallimlerinin lisân-ı mahallîye adem-i vukufları cihetiyle maariften mahrum kalmaktadır. Bu ise vahşeti, keşmekeşi, dolayısıyla garbın şematetini(şamatasını) davet ediyor. Hem de, ahalinin vahşet ve taklit hâl-i iptidasında kalmaları cihetleriyle, evham ve şükûkun(şüphelerin) tesiratına hedef oluyor. Eskiden beri her bir vecihle Ekrad’ın mâdununda(alt tabakasında) bulunanlar, bugün onların hâl-i tevakkufta(duraklama hâlinde) kalmalarından istifade ediliyor. Bu ise ehl-i hamiyeti düşündürüyor. Ve bu üç nokta, Kürdler için müstakbelde bir darbe-i müthişe hazırlıyor gibi ehl-i basireti dağdar(pek müteessir) etmiştir.
Bunun çaresi: Numune-i imtisal ve sebeb-i teşvik ve tergip olmak için, Kürdistan’ın nukat-i muhtelifesinden (değişik noktalarından, farklı merkezlerinden) biri Ertuş aşairi merkezi olan Beytüşşebap cihetinde, diğeri Mutkan, Belkan, Sason vasatında, biri de Sipkan ve Hayderan vasatında olan nefs-i Van’da(Van’ın merkezinde) medrese nam-ı me’lûfu(alışılmış olan nam, ünvan) ile ulûm-i diniye ve fünun-i lâzıme ile beraber, hiç olmazsa ellişer talebe bulunmak ve oraca medar-ı maişetleri hükûmet-i seniyece tesvit edilmek(tasarı olarak kaleme almak) üzere üç dârüttalim(talim, eğitim yeri) tesis edilmelidir. Bazı medarisin(medreselerin) dahi ihyası, maddî ve mânevî Kürdistan’ın hayat-ı istikbaliyesini temin eden esbab-ı mühimmesindendir. Bununla maarifin temeli teessüs eder. Ve bu mebde-i teessüsten(teessüsün başlangıcından) ittihat takarrür edecek(birlik ve beraberlik yerleşecek). İhtilâf-ı dâhilîden(dâhilî ihtilâflar, iç karışıklıklardan) dolayı mahvolan kuvve-i cesimeyi(büyük kuvveti) hükûmetin eline vermekle, harice sarf ettirmek için hakkıyla müstahak-ı adalet ve kabil-i medeniyet oldukları gibi, cevher-i fıtriyelerini göstereceklerdir.”[3]
Bu dilekçe hadisesinin detayında şöyle olaylar yaşandı: Bediüzzaman Hazretleri’nin Mabeyn-i Hümayun’a verdiği dilekçenin ve İstanbul’a gelişinin asıl amacı, Van merkez olmak üzere Vilayat-ı Şarkiye’nin farklı mahallerinde kurmak istediği Medrese’tüz-Zehra isimli üniversitenin maddî finansmanı için, Sultan Abdulhamid’le görüşerek temin ve taahhüt altına almaktı. Yani manen umum Şark vilayetlerini, belki de bir cihette İslâm Âlemini temsilen padişahın ve Hükûmetinin, onun Medreset-üz Zehra’sına el atıp, inşaasına maddî destek olmaları maksadıyla hükûmetin nazar-ı dikkatini çekmekti. İstanbul’a gelir gelmez padişahla görüşme imkânının yollarını aradı. Bu gayeyle de 1908’in Mart ayı başlarında Mabeyn-i Hümayûn’a gitti, padişahla çok önemli bir hususa dair görüşmek istediğini söyledi. Ama maalesef oradaki vazifeli paşalar bu isteği reddettiler. Dolayısıyla o pek mühim görüşme mümkün olamadı. Fakat Bediüzzaman bu görüşme talebinden vazgeçmedi, çare ve imkân yollarını aramaya devam etti. Ferik Ahmet Muhtar Paşa delaletiyle İstanbul Şişli’de Vanlı zengin bir adamın evinde mabeynin paşalarıyla ikinci bir görüşme sağlandı. Burada yine mevzu’ hakkında sert münâkaşalar oldu.
Sonuçta ipler koptu ve Bediüzzaman’ın mutasavver olan görüşmeden ümidi kesildi. Son bir çare olarak Padişaha hitaben meramını anlatan bir dilekçe kaleme alarak (dilekçede Şark’ın cehaletten kurtulmasının tek çaresi, bir “Darü’l-Funun”un Van’da kurulmasıdır, diyerek) dilekçeyi Mabeyn-ı Hümayun’a bıraktı. Birkaç gün daha bekledi. Yine bir ses çıkmadığını görünce; Padişah’ın ve devletin nazarını Doğu’nun ahvaline çekmek niyetiyle, Fatih tarafında bulunan Şekerci Hanı’nda bir oda kiralayarak kapısına şöyle bir levha astı: “Burada her çeşit suale cevap verilir. Her müşkül halledilir. Ama hiç kimseye sual sorulmaz.”[4]
Abdülbâkî Çimiç
[1] Mabeyn-i Hümayun, gerçi bir özel kalem müdürlüğü şeklinde bir mana idi. Fakat büyük bir padişaha lâyık ve münasib olarak, onun en mukarreblerinin ikâmet ettikleri ve padişahın emir ve fermanlarının icra edildiği, Vali ve paşaların devlet işleri için müracaat ettikleri bir makam idi.
[2] Osmanlı döneminde Kürdistan tabiri Coğrafî bir tanım olarak kullanılıyordu. Bediüzzaman da bu tarif ile kullanmıştır. Ayrılıkçı ve ırkçı bir tarif için kullanılan Kürdistan ile alakası yoktur.
[3] Eski Said Dönemi Eserleri(Makâlat), 2013, s.22,23, Asar-ı Bediiye, s.367
[4] Mufassal Tarihçe-i Hayat, Cilt-I, s.176