Tevafuken bir yazı dikkatimi çekti. Beni derinden sarstı ve kalbî bir ah(!) çektirdi. Hakikaten ilgili yazının özelikle iki bölümü ilginçti. Her zamana hitap ettiği gibi, günümüze daha ziyade hitap ediyordu. Yazının konusu Uhud Harbi’nde Okçular Tepesi’ni terk eden sahabeler hakkında ve gıybet bahsi ile devam ediyordu. Nedense her daim asr-ı saadet okumaları ve kareleri hep dikkatimi çekmiştir. Çünkü asr-ı saadetin her bir karesi bütün asırlara baktığı ve ders verdiği gibi, hususan bu ahirzaman asrına daha fazla bakıyor diye düşünüyorum.
İlgili yazının birinci bölümü şöyle: ”Okçular tepesini terk eden sahabeler kimdi? Hiç kimse bilmiyor. Bu asla İslâm tarihinde de yazmaz. Hatta o okçular kimdi öz çocukları da bilmez, karıları da bilmez. Çünkü Ashab-ı kiram kimseye söylememiş, saklamış. Ağızlarından bu konu hakkında hiçbir şey çıkmamış. Hatta ve hatta yıllar sonra Cemel, Sıffın gibi hadiselerde birbirlerine ters düştükleri vakitlerde bile; “Sen zaten Uhud’da da tepeyi terk etmiştin!” dememişler Orada dahi birbirlerini hataları ile vurmamışlar. Ya Rabbi.. Bu nasıl bir ahlâk! Birbiri hakkında konuşmak için en ufak bir fırsatı kaçırmayan, hatta “olanı söylüyorum, benim niyetim temiz” diye nefsini aldatıp ağzından akan kardeşinin ölü etinin kanlarını temizleyeceği en ufak bir fırsatı kaçırmayan ümmetin buradan alacağı çok ders var.” İşte ilgili yazının en can alıcı yerleri böyleydi. Ne dersiniz? Gayet ehemmiyetli ve hepimizi derin derin düşündürmesi gereken bir yazı değil mi?
Uhud Savaşı sonrası nüzul eden ayette çok mühimdir. Bakınız Okçular Tepesi’ni terk eden Sahabelere karşı Peygamberimizin(asm) davranışını Rabbimiz nasıl tasvip ediyor. “O zaman, Allah’tan bir rahmet sebebiyle onlara yumuşak davrandın. Ve eğer sen, kaba, katı yürekli olsaydın, mutlaka senin etrafından dağılırlardı. Artık onları affet ve onlar için mağfiret dile ve işler konusunda onlarla muşavere et (danış). Azmettiğin zaman, artık Allah’a tevekkül et. Muhakkak ki Allah, tevekkül edenleri (Allah’a güvenenleri) sever.”[1] İşte bunun için Okçular Tepesi’ni terk eden Sahabelerin adını bilenler de dillendirmiyor. Kimse onlara bir kusur iraz etmiyor. Kimse onları azarlamıyor ve onların üzerinden bir hesap yapmıyor. Kıyamete kadar bütün asırlara ders ve hikmet dolu hadiselerin yaşandığı Okçular Tepesi’ndeki terk edişin hikmetini kimse sorgulamaya kalkmıyor. İşte hakiki isâr hasleti bu olsa gerektir. Ne mutlu onlara. Ne mutlu mesleği sahabe mesleği olup onlara benzemeye çalışanlara.
Asrın sahibi Yirmiyedinci Söz’de sahabeler hakkında ne kadar güzel izahlar yapmıştı değil mi? Bu Söz’de, Sahabe-i Güzin’in evliyadan yüksek olan mertebelerini gayet parlak bir surette ve kat’î bir tarzda isbat ettiğini, Sahabelerin nev’-i beşer içinde Enbiyadan sonra en mümtaz şahsiyetler olduklarını ve onlara yetişilmediğini kat’î bir surette isbat ettiğini okuyoruz değil mi? Hem Risale-i Nur mesleği sahabe mesleğiydi. Birçok özelliğini ve güzelliğini Sahabe Efendilerimizden almıştı. Bunlar isâr hasleti, feragat, metanet, sebat ve sadakat gibi ulvî sıfatlardı. Dâvâya sadakat belki de en önemli vasıflardan biriydi. Bediüzzaman “Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir.”[2] Derken Sahabe-i Güzin Efendilerimizin uhuvvet ve muhabbetine bizleri raptediyordu. Bir başka yerde “İnsan, İslâmiyet sayesinde, ibadet saikasıyla bütün Müslümanlara karşı sabit bir münasebet peyda eder ve kavî bir irtibat ve bağlılık elde eder. Bunlar ise, sarsılmaz bir uhuvvete, hakikî bir muhabbete sebep olur. Zaten heyet-i içtimâiyenin kemâline ve terakkisine ilk ve en birinci basamaklar, uhuvvet ile muhabbettir.”[3] Diyordu.
Okuduğum yazının ikinci bölümü daha ilginçti. Bir hadis-i şeriften gıybet gibi şenîi bir fiilin ne kadar fena bir fiil olduğu anlatılıyordu. “İki kadın düşünün… Çöl sıcağında oruç tutuyorlar, öyle bir hale geliyorlar ki; susuzluktan neredeyse ölmek üzereler. Onların bu hali hemen Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimize bildiriliyor. Bildiriliyor da.. Kuşu ölen çocuğu teselli eden, deve sağan kişiye “tırnaklarını kes, hayvanın canı yanmasın” diyen; yani bu kadar nâif olan Peygamberimiz(sav), o iki kadından yüz çeviriyor. Sahabe şaşkın, ancak yine ısrarla söylenilince o iki kadını çağırıyor ve kusmalarını emrediyor. Kadınlar herkesin gözü önünde bir kadeh dolusu irin ve kan kusuyorlar. Sahabe daha da şaşkın! Bunun üzerine Peygamberimiz(sav), onlara bakıp şöyle buyuruyor; “Bunlar Allah’ın helal kıldığı şeylerden uzak durdular (oruç tuttular), ama Allah’ın haram kıldığı şeylerle (gıybet ve dedikodu ile) oruçlarını açtılar. Birisi diğerinin yanına gelip oturdu ve insanların etlerini yemeye başladılar.”[4] Ne hazin bir vaziyet, ne büyük bir hasaret değil mi? Halbuki gıybet ”Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?”[5] âyetinin kat’î hükmüyle nazar-ı Kur’ân’da gayet menfur ve ehl-i gıybet, gayet fena ve alçaktırlar. Ayrıca gıybet hem aklen, hem kalben, hem insaniyeten, hem vicdanen, hem fıtraten, hem milliyeten mezmum ve merdud ve çirkin ve muzır olduğu gayet kat’îdir. Ve gıybet, alçakların silâhı olduğu cihetle, izzet-i nefis sahibi bu pis silâha tenezzül edip istimal etmemesi gerektiğini Bediüzzaman Hazretleri Yirmi İkinci Mektubun hatimesinde açıkça ifade etmiştir.
Abdülbâkî Çimiç
[1] Al-i İmran Suresi:159
[2] Lem’alar, 2013, s.395
[3] İşârâtü’l İ’câz, 2013, s.230
[4] Ahmed İbn-ü Hanbel/Müsned
[5] Hucurât Sûresi, 49:12