Bediüzzaman’ın hayatında farklı zamanlarda birkaç defa inkılâb-ı ruhî geçirdiğini biliyoruz. Özellikle hayat devrelerine geçiş zamanlarında yaşadığı inkılâb-ı ruhîleri kendisi de ifade ediyor. Eski Saîd’den Yeni Saîd’e, Yeni Saîd’den Üçüncü Saîd’e geçerken bu inkılâb-ı ruhîleri yaşar. Bu zamanlar Bediüzzaman’ın Kur’ân’a dellallık vazifesinde her bir devrenin mukaddemesidir. Bizce bu yaşanan inkılâb-ı ruhîlerin bu cihetle ehemmiyeti büyüktür. Bediüzzaman Van’a ilk gittiğinde de böyle bir inkılâb-ı fikrî ve ruhî yaşar. Hadise şöyle tahakkuk etmiştir: “Cây-ı dikkat ve ehemmiyetli bir tevâfuktur ki, Risâletü’n-Nur Müellifi 1316( Miladî 1900) sıralarında mühim bir inkılâb-ı fikrî geçirdi. Şöyle ki: O târihe kadar ulûm-i mütenevviayı, yalnız ilimle tenevvür için merak ederdi, okurdu, okuturdu. Fakat birden o târihte merhum Vâli Tâhir Paşa vâsıtasıyla Avrupa’nın Kur’ân’a karşı müdhiş bir sûikasdları var olduğunu bildi. Hattâ bir gazetede İngiliz’in bir Müstemlekât Nâzırı[1] demiş: “Bu Kur’ân, İslâm elinde varken biz onlara hakîkî hâkim olamayız. Bunun sukûtuna çalışmalıyız” dediğini işitti, gayrete geldi.”[2] Bu gayret, hamiyet ve inkılâb-ı fikrî hâleti Bediüzzaman’ın büyük bir vazifeye hazırlık mukaddemesi olarak kabul edilebilir. Çünkü dehrin hadisatının vermiş olduğu şiddetli muzdarip vaziyetler baş göstermeye başlamıştır. Bediüzzaman ise bir kısım işârât-ı gaybîyelerle yeni bir asır başında fetva vazifesiyle muvazzaf olarak ulûm-i imaniye cihetiyle istihzarat-ı Nuriyeye başladı.
Konuyu biraz daha açacak olursak; yıl 1900. Yer, Van. İşte bu târihte Bedîüzzamân dahâ önce 1897/98 yılında Van Valisi’nin dâveti üzerine Van’a gitmiş ve Vali’nin konağında kalmaya başlamıştır. Müspet ilimlerle meşgul olarak hârikulâde bir bilgiye sahip olmuştur. Bu zamana kadar hıfzına aldığı 80-90 cild kitabı, üç ayda bir ezberden devretmiştir. İşte bu yıllar içerisinde Bediüzzaman’ın ruhunda fırtınalar estiren bir hadise yaşanır. Tarihçe-i Hayatı’nda bir Haşiye ile bu noktaya şöyle işaret edilmiş: “Saîd Nursî, altmış beş sene evvel Van’da Vali Tahir Paşanın yanında iken okuduğu bir gazetede, İngiliz Müstemlekât Nazırının İngiliz Meclis-i Meb’usanında elinde Kur’ân’ı göstererek, “Bu Kur’ân Müslümanların elinde kaldıkça biz onlara hakikî hâkim olamayız. Ya Kur’ân’ı ortadan kaldırmalıyız, veya onları Kur’ân’dan soğutmalıyız” sözü üzerine, ruhunda bir feveran ve nihayetsiz bir gayret uyanır. Kur’ân’ın bir mu’cize olduğunu ispat ederek her tarafa neşretmek ve kâfirleri tam susturmak ister, buna kat’î karar verir. Van’da bulunduğu on beş sene müddet içerisinde hıfzına aldığı seksenden ziyade kitabı ezbere devrettiği gibi, âlem-i İslâmın hal-i hazırda durumu hakkında da gerekli her türlü malûmatı elde eder. Nazirsiz bir allâme olan Bediüzzaman, daha genç yaşında görünen müstesna zekâ ve ilminden de anlaşıldığı gibi, sair emsalleri fevkinde, kendisine ayrıca hikmet-i Kur’âniye tâlim edilmişti.”[3]
Artık Bediüzzaman, bu tarihten sonra başka bir insan, başka bir Bediüzzaman’dır. Medresesinde de tedrisatını, Kur’ân’ın hakîkatlerini fehmetmek üzere talebelerine ders vermek şekline girmiştir. Molla Abdülmecid’in anlattığına göre, o tarihten sonra talebelerine ders verirken, Kur’ân’ı eline alır, takriren tedris ederdi. Arapçayı da kısa yoldan öğretmek ve az zamanda, maksud ilimlere çıkarmak şeklinde oluyordu. Ayrıca bu ana kadar mûtalâa ettiği yüzlerce kitap ve hıfzına aldığı doksan küsûr metin kitaplarla müheyya olmuş olan harikulâde ilmî malûmatla beraber fıtrî, İlâhî bir acîb zekâ, kabiliyyet ve isti’dâdiyle, Kur’ân’ın hakaikına mûteveccih olmuş, dekaikına dalmış ve esrarına nüfûz etmeğe başlamıştı. Her şeyi artık Kur’ân’dı. Üstadı, rehberi, muallimi Kur’ân… Artık hayatı bu dâ’vâ için vardı. Onun tahakkukunu plânlıyordu. Aynı senede Van kal’asından ayağı kayarak düşerken, “Ah dâ’vâm!.” diye bağırdığı dâvâsı bu dâvâ idi.[4]
Böylece Bediüzzaman Van’da bulunduğu yıllarda hem ezberine aldığı 80-90 cilt kitaplardan, hem de sünûhat kabilinden olan ilhâmlarından edindiği fikir ve düşünceleri şekillenmeye başladı. Onu bu zamanın ihtiyaçlarına cevap verecek mahiyette Kur’ânî bir ilim ve tedris usûlünü aramaya başladı. Bu da dinin hakikatlerini ve inceliklerini, bu asrın anlayışına ve fehmine uygun en yeni izah ve beyan tarzlarıyla ispat ederek, pozitif ilimler muvacehesinde İslâm’ın esaslarını ders vermekti. Buna da Allah’ın izni ve inayetiyle muvaffak oldu.
Abdülbâkî Çimiç
[1] Kaynaklar, Müstemlekāt Nâzırı olarak zikredilen kişinin İngiliz Başbakanı W. E. Gladstone olduğunu gösteriyor. W. E. Gladstone o meş’ûm sözlerini 1882 yılında Avâm Kamarası’nda yaptığı bir konuşmada söyler. Bedîüzzamân’ın 1898-1900 yıllarında haberdâr olması, bu azılı İslâm ve Osmanlı düşmanının ölümü (1898) dolayısıyla gazetelerde gündeme getirilmiş olmasından olabilir.
(http://www.al-islam.org/gallery/kids/books/istories/8.htm)
[2] Şualar,2013,s1096
[3] Tarihçe-i Hayat,2013, s.81-82
[4] Mufassal Tarihçe-i Hayat, Cilt-1, s.158