Musîbetlerin hikmeti, ihtâr ve îkazdır

Âlemlerin Rabbi olan Kadir-i Rahîm, mâhiyet-i insaniyede derc etmiş olduğu acz ve zaaf ve fakr madenini musîbetlerle işlettiriyor. Bir dille değil, belki herbir âzâ ve hasselerimizin lisânıyla bir ilticâ’ , bir istimdâd vaziyetini verdiriyor. Böylece insan denilen makine-i insâniye esmâ-i İlâhiyeye ayinadârlık yapmış oluyor. Çünkü musîbetlerle, hastalıklarla, elemler ile, sair heyecanlı ve muharrik ârızalarla, o makine-i insâniyenin diğer çarkları da harekete geçer. Böylece vazîfe-i fıtrat ve farîze-i hilkat olan hizmetimizi ve ubûdiyetimizi tam yapmış oluruz.

İnsan musîbet karşısında; “Eğer sabretse, musîbetin mükâfâtını düşünse, şükretse, o vakit herbir saati bir gün ibâdet hükmüne geçer.”[1] Allah için sevenler, Kur’ân’a hâdim olmayı yürekten isteyenler, musîbetin büyüğünü dine gelen musîbet bilenlerdir. “Musibet-ı dünyeviye, mü’min için, gaflet uykusuna dalmamak için tatlı ikazât-ı İlâhiye ve iltifatât-ı Rahmâniye hükmündedir.”[2] Evet, musîbetin darbesine karşı şikâyet sûretiyle elbette âciz ve zayıf insanlar ağlarlar. Fakat şikâyet O’na olmalı; O’ndan olmamalıdır. Musîbet -i âmme, ekseriyetin hatasından meydana gelmektedir. Kader ekserin hatalarını o hata cinsinden karşılamakta ve yapılan hatalara kefâret olarak umûmî musîbeti şâmil kılmaktadır.

Umûmî hatalar, kaderde önceden takdîr edilen musibetin ekser şartlarına ulaşırsa, umûmî musîbetin kazâsına fetva verilir. Elbette ki atâ kânûnuna terettüb edecek olan hasenelerimiz ve sadakalarımız yoksa umûmî musîbete giriftâr oluruz. Bu musîbette elbette ki sırr-ı imtihân gereği ma’sûmlar da zarar görür. Ancak ma’sûmlar mükâfatını kat kat almakta ve mânevî canipten gelen mükâfatlar o ma’sûmların çektikleri acıları ve sıkıntıları hiçe indirmektedir. Gelen ayet-i kerime bu mânâda ikâz edici konumdadır. “Bir belâ, bir musîbetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsûs kalmayıp ma’sûmları da yakar.”[3] Bizler elbette ki bazı fiillerimizle kadere fetva verdirdik ki, şu musîbetle hükmetti. Önemli olan musîbetin hikmetine yönelmek ve hakîkî olarak musîbetten dersimizi almak olmalıdır. Çünkü bazı zamanda ve bazı şahıslarda belâ, belâ değil, belki bir lûtf-u İlâhîdir. Belki bir ihtâr-ı Rahmânîdir.

Ancak “Nazar-ı aklî kendi desatiriyle(düstûrlarıyla) çok fakirdir ve dardır. Pek çok hakâike karşı kasır olur.”[4] Dünyanın rûhsuz meseleleriyle zihni darlaşan ve aklı gözüne inen insanlar, elbette ki azametli meselelerin sırrını o sıkışmış zihinlerinde yerleştiremezler. Kaderin ince çizgilerini ve perdeli îkazlarını fehmedemezler. Bu nedenledir ki en kolay yol olan i’tirâz parmaklarını uzatırlar ve isyan bayrağını açarak gayretullaha dokunacak cümleler sarf ederler. Elbette bunlar gibi aklı gözüne inmiş ve gözüne perde çekilmiş adamlara söz anlatmak ve bir şey göstermek müşküldür.  “Azamet ve kibriya ve nihayetsizlik noktasında, ya gaflete veya ma’siyete (günâha) veya maddiyâta dalmak sebebiyle darlaşan akıllar, azametli meseleleri ihâta edemediklerinden, bir gurûr-u ilmî ile inkâra saparlar ve nefyederler.”[5] sırrı bu noktaya bakar.

”Gel, ey bir parça aklı başına gelen birâder!“ Gözünü aç, hakîkate bak, aklını başına al ve kâinattaki tecelli-i esmâyı oku. Yoksa cahil ve gafil olarak ölmek ihtimâli var! Çünkü hak o kadar parlaktır ki, körler de görebildiği için, biz de o hakka râm olmak istiyor ve ölüm hakîkatinin dünyevî lezzetlerimizi açılaştırdığı şu günlerde hakîkî dersimizi ve nasîhatimizi almak istiyoruz.

Musîbet hakîkî şer olmadığı için, bazan saadette felâket olduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar. “Bir hâdisede hem insan eli, hem kader müdâhalesi olduğundan, insan, zâhirî sebebe bakıp, bazan haksız hükmedip zulmeder. Kader, o musîbetin gizli sebebine baktığı için adalet eder.”[6] Bu sır içindir ki Bedîüzzamân Hazretleri şöyle bir hakîkati ders verir. “O herşeyi en güzel şekilde yarattı.”[7] âyetinin bir sırrını îzâh eder. Şöyle ki: Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakîkî bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki herşey, her hâdise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hâdiseler var ki, zahiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var.”[8] Yaşadığımız koronavirüs musibetine de bu canipten bakabiliriz. Çünkü virüs misali mahlûkat Rabbimizin emirber bir neferi hükmündedir. Vazifesi yoldan çıkan, zulmeden, ölümü ve ahireti unutan, dünyayı ebedi zanneden, aklını kaybeden, gözünü yumarak tul-i emel ve tevehhüm-ü ebedi hastalıklarıyla malul olan beşerin aklını başına getirmek için bir ikaz ve ihtârdır.

 

Bu musîbet belki de çok muhtaç olduğumuz mâye-i hayatımız(hayat kaynağımız) ve âb-ı hayatımız(hayat suyumuz) olan uhuvvet-i İslâmiyenin ve sulh-u umûmîmin inkişâf ve ihtizâzına yardım edecektir. Hem aczimizi gösterip yüzümüzü ve yönümüzü Rabb-i Rahîmimize çevirmemize vesîle olacaktır inşâallah. “Nasıl ki çoban, gayrın tarlasına tecâvüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki, zararlı işten kurtarmak için bir ihtârdır, memnunâne dönerler.  Öyle de, çok zâhirî musîbetler var ki, İlâhî birer ihtâr, birer îkazdır. Ve bir kısmı keffâretü’z-zünubdur (günâhlara keffarat). Ve bir kısmı, gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevi huzur vermektir.”[9]

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]


[1] Lem’alar, s.24

[2] Sözler, s.67

[3] Enfâl Sûresi, 8.25.

[4] Eski Saîd Eserleri(Rumûz), s.512

[5] Şuâlar, s.171.

[6] Kastamonu Lahikası, s.272

[7] Secde Sûresi,32:7

[8] Sözler, s.365

[9] Lem’alar, s.27

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir