Seksen küsûr yıllık ömür yaşayan(1878-1960) Bedîüzzamân Saîd Nursî, hayatının çeşitli safhalarında birçok isim, imza ve unvânlar kullandı. Meselâ: Molla Saîd, Saîd-i Meşhur, Bedîüzzamân, Garîbüzzamân, İbnüzzamân, Mehmed (Muhammed) Saîd Nursî, vesâire… Siirt’te ulemâ ile yaptığı münâzâralar sonunda “Meşhûr” lakâbıyla anılmaya başlandı. Buradan Şirvan’a geçti. Sonra Bitlis’e döndü.[1] “Bu esnada on beş, on altı yaşlarında bulunuyordu. Lâkin, kuvve-i bedeniyece pek çevik ve metindi. “Saîdü’l Meşhûr” lâkabıyla yâd ediliyordu. Siirt’te, kendisiyle mücadele etmek isteyen bütün arkadaşlarına karşı hazır bulunduğu ve aynı zamanda sorulacak bütün suallere cevap vereceğini, kimseye sual sormayacağını ilân etti.”[2]
Evet, Hazret-i Bedîüzzamân, Saîd-i Meşhur, Saîd Nursî, Muazzez Üstâd, Müceddid-i Ekber, son asıraların tercüman-ı hakîkatı, îmân muallimi, fedakâr ve vefakâr Üstâd, bir İslâm fedâisi vs. gibi ulvî mânâlarla yâd edilen bu zât-ı âlîşânın da bu noktadan, cidden ve hakîkaten tebrîke değer, bakmaya lâyık güzel bir hayâtı, nurlu, müşfik bir yüzü, bir vech-i bedîi vardır. Bedîüzzamân bir talebesi tarafından Son Şahitler eserinde şöyle tavsif edilmiştir: “Bu günde Mele-i A’lânın arzda medâr-ı sürûru. Bu günde sekene-i arzın Mele-i A’lâdan medâr-ı iftihârı. Bu günde Habibullahın medâr-ı nazarı. Bu günde Müslümanlığın sertacı. Bu günde tarikatların şâhı, Bu günde hakîkatların imâmı, Hem bu günde mahbub-u Hüdâ, Hem bu günde allâme-i asır, Hem bu günde zulmetin Nur’u, Hem bütün günlerde Mehdî-i A’zam…Hem Molla Saîd-i Nursî, Hem Bedîüzzamâni’l-Kürdî”[3]
Risâle-i Nur’dan geçen Bedîüzzamân’ın sıfat, isim ve unvânları:
Bedîüzzamân[4] Allâme-i Asır [5],Allâme-i Zîfünun[6],Nüsha-i Nâdire-i Zaman Üstâdımız[7], Allâme-i Bedîüzzamân Saîd Nursî Hazretleri[8],Üstâdımız define-i ulûm ve fünun, Bediü’l-beyan allâme-i Bedîüzzamân Saîd Nursî Hazretleri[9],Tercüman-ı Nur, bu hâliyle baştanbaşa iffet-i mücesseme ve şecaat-i harika ve istiğna-i mutlak teşkil eden harikulâde metanet-i ahlâkiyesi ile bizzat bir mu’cize-i fıtrattır ve tecessüm etmiş bir inayettir ve bir mevhibe-i mutlakadır.[10] Nüsha-i nadire-i zaman olan Üstâdımız, gayet şeci ve metin ve ulü’l-azmane bir cesaret-i fevkalâdeye malik bir lisanü’l-haktır ki; hak yolunda söz söylemekten çekinmez ve levm-i laimden korkmazlar.[11] Cenab-ı Hak, “Üstâdımızı bir vücud-i müstesna olarak yaratmış ve tevfik-ı İlâhiyesine mazhar kılmıştır.”[12]
O zât-ı zîhavârık, daha hadd-i bülûğa ermeden bir allâme-i bîadîl halinde bütün cihan-ı ilme meydan okumuş, münazara ettiği erbab-ı ulûmu ilzam ve iskat etmiş, her nerede olursa olsun vâki olan bütün suallere mutlak bir isabetle ve asla tereddüt etmeden cevap vermiş, on dört yaşından itibaren Üstâdlık pâyesini taşımış ve mütemadiyen etrafına feyz-i ilim ve nur-u hikmet saçmış, izahlarındaki incelik ve derinlik ve beyanlarındaki ulviyet ve metanet ve teveccühlerindeki derin feraset ve basîret ve nur-u hikmet, erbab-ı irfanı şaşırtmış ve hakkıyla “Bedîüzzamân” ünvan-ı celîlini bahşettirmiştir.[13] Saîd Nursî’nin baştanbaşa iffet-i mücesseme ve şecaat-i harika teşkil eden hayat ve ahlâkına lâyık izah, ifade ve üslûp ile meydana çıkamadık.[14] Risâle-i Nur’un müellifi Bedîüzzamân, nâdire-i cihan, hâdim-i Kur’ân Saîd Nursî (r.a.)[15] ismine ve unvanına layıktır.
Bedîüzzamân Hazretleri’nin Tarihçe-i Hayat ve diğer kaynaklardan tespit edebildiğimiz diğer isim, unvan ve sıfatları şöyledir:
Hârika-i İlmiye, Mu’cize-i Fıtrat, Sahibünnur, Mücahid-i Ekber, Zât-ı Ekmel, Zât-ı Hakîmâne, Dâhî-yi A’zâm, Mütefekkir-i Ekber, Müellif-i İslâm, Fahrüddevrânî, Sahib-i Zühd-ü Takvâ, Tilmiz-i Kur’ân, Hâdim-i İslâm, Kahraman-ı İslâm, Fahr-ül İslâm, Üstaz-ı A’zâm, Ferd-i ferîd, Üstâd-ı Küll, Nadire-i Fıtrat, Nümune-i İmtisâl, Abd-i Aziz, Fakir-i Müstağni, Felâket-Helâket Asrının Adamı, Müceddid-i Kâriban Hâtemi, Mütekellim-i A’zâm, Nâdire-i Hilkat , Fatîn-ül Asr, Müfessir-i Kur’ân, Mücahid-i İslâm, Derya-yı İmân, Hazine-i Tevhid, Umman-ı Hikmet, Âlim-i Küll, Müellif-i Muhterem, Dellâl-ı Kur’ân, Ferîd-i Asr-ı Zaman, Muhibb-i Bâz-ı Geylan, Naşir-i Risâle-i Nur, Zât-ı Fâzılane, Vâkıf-ı Esrâr-ı Sübhân, Es-seyyid Saîd-ül Kürdî, Mürşid-i Kâmil, Bülbül-ü Bağistan-ı Kur’ân, Üstâd-ı Ekrem, Üstâd-ül Muhterem, Üstâd-ı Âlîşan, Üstâd-ı Muazzez, Molla Saîd-i Bedi’, Mehdi-i A’zâm, Mehdi-i Âl-i Resul, Dellâl-ı Âlîşan, Derya-yı Nur’un Başkumandanı, Mürşid-i A’zâm, Mürşid-i Hakîkî, Âlem-i İslâm’ın Halaskârı, Âlî Bir Mübelliğ, Ehl-i Îmânın Sertacı, Son Ebu’t-Türâb, Molla Saîd, Ceride-i Seyyare, Ebu Lâşey, İbnüzzamân , Ehu-l Acâib, İbn-ü Ammi-l Garâib, Müceddid-i Ekber, Halli Müşkil Bir Muamma, Ulemâ-i Ekrâd, Molla Saîd-i Kürdî, Molla Saîd-i Meşhur, Fazıl-ı Şehir, Şehriyâr, Ekmel-i Âhirzamân, Mahbub-u Müsteân, Hatib-i Devr-i Zaman , Mirzazâde, Serdâr-ı Hidayet, Beliğ Bir Hatib, İstibdadın Garîbüzzamânı, Meşrutiyetin Bedîüzzamânı, Şimdikinin Bid’atüzzamânı, Tevazu ve Mahviyette Nümune-i Misal, Risâletin bir Mir’at-ı Mücellası, Şecere-i Risâletin bir son Meyve-i Münevveri , Lisân-ı risâletin irsiyet noktasında son Dehân-ı Hakîkatı, Şem’-i İlâhînin hizmet-i imâniye cihetinde bir son Hâmil-i Zîsaâdeti, Mekârim-i ahlâkın en mümtaz ve müstesna bir Timsal-i Mücessemi, Hakâik-i imâniyenin varlığında tecessüm eden bir Abd-i Küllî, Verâset-i Muhammediye (a.s.m.) Makamında olan bir Zât-ı Âlîkadr, Ümmet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) dâr-üs selâma davet eden ve beşeriyete yol gösteren Rehber-i Ekmelidir. Nebiyy-i Akdes’in (a.s.m.) envâr ve hakaikına vâris ve ma’kes olan bir Zât-ı Kerim-üs Sıfâttır.
Bedîüzzamân unvânının verilmesi: (1892-93)
O, Garîb ve Bedîi bir insandı! Eşsiz ve güzel bir adamdı! Hak bildiği dâvâsında tavizsiz bir Kahramandı! Asra ve asırlara meydan okuyan, hak ettiği unvanlarını tarîhe yazdıran ender bir Şahsiyetti. İlmi umman bir âlim; asrımızı ve gelecek istikbali yazdığı Kur’ân reçetesi ile nurlandıran bir müceddid, tam ve dâimi bir Üstâd. “Hem en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdi, hem mürşid, hem kutb-u a’zam”[16] olarak bilinen bir Zât-ı Nurânî. “Ve siyâset âleminde, diyânet âleminde, saltanat âleminde, cihad âlemindeki çok dairelerde icraatları”[17] olan Müceddid-i Âhirzaman.
Saîd Nursî’ye “Bedîüzzamân” unvanını kullandığı için, zaman zaman sorular sorulmuş, hatta tenkitler yöneltilmiş, o da bunlara muknî cevaplar vermiştir.
Bu hususla alâkalı olarak, Hutbe-i Şâmiye isimli eserinin “Reddü’l-Evham” bölümünde yer alan şöyle bir suâl ve cevap var:
“Sual: Sen imzanı bazen ‘ Bedîüzzamân’ yazıyorsun. Lâkap medhi imâ eder.
“Cevap: Medih için değildir. Kusurlarımı, sened-i özrümü, mazeretimi bu unvan ile ibraz ediyorum. Zira bedî, garîp demektir. Benim ahlâkım, sûretim gibi ve üslûb-u beyanım, elbisem gibi garîptir, muhaliftir. Görenekle revaçta olan muhakemat ve esalibi, benim üslûp ve muhakematımla mikyas ve mihenk itibâr yapmamayı bu unvanın lisân-ı haliyle rica ediyorum. Hem de muradım, ‘bedî’, acip demektir.”[18]
Saîd Nursî’de görülen hârika haller ve zamana uymayan vaziyetler karşısında Bedîüzzamân unvanının verilmesi ve böyle anılmaya başlanması 1892-93 tarîhleri ve on altı yaşlarındadır.
Bedîüzzamân unvanının mânâsı; zamanın harikası, asrın mükemmel insanı demektir. İnsanlar için kullanıldığında, lügat mânâsı itibariyle, kendi zamanının eşsiz şahsiyeti, benzeri görülmemiş garîbi, emsali olmayan hârikasıdır. Terim olarak ise, Bedîüzzamân unvanı, insanlar arasında emsali bulunmaz derecede zeki ve kuvve-i hafızası şaşılacak derecede yüksek olan kimselere verilmiştir. Saîd Nursî hakîkaten ve bir vakıa olarak her şeyi ile zamanın Bedî’idir. Dâvâsı ve mücahadesi de bambaşkadır, garîptir, bedî’dir.
“Meraklı kardeşimiz Re’fet Bey, Bedîüzzamân-i Hemedânî’nin üçüncü asırda, vazîfe ve te’lifâtı hakkında ma’lûmât istiyor. Ben o zât hakkında yalnız hârika bir zekâveti ve kuvve-i hâfızası bulunduğunu biliyorum. Ellibeş sene evvel, üstâdlarımdan Siird’li merhum Molla Fethullah eski Saîd’i ona benzeterek, onun o ismini ona vermiştir.”[19] Saîd Nursî, Bedîüzzamân lâkabı verilene kadar Molla Saîd olarak iştihar etmiştir. Daha sonra özellikle doğu uleması tarafından kendisine “Bedîüzzamân” lâkabı verilmiştir. “Pek genç yaşındaki mezkûr harikulâdeliklere ve bahr-i umman hâlinde bir ilme malikiyetine şahit olan ehl-i ilim, Molla Saîd’e “Bedîüzzamân” lâkabını vermiştir.”[20] Hatta Şeyh Bahid Efendi Osmanlı ve Avrupa ile ilgili düşüncelerini münâzara sonrasında “Bu gençle münâzara edilmez. Ben de aynı kanaatteyim. Fakat bu kadar veciz ve beliğâne bir tarzda ifade etmek, ancak Bedîüzzamân’a hastır” demiştir.”[21] Esasında Bedîüzzamân unvânının daha farklı bir ciheti daha vardır. Bu noktaya Saîd Nursî şöyle işaret eder: “Hem şimdi anlıyorum ki, eskiden beri benim liyakatim olmadığı hâlde bana verilen “Bedîüzzamân” lâkabı benim değildi, belki Risâle-i Nur’un mânevî bir ismi idi. Zahir bir tercümanına ariyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim, hakikî sahibine iade edilmiş.”[22] Esasında Saîd Nursî kendisini şöyle anlatıyordu: “Ben geçen sene Garîbü’zzamân idim. Sonra Bedîüzzamân oldum. Şimdi de Bid’atüzzamân oldum!”[23] Çünkü o, “istibdadın Garîbü’zzamânı, meşrûtiyetin Bedîüzzamân’ı, şimdikinin de Bid’atüzzâmanı”dır. Kendi tabirince de “Şu fakir, garîp Nursî ki, ‘Bid’atüzzâman’ lâkabıyla müsemmâ olmaya lâyık iken, haberi olmadan ‘Bedîüzzamân’ ile meşhur olan bîçâre…”[24]
Bid’atüzzamân
Yaşadığı asır hakkında Peygamber Efendimiz(sav)’in ihbâr ve îkazları vardı Bid’atüzzamân’ın. Bu ihbârlar, bu asrın insanlık tarîhi boyunca çok dehşetli ve şiddetli geçeceğini haber veriyordu. Helâket, felaket asrı; fitne ve fesâd asrı olarak ta’rif edilmişti bu zaman dilimi. Çünkü zaman, ahirzamândı! “Bu âhirzaman çok çalkalanıyor; bu fitne-i âhirzaman acip şeyler doğuracağını ihsas ediyor.”[25] diyordu asrın sahibi. Çok sırları ve olayları da içinde taşıyacaktı bu meş’um asır. Öyleyse bu ahirzaman asrında vazîfeli olacak Zât da, diğer asırlarda vazîfeli olan zâtlardan farklı isim, unvan, özellik ve güzellikler taşımalıydı. Yaşadığı asrın tekdüze alışkanlıklarına uymayan, hak ve hakîkati incitmeden bütün zeminlerde haykıran, zalimlerin zulmüne boyun eğmeyen, hakkın hatırını her hatırdan üstün tutan bir duruş gerektiriyordu bu ahirzaman. İşte Bid’atüzzamân bu duruşları yapmayı gerektiren bir unvan idi ki, bu asra bu isimle de müsemma olmaya lâyık oldu Bediüzzaman! Çünkü O, şimdinin Bid’atüzzâman’ıdır. Kendi ta’birince “Şu fakir, garip Nursî ki, “Bid’atüzzaman” lâkabıyla müsemmâ olmaya lâyık iken, haberi olmadan ” Bediüzzaman” ile meşhur olan bîçare, tedennî-i milletten ciğeri yanmış gibi feryad-ü figân ederek, “Ah, ah, ah! Vâ esefâ!”[26] diyerek “Bid’atüzzaman” oluşunun ipuçlarını veriyordu.
Bid’atüzzaman; zamanın bid’ası, zamanın acîb ve garîbi, zamanın şartlarına uymayan mânâsı ile lügâtlerde yerini almıştır.Zamanın görülmemişi ve harîka olanı olarak da kabûl edilebilir. Zaten hep öyle oldu Bid’atüzzamân. Herkesin gittiği ve aktığı yere gitmedi hiçbir zaman. Her yerde farklılığını gösterdi anbean. Uymadı, uyulmayacak fikir ve duruşlara her zaman. Haykırdı doğruları hak bildiği an. Korkutamadı O’nu tahakküm, zulüm ve zindân. Çok bağırdı asr-ı sâlis-i aşrın (yani onüçüncü asrın) minaresinin başından. Câmiye davet etti sureten medenî ve dinde lâkayd ve fikren mazinin en derin derelerinde yaşayanları.
Öncelikle İslâm’ın ma’ruz kaldığı tehlikeleri tâ’mîr vazîfesi ile vazîfeli olan asrın Bid’atüzzamân’ı elbetteki bu unvana hakîkî olarak sahip olmalı; böyle bir vazîfe ile muvazzaf olan bir zât ancak ve ancak “Bid’atüzzamân” unvanı ile anılmalı ve bu unvana sahip olmalıdır. “Bid’atüzzamân”, tâ sabevette iken bulunduğu karyesinde ilim meclislerine katılarak diğer insanların ilgi ve alâkasına mazhar olmuş, nazar-ı dikkati celb ederek o zamanın çocuklarına uymayan meziyet ve özellikler göstermiştir. Yine küçük yaşlarda Pirmis Karyesi’ne, sonra Hizan Şeyhinin yaylasına gitti. Burada da tahakküme tahammülsüzlüğü, dört talebe ile geçinmemesine sebep oldu. Bu dört talebe birleşip kendisini daima tâciz ettiklerinden, birgün Şeyh Seyyid Nur Muhammed Hazretleri’nin huzuruna çıkıp, izhar-ı acz ile, arkadaşlarını şikâyet etmeyerek şöyle dedi: “Şeyh efendi, bunlara söyleyiniz, benimle dövüştükleri vakit dördü birden olmasınlar, ikişer ikişer gelsinler.”[27] Böylece bir kez daha hem hocası Seyyid Nur Muhammed’in hem de medresedeki diğer talebelerin dikkatini çekerek yine ezber bozarak çocuk yaşta büyük insanların dahi cesaret edemediği şecâati ve kahramanlığı göstererek üzerine yürüyen talebelerin ikişer ikişer gelmesini istedi.
Tillo’da iken, bir gece Şeyh Abdülkadir-i Geylânî (k.s.) Hazretlerini rüyasında görür. Geylânî Hazretleri (k.s.) kendisine hitaben, “Molla Saîd! Mîran aşireti reisi Mustafa Paşaya gidiniz ve kendisini tarik-i hidayete dâvet ediniz. Yaptığı zulümden vazgeçerek namaza ve emr-i mârufa müdâvim olmasını tavsiye ediniz. Aksi takdirde öldürünüz.”[28] Der. Bunun üzerine Molla Saîd, Mîran aşireti reisi Mustafa Paşaya gider “Seni hidayete getirmeye geldim. Ya zulmü terk edip namazını kılacaksın veyahut seni öldüreceğim”[29] dedikten sonra aralarında münâkaşalı bir muhavere geçer. Molla Saîd burada da kimsenin cesaret edemeyeceği şecâati gösterir ve Mîran aşireti reisi Mustafa Paşa’nın Cezire’de çok âlimlerini münâzarada mağlup ederek şahsî cesaretinin yanında ilmî hüviyetini ve üstünlüğünü de ispat eder.
Birinci Cihan Harbinde Ruslar Van ve Muş tarafını istilâ edip, üç fırka ile Bitlis’e hücum ettiği sırada “Öyleyse ben, ya ölürüm veya o topları getiririm” diyerek üç yüz gönüllünün başına geçmesi, “Aman geri çekilsin!” emri karşısında “Bu kâfirlerin güllesi beni öldürmeyecek!”[30] diyerek harbe devam etmesi de herkesin yapamayacağı bir duruş ve cesaret olarak tarihte yerini almıştır.
Diğer yandan Rus’un Başkumandanı kasten önünden üç defa geçtiği halde ayağa kalkmayan ve tenezzül etmeyen ve onun idam tehdidine karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza için ona başını eğmeyen; İstanbul’u istilâ eden İngiliz Başkumandanına ve onun vasıtasıyla fetva verenlere karşı, İslâmiyet şerefi için, idam tehdidine beş para ehemmiyet vermeyen ve “Tükürün zâlimlerin o hayâsız yüzüne!” cümlesiyle ve matbuat lisânıyla karşılayan; ve Divan-ı Harb-i Örfî’nin dehşetli suallerine karşı, “Şeriatın tek bir meselesine ruhumu feda etmeye hazırım” deyip beraat eden; ve yirmi sekiz sene, gâvurlara benzememek için inzivayı ihtiyar eden bir İslâm fedâisi ve hakîkat-ı Kur’âniyenin fedakâr hizmetkârı elbette ki imânı, i’tikadı, duruşu, şecâati ve salâbeti ile Bid’atüzzaman unvanına sahip olduğunun delillerini fiili olarak göstermiştir.
Kendisine yapılan zulümlere boyun eğmeyen, mahkeme müdafâalarında Eski Saîd Döneminde İstanbul’da “bir nutuk ile, isyan eden sekiz taburu itâate getiren ve kırk sene evvel bir makalesiyle binler adamı kendine taraftar yapan ve mezkûr üç(dört) dehşetli kumandanlara karşı korkmayan ve dalkavukluk yapmayan ve mahkemelerde, başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa ve her gün biri kesilse, zındıkaya ve dalalete teslim-i silâh edip vatan ve millet ve İslâmiyete hıyanet etmem, hakîkat-ı Kur’âna feda olan bu başımı zalimlere eğmem diyen”[31] bir fedakâr insan elbette ki “Bid’atüzzamân” ismi ile müsemma olmaya elyaktır.
Diğer taraftan meşrutiyeti şeriat namına alkışlayan, “Meşrutiyetin ruhu şeriattandır.” Diyerek onun meşruiyetini Kur’ân ve sünnete uygun olarak delillendiren; İstibdad, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itâat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itâat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar.[32] “ diyen; “Fakat meşru, hakikî meşrutiyetin müsemmasına ahd-ü peyman ettiğimden, istibdad ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet libası giysin ve ismini taksın; rast gelsem sille vuracağım.”[33] Diye izah eden ender bir zattır Bid’atüzzamân.
Kendisine kurulan bütün tuzakları bozan, müsbet hareket düsturu ile masumları zulümden kurtaran, dahilde menfî harekete kesinlikle izin vermeyen, ümmet adına bedeller ödeyen bir zattır Bid’atüzzamân. Kendi elemlerine tahammül eden; “fakat ehl-i İslâmın eleminden gelen teellümât beni ezdi. Âlem-i İslâma indirilen darbelerin, en evvel kalbime indiğini hissediyorum.”[34] Diyerek âlem-i İslâm için ızdırab ve çile çeken bir kahramandır Bid’atüzzamân.
Kendisine zulmedenlere Risâle-i Nurlarla îmânlarını kurtarmak şartıyla hakkını helal eden; talebelerine sakın intikamımı almaya kalkmayın diye vasiyet eden; bütün ömrünü harb meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçiren; çekmediği cefa, görmediği eza kalmayan; Divan-ı Harblerde bir câni gibi muamele görüp, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollanan; memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men’edilen; defalarca zehirlenen; türlü türlü hakaretlere maruz kalan[35] “Asırlardan beri beklenilen ve muntazır kalınan zât”[36]tır Bid’atüzzamân.
Abdülbâkî Çimiç
[email protected]
[1] Bedîüzzamân’ın Târihçe-i Hayâtı, Abdurrahman, 1335, s.14
[2] Târihçe-i Hayât,2013,s.64
[3] Son Şahitler 4.Cild s. 15(Hüsrev Altınbaşak’ın hatırası)
[4] Tarihçe-i Hayat,2013,s.77
[5] age, s.56
[6] age, s.502
[7] age, s.510
[8] age, s.511
[9] age, s.511
[10] age, s.927
[11] age, s.510
[12] age, s.511
[13] age, s.927
[14] age, s.40
[15]Barla Lahikası,2013, s.244
[16] Mektubat, s.440
[17] Şualar, s.590
[18] M.Latif Salihoğlu,Yeni Asya Gazetesi
[19] Osmanlıca Emirdağ Lahikası, s. 383
[20] Târihçe-i Hayât,2013,s.77
[21] Târihçe-i Hayât,2013,s.84
[22] Mektubat,2013,s.789
[23] Eski Saîd Eserleri, 2013, s. 146
[24] Muhakemat, 2013, s. 23
[25] Barla Lahikası, s.540
[26] Muhakemat, s.23
[27] Tarihçe-i Hayat, s.31
[28] Tarihçe-i Hayat, s.40
[29] Tarihçe-i Hayat, s.40
[30] Tarihçe-i Hayat, s.11
[31] Şualar, s.450
[32] Divan-ı Harb-i Örfi, s.15
[33] Divan-ı Harb-i Örfi, s.33
[34] Tarihçe-i Hayat, s.137
[35] Tarihçe-i Hayat, s.629
[36] Barla Lahikası, s.143