Geçen hafta hüsün ve kubuh meselesine temas etmiş, konunun özellikle Mûtezile ve Ehl-i Sünnet açısından değerlendirmesini yapmaya çalışmıştık. Ancak böyle zor bir bahsin biraz daha üzerinde durulması icab ediyor diye düşündük. Çünkü bize dönen geri bildirimlerden böyle bir talebin olduğunu müşahede ettik.
Hüsün-kubuh çizgisinde illet ve hikmet dengesi nasıl olmalıdır?
Bir önceki yazıya ek olarak hüsün-kubuh meselesinde İblis’in düştüğü hata ile Mûtezile’nin illeti hikmete kurban ettiği noktalara temas edelim. Geçen hafta da girizgâh yaptığımız üzere Cenab-ı Hak bir imtihan vesilesi olarak meleklere ve bu arada melekler arasında bir cin olarak yaşayan İblis’e topraktan yaratılmış olan Âdem’e secde etmelerini emrettiğinde, İblis bu emre itiraz eder. İblis’in bu itirazının altında yatan saike biraz daha detaylı bakalım inşâallah. İblis, ateşten yaratılmayı topraktan yaratılan Âdem’e karşı bir üstünlük sebebi olduğu mantığı ile, bir tercihin ancak bir üstünlüğe binâen olması gerektiğini kabul ettiğinden dolayı Âdem’e secde emrine itiraz eder. Bu itiraz, Allah’ı tercih edilmesi gereken bir üstünlük ve sebebe binaen tercihte bulunmak zorunda gördüğündendir. Yani ateşten yaratılmış olmayı, topraktan yaratılmış olan Âdem’den üstün gördüğünden dolayıdır. Halbuki, Allah irade-i mutlak sahibidir; dilediğini seçer, dilediğini seçmez. Allah, Fâil-i Muhtardır ve iradelidir; istediğini yapar, istemediğini yapmaz, kast ve irade ile işler. Çünkü her işte meşiet-i İlâhiye asıldır. Allah “Âdem’e secde edin!” diye emretmişse, O böyle emrettiği için secde edilir. Burada Allah’ın secde emrinin illâ ki tercihi zorunlu kılan bir üstünlüğe ve sebebe dayanması gerekmez. Eğer Allah’ın bu emrinde illâ ki bir üstünlük ve tercih sebebi arıyorsak, o zaman illete bakacağız. Burada illet, illet-i hakiki olan irade-i Rabbaniyedir. Kendi aklımızla bulmaya çalıştığımız hikmeti irade-i Rabbaniyenin önüne koyamayız. Allah’ın iradesini hiçbir hikmete bağımlı ve tabi kılamayız. Sonuçta kendi aklımızı Allah’ın iradesinin üstüne çıkarıp, Allah’ın iradesini de eşyaya bağımlı ve hâkim hale getiremeyiz. İşte, İblis kendi zatında bir üstünlük tasavvur ederek Allah’ın iradesini kendi zatına tercih ettirmeye kalkarak bağımlı hale getirmeye çalışmıştır. Allah’ın emrinin olduğu yerde aklı devreye sokarak makul manalar bulmaya çalışıp Allah’ın iradesini kendi zanlarımıza ve illetin önüne koymak tam bir İblisvârî duruş olur ki, Mûtezile de bu hataya düşmüştür.
İllet-hikmet meselesinde Mûtezile ve Ehl-i Sünnet’in görüşleri
Şimdi tekrar gelelim Mu’tezile’nin hüsün-kubuh yaklaşımına ve bu vaziyette ilâhî emir ve yasaklarda illet olan emr-i ilâhînin bir hikmete veya bir tercih sebebine bağlanmasına. Meseleye şöyle bir misal ile yaklaşalım. Ehl-i Sünnetin inanışına göre, Allah içkiyi haram kılmıştır; burada içkiyi haram ve çirkin kılan, nehy-i ilâhîdir. İçki, Allah nehyettiği için haramdır. Bundan dolayı içilmesi haram bir fiil olduğu için de içki çirkindir. Burada asıl olan menhiyât-ı şer’iyede illet, emr-i İlâhîdir ve nehy-i İlâhîdir. Bu kaide-i şer’iyeye binâen, ahkâm-ı şer’iye hikmetlere göre tegayyür etmiyor, hakikî illetlere bakar. Mu’tezile’ye göre ise, içki zâtında kötüve çirkin olduğu için Allah onu haram kılmıştır. Halbuki Ehl-i Sünnet, Allah’ı halk etmiş olduğu eşya karşında tercih etmekte tamamen serbest görür. Allah’ın yaptığı tercihte illâ ki bir tercih edici sebep, illâ ki onu bu tercihe mecbur kılan bir rüçhaniyet olması gerekmez. Bediüzzaman bu noktaya şöyle işaret eder: “Beşerin iradesi ve sair sıfatları, mevcudatın hüsün ve kubuh, büyüklük ve küçüklük gibi ahvâlinden müteessir olduğu gibi, sıfât-ı İlâhiye müteessir olmaz. Sıfât-ı İlâhiyeye göre hepsi müsavidir.”[1] Yani Allah’ı, mutlak iradesiyle öyle veya böyle tercih edebilir konumda görmek Ehl-i sünnetin görüşüdür. Ehl-i Sünnet, İlâhî tercihin illeti-hakiki sebebi- olarak irade-i ilâhî’yi görür ve ayrıca bir zorunlu tercih sebebi aramaya girişmez. Mu’tezile ise, Allah içkiyi haram kılmışsa, içkiyi haram kılmayı gerektiren bir tercih sebebi arar. Ehl-i Sünnet’in tam aksine, bir tercih gerekecekse muhakkak üstün bir tercih sebebi olmalıdır görüşünü aklen kabul ettiği için, tercih durumunda muhakkak bir üstünlük sebebi arama hatasına düşer. Böylece, hem Allah’ın yarattığı eşyaya zâtında kubuh izafe ederek O’nun sıfat ve esmâsının münezzehiyetine halel getirirken, öte yanda Allah’ın iradesini bir sebebe bağlı kılmakla eşyaya mahkûm etmeye kalkar. Daha doğrusu Mûtezile nazarı, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Halbuki mesele hiç de Mûtezile’nin düşündüğü gibi değildir. Çünkü “Mesâil-i şeriattan bir kısmına “taabbüdî” denilir, aklın muhakemesine bağlı değildir, emrolduğu için yapılır. İlleti, emirdir. Bir kısmına “mâkulü’l-mânâ” tabir edilir. Yani, bir hikmet ve bir maslahatı var ki, o hükmün teşriine müreccih olmuş; fakat sebep ve illet değil. Çünkü hakikî illet, emir ve nehy-i İlâhîdir.”[2]
Bediüzzaman’ın ifadesiyle her şeyin iki ciheti vardır. Bunlardan birisi: Mülkiyet (mülklük) cihetidir ki, ayinenin sırtı, arka yüzü gibi bazen güzel, bazen çirkin olup, ayrı ayrı şekil ve suretler ona varid olurlar.
İkinci cihet ise, Halıka bakan melekutiyet vechidir. Bu yüz, her şeyde, ayinenin ön yüzü gibi şeffaftır, parlaktır. Binaenaleyh, kubhun halkı kabih değildir. Çünkü, eşyanın melekutiyet cihetindeki halk ve îcadları, hasendir, güzeldirler. Hem güzellikleri tekmil ettirmek için halkedilen zahiren çirkin gibi olan şeylerin yaradılışı da, bilgayr ile güzelleşirler. Öyle ise, Ehl-i İ’tizal’in safsatasına kulak asmamak lâzımdır!
Abdülbâkî Çimiç
[1] İşârâtü’l İ’câz, s.223
[2] Mektubat, s.674