Bedîüzzamân Seyyid midir?

Bedüzzaman  niçin “Ben Seyyid değilim” diyor?

Bediüzzaman Hazretleri’nin şahsiyet-i mânevîyesini anlamak ve asırlardır muntazır kalınarak ahirzamanda geleceği beklenilen âl-i beytin büyük bir âlimi olduğunun kuvvetli delili sayılan ‘Seyyid’lik meselesi üzerinde çokça yazılar yazıldığı malumdur. Bazı zatların Bediüzzaman Hazretleri’nin bir çok hikmete binaen mahkemelerdeki ifadelerine dayanarak O’nun “Seyyidliği” red ettiğini söylemesi ve bu düşüncenin bazı gruplarda makes bulması da bilinen bir vakıadır. Elbette ki meselenin sırr-ı imtihan ve hikmet-i ibham ciheti de her daim devam ediyor. Zaman zaman bizler de bu konu ile alâkalı suallerle muhatap oluyoruz. Konuyu gündemimize almamızın bir ciheti de bu tür sorular ve karşılıklı yapılan müzâkereler olduğunu ifade edelim. Bizler de her zaman olduğu gibi konuyu Risale-i Nur üzerinden devam ettirme ve delillendirme yolunu tercih edeceğiz. Öncelikle bir sözü “Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne içinde söylemiş? Niçin söylemiş? Söylediği sözü gibi dikkat etmek, belâgat nokta-i nazarından lâzımdır, belki elzemdir.”[1] noktalarını nazar-ı dikkate almak gerekir. “Öyle ise, sözde kim söylemiş, kime söylemiş, niçin söylemiş, ne makamda söylemiş ise bak. Yalnız söze bakıp durma.”[2] mihenk noktamız olacaktır.

Bir başka nokta ise Risale-i Nur Külliyatı’nın müteferrik yerlerinden bir meseleyi tekmil etmek gerekiyor. Bütün olarak meseleye yaklaşmak gerekir. Yap-boz parçalarının bir parçası ile hüküm vermemek lâzımdır. Yoksa aldanılır ve aldatılır. Onun için bizler inşâallah yap-boz resminin müteferrik parçalarını bir araya getirerek meseleye yaklaşmak niyet ve azmindeyiz. İlgili temel soru şudur: “Bediüzzaman Hazretleri, Afyon Mahkemesi Müdafaası’nda niçin seyyid olmadığını söylüyor? Niçin “Ben Seyyid değilim” diyor? “

Öncelikle Bediüzzaman’ın ilgili ifadelerini bakalım. Afyon Mehkeme tutanağında, yani mahkeme huzurundaki ifadeleri şöyledir: “İddianamede benim hakkımda dört esas var. Birinci esas: Güya bende tefahur ve hodfuruşluk var ve kendimi müceddid biliyorum. Ben bütün kuvvetimle bunu reddederim. Hem mehdîlik isnadını hiç kabul etmediğime bütün kardeşlerim şehadet ederler. Hattâ Denizli’deki ehl-i vukuf “Eğer Said mehdîliğini ortaya atsa bütün şakirtleri kabul edecek” dediklerine mukàbil, Said, itiraznamesinde demiş ki: “Ben Seyyid değilim. Mehdi Seyyid olacak” diye onları reddetmiş.”[3] Bediüzzaman, mahkemedeki iddianamenin dört esasından birincisine verdiği cevapta bunu söylüyor. Makamın muktezasına uygun bir cevap veriyor. Bir nevi tevriye sanatını kullanıyor kanaatindeyiz. Böyle olduğu yine kendi ifadeleriyle şöyledir: “Hem, bütün müdâfaâtımda ara-sıra görünen mülâyimâne ve musâlahakârane tâbirler ise; “tevriye” nev’inden olarak mahzan masum kardaşlarımı kurtarmak içindir.”[4] İlgili mektubu yazımızın son kısmına alacağız.

Pekâlâ, Bediüzzaman Hazretleri mahkemede tevriyeyi nasıl yapıyor? Bunu şöyle izah edebiliriz. Öncelikle Seyyid’in asıl lügât mânâsına bakıldığında “efendi” demek olduğu görülür. Diğer mânâsı ise, Hz. Peygamber’in (sav) neslinden olan demektir. Yani peygamber Efendimiz’in(sav) neslinden gelenlere genel olarak “Seyyid” denilir.

Bediüzzaman mahkemenin iddiasına mukabil seyyidliğin “efendi” mânasını kullanarak, ben “efendi” değilim mânâsını kullandığı anlaşılıyor.

Peki, Bediüzzaman’ın mahkeme makamında “Ben efendi değilim” demesi doğru mudur? Veya seyyidliği “efendi” mânâsında kullanmasının hikmeti nedir?

Bediüzzaman’ın seyyidliği “Ben efendi değilim” mânâsında kullanmasının doğru olduğunu görüyoruz. Çünkü bütün insanlığın efendisi olan Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) de sahîh bir hadiste, “Ben kıyamet günü insanların efendisiyim”[5] derken, diğer bir hadiste de “Ben efendi (seyyid) değilim. Asıl Seyyid Allah’tır”[6] buyurmuştur. Yani gerçek efendi Allah’tır. İnsanların efendi olması hakîkî değil, mecâzidir.

Peki, Bediüzzaman’ın böyle bir tevriye yapması doğru mudur?

Evet, doğrudur diye inanıyoruz. Çünkü Bediüzzaman’ın ve İslâm’ın düşmanlarının mahkemeleri âlet ederek onun ve talebelerinin idamına ve hizmetinin söndürülmesine çalışırken o yalan değil, iki anlama da gelecek bir söz söyleyerek düşmanlarının planlarını akîm bırakıyor. Hem “kinâye(maksadı, kapalı bir şekilde ve dolaylı olarak anlatmak) veya târiz(kinâyeli söz söylemek) suretiyle, yani gayr-ı sarih(açık olmayan) bir kelimeyle söylenilen yalan, kizbden(yalandan) sayılmaz.”[7] Bir başka ifade ile: “Mâlûmdur ki, fenn-i belâgatta bir lâfzın, bir kelâmın mânâ-i hakikisi, başka bir maksud mânâya(kastedilen mânâya) sırf bir âlet-i mülâhaza(düşünme ve muhakeme âleti) olsa, ona lâfz-ı kinâî(kinayeli söz söyleme) denilir. Ve kinâî tâbir edilen bir kelâmın mânâ-i aslîsi(asıl mânâsı) medâr-ı sıdk ve kizb(doğruluk ve yalana sebep) değildir; belki kinâî mânâsıdır ki(başka bir mânâ için söylenen sözün mânâsı, imalı sözün mânâsı), medâr-ı sıdk ve kizb(doğruluk ve yalana sebep) olur. Eğer o kinâî mânâ doğru ise, o kelâm sâdıktır; mânâ-i aslî kâzib(yalan) dahi olsa, sıdkını(doğruluğunu) bozmaz. Eğer mânâ-i kinâî doğru değilse, mânâ-i aslîsi doğru olsa, o kelâm kâzibdir. Meselâ, kinâî misâllerinden, “Filânün tavîlü’n-necad” denilir. Yani, “Kılıncının kayışı, bendi uzundur.” Şu kelâm, o adamın kametinin(boyunun) uzunluğuna kinâyedir. Eğer o adam uzun ise, kılıncı ve kayışı ve bendi(ipi) olmasa da, yine bu kelâm sâdıktır, doğrudur. Eğer o adamın boyu uzun olmazsa; çendan, uzun bir kılıncı ve uzun bir kayışı ve uzun bir bendi bulunsa, yine bu kelâm kâzibdir. Çünkü, mânâ-i aslîsi, maksud(asıl gaye) değil.”[8] Görüldüğü gibi derin, ancak çok müşkülü halleden bir bahsi Bediüzzaman böyle ifade etmiş.

Bu konuda Bediüzzaman’ın bir mektubunu daha paylaşalım ve kendi ifadesi ile Yirmi Yedinci Lem’a Eskişehir Müdafaası’nın başında mahkemelerde niçin böyle davrandığı anlaşılsın ve artık bu meselede medar-ı münâkaşa kapısı da kapansın arzu ediyoruz. İşte ilgili mektup:

“Müdafaatıma Gelen Küçük Bir Tenkide Cevaptır.

Sual: Sen müdâfâatında -âdete muhalif olarak- hakikatı ve doğruluğu tamamen takib ettiğin halde, neden sorgu hâkimlerinin altmışüç sahifelik ittihamnâmesine karşı arkadaşlarını hem kısaca müdafaâ ettin, hem Risale-i Nur ile münasebetleri pek kuvvetli bulunan bir kısım kardaşlarının alâkalarını pek zayıf göstermişsin?

Elcevap: “Her söylediğin doğru olmak gerektir, fakat her doğruyu söylemek doğru değildir.” kâidesiyle, o musibette arkadaşlarımın kısmen inkârlarının ve mahkemenin elindeki vesikaların tazyikatı altında ancak o kadar doğruluğu muhafaza edebildim. Kardaşlarımı tekzib etmemek ve vesikaların tekzibine uğratmamak için sükût ettim. Sükût ise hilaf sayılmaz. Hem, bütün müdâfaâtımda ara-sıra görünen mülâyimâne ve musâlahakârane (Haşiye)[9] tabirler ise; “tevriye” nev’inden olarak mahzan masum kardaşlarımı kurtarmak içindir. Yoksa, masumiyetim ve mazlumiyetim beni çok şiddetli konuşturacaktı. Amma, kısaca müdafaatıma karşı mahkeme ve sorgu hâkimlerinin iddiânâme nâmındaki uzun ittihamnâmeleri ise; onlar üç-dört ayda ancak yazdıkları ittihamnâmelerine karşı, bütün müdafaatım dört-beş günün mahsûlü olduğu ve altmışüç sahifelik sorgu hâkimlerinin ittihamnâme ve iddiânâmelerine karşı kırküç sahifelik itiraznâmem dört-beş saatin mahsulüdür. Elbette bu nispetsiz mukabelede, bu müdafâat hârika sayılabilir, kusurlarına bakılmaz.”[10]

Bediüzzaman ‘seyyid’ midir?

Bediüzzaman Hazretleri Muhakemat’ta seyyid olmayanın seyyidim demesi ve seyyid olanın da değilim demesinin hükmünün haram olduğunu belirtir.[11]  Mahkeme safhasında ise “ehl-i vukuf “Eğer Saîd mehdîliğini ortaya atsa bütün şakirtleri kabul edecek” dediklerine mukàbil, Saîd, itiraznamesinde demiş ki: “Ben Seyyid değilim. Mehdi Seyyid olacak” diye onları reddetmiş.”[12] ifadesi yer alır. Geçen hafta bu meselenin detaylarına temas ettik. Bediüzzaman Hazretleri’nin yer, zaman, mekân, muhatap ve konum cihetiyle “seyyidliği” farklı mânâya gelecek şekilde ifade ederek bir nevi tevriye yaptığını kendi ifadesiyle aktardık. Bu yazımızda Risale-i Nur’a girmiş parçalardan ve talebelerinin bizzat yaşadığı hadiselerden istifade ederek Bediüzzaman’ın şerafet ve siyadet cihetiyle maddî ve mânevî âl-i beytten olduğuna kaynaklara dayanarak yer vereceğiz.

“Ben, kendimi seyyid bilemiyorum.”

Madem seyyid olmayanın seyyidim demesi ve seyyid olanın da değilim demesinin hükmü haram olduğuna göre, Bediüzzaman’ın mahkemede “Ben Seyyid değilim” [13]  ifadesinin ‘tevriye’(Birden çok gerçek anlamı olan bir sözü herkesçe bilinen (yakın)anlamında değil de, uzak anlamını kastederek kullanmak), ‘kinâye’(maksadı, kapalı bir şekilde ve dolaylı olarak anlatmak) veya ’tariz’ (kinâyeli söz söylemek) suretiyle, yani gayr-ı sarîh(açık olmayan) bir kelimeyle ifade ettiğini görüyoruz. Ayrıca Bediüzzaman’ın, mahkeme müdafaasında “Ben Seyyid değilim” [14] ifadesinin, Emirdağ Lahikası mektuplarında “Ben, kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor.” [15] mânâsında okunması ve anlaşılması gerektiğini ifade ettiğini okuyoruz. İlgili mektubun devamında ise mânevî âl-i beytten olduğunu şu ifadelerle beyan ediyor:  ”Gerçi manen ben Hazret-i Ali’nin (ra) bir veled-i mânevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselâm bir manada hakikî nur Şakirtlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beytten sayılabilirim.”[16]

Öncelikle şunu açıkça ifade edelim ki Bediüzzaman Hazretleri kat’iyyen seyyiddir. Yani Peygamber Efendimiz(sav)’in mübarek neslindendir. Çünkü Yirmi İkinci Lem’a’nın sonundaki haşiyede bunu açıkça ifade eden şu cümleler yer alır: “Bizce Üstadımız Saîd Nursî’nin birinci Âl’den (Nesebi Al-i Beyt’ten ve seyyid) olduğu kat’idir. Çünkü, sinek gibi bir mahlûkun üstadımızı taciz etmemesi neslinden olan Abdülkadir-i Geylânî’den irsiyet almıştır. Gerçi üstadımız mahkemelerde ehl-i vukufa karşı ikinci Âl-i Beyt’ten olduğunu onlara ispat etti, fakat maksadı tam ihlâsa muvafık olduğu için, kendi şahsını azlediyor. Kur’ân’ın bir elmas kılıcı olan Risale-i Nur’u gösteriyor. Küçük Ali”[17] Görüldüğü gibi burada Bediüzzaman’ın hem “birinci Âl’den”, hem de “ikinci(mânêvî) Âl-i Beyt’ten” olduğu gösterilmiştir.

Birinci Âl’den olanları sinek taciz etmez

Seyyid Abdulkadir Geylani (ks)’yi sinek taciz etmemesi Peygamber Efendimiz’in (sav) neslinden olduğunun bir delilidir. Abdulkadir Geylani’nin bu hâli, peygamberimizden aldığını Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’nde Bediüzzaman şöyle ifade eder: “Sinek onu (Peygamberimizi (sav)) taciz etmezdi, onun cesed-i mübârekine ve libâsına konmazdı. Nasılki evlâdından olan Seyyid Abdülkadir-i Geylanî (ks) dahi, ceddinden o hâli irsiyet almıştı; sinek ona da konmazdı.”[18] Öyleyse Peygamber Efendimiz’i(sav) sinek taciz etmezdi. Evlâdından olan Seyyid Abdülkadir-i Geylanî (ks) dahi, ceddinden o hâli irsiyet almıştı; sinek ona da konmazdı. Bediüzzaman’ın talebelerinin şehadeti ile “sinek gibi bir mahlûkun üstadımızı taciz etmemesi neslinden olan Abdülkadir-i Geylânî’den irsiyet almıştır.”[19]

“Ben Hazret-i Ali’nin neslinden geliyorum”
Son şahitlerden kitaplarında Bediüzzaman’ın hem Hasenî, hem de Hüseynî oluşu şöyle anlatılır: “Ben kendilerinin seyyid olup olmadıklarını sordum. Annem Hüseynî, babam Hasenî’dir’ dedi. Sonra da, ‘Ben de seyyid sayılır mıyım?’ diye tebessümle sordu. Ben de, ‘Hem de çift taraftan seyyidsiniz’ dedim.”[20]

Bir başka hâtıra: “Babam bir gece Risale-i Nurları elle çoğaltırken aklına şöyle bir husus geliyor: ‘Üstadın Ehl-i Beytten olması gerekir. Halbuki Üstad Şarktan geldi. Bu nasıl olur acaba?’

“Sabahleyin dükkâna giderken Üstadın kapısında üç-beş kişiyi görüyor. Gidiyor, hemen ilgileniyor. Üstad, babamı görünce, mangalı veriyor, ‘karşı fırından ateş al, buraya getir’ diyor. Babam ateşi götürdükten sonra Üstad diyor ki: ‘Kardeşim Osman, ben de seni çağırtacaktım. Çünkü ben Hazret-i Ali’nin (r.a.) neslinden geliyorum.’ Böylece babamın aklına gelen suali Üstad cevaplamış oluyor.”[21]

Bediüzzaman’ın silsile-i şerafet ve siyadetten olması

Bediüzzaman’ın silsile-i şerafet ve siyadetten olduğunu gösteren Emirdağ Lahikası mektubu ise şöyledir: “Ona “Kürdî” denilmesi ve Kaside-i Hazret-i İmam-ı Ali’de (r.a.) görülen “Yâ Müdriken” kelimesinin hazf ve kalbiyle “Kürd” îma ve işaretinin bulunması, gerçekten Kürdlüğüne delalet etmez ve onun mânevî silsile-i şerafet ve siyadetten tenzil(kıymetten düşürülmesini) ve teb’idini(uzaklaştırılmasını) îcab ettirmez. Bu isnad ve izafe, Kürdistan’da doğup büyüyen ve bu lakabla maruf ve meşhur olan bu zâtın Risalet-in Nur’un tercümanı olduğunu sırf âleme ilân etmek içindir; yoksa Kürdlüğünü isbat etmek için değildir. Kürdçe bilmesi, o kıyafete girmesi ve öyle görünmesi, kendini setr(örtmek) ve ihfa(saklamak) için olup, hakikî hüviyet ve milliyetini ihlâl ve inkâr mânâ ve maksadıyla değildir…”[22] Burada ifade edilen silsile-i şerafet(şeriflik): Hz. Hasan’ın neslinden gelenlerin meydana getirdiği silsiledir. Silsile-i siyadet ise(seyyidlik): Hz. Hüseyin vasıtasıyla Hz. Muhammed’in soyundan gelen silsiledir.

Elhâsıl: Öyleyse şunu anlamak lâzımdır. Burada da görüldüğü üzere Bediüzzaman Seyyid olduğu halde mahkemede neden ‘ben seyyid değilim’ demiştir?

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi mahkemede savcılık Bediüzzaman hakkında, “gizli cemiyet kuruyor, siyasi emeller taşıyor” mânâsını kasd ederek “Eğer mehdilik iddia etse herkes arkasına düşecek ve devlete başkaldıracaklar” veya “Eğer Mehdîlik dâvâ etse, bütün şakirtleri kabul edecekler.”[23] mealinde bir iddiada bulunarak Bediüzzaman’ı ve talebelerini mahkûm etmeye çalışıyor. Bediüzzaman da onların bu evhamlarını dağıtmak için mahkemede tevriyeyapıyor. Yaniiki anlama gelen bir sözün diğer anlamını kasdederek onların iddialarını akim bırakıyor. Bu iddia akim kalıyor, çünkü seyyid olmadığını ‘tevriye’ yaparak söyleyen bir insanın, “Ben mehdiyim diye dâvâ etmesi mümkün değildir.” Zaten bu sözüyle mahkemeyi de o noktada ikna ediyor. Ayrıca Hz. Mehdi, kendisini hiçbir zaman Mehdi olarak ilan etmeyecektir. Hatta insanlar ona gelip “alametler sende mevcut, sen Mehdi’sin” dedikleri halde o yine reddedecektir.[24]

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]


[1] Muhakemat, s.155

[2] Sözler, s.697

[3] Şualar, s.613

[4] Mustafa Gül hattı el yazması Osmanlıca Lem’alar, Yirmi Yedinci Lem’a

[5] Buhari, Müslim, Tirmizi

[6] Bkz. Elmalılı Tefsiri, İhlas Suresi

[7] İşarâtü’l-İ’câz, s.153

[8] Sözler, s.1002

[9] Haşiye: Hatta, layiha-i temyiziyenin âhirinde üç sahife evvel “Eğer pek haklı bu feryadımı adliyenin yüksek makamı işitip, dinlemezse şiddet-i me’yusiyetimden diyeceğim: Bu zamanda adliyede adâlet kalkıyor. Ey, beni bu belâya sevketip, bu hâdiseyi icad eden Isparta muhbirleri” diye olan fıkraya, kardaşlarımın hatırı için “adliyede adalet kalkıyor” cümlesini kaldırdığımdan, o makam müşevveş olmuş. Hem de, buradaki mahkemeyi gücendirmemek için kardaşlarımın hatırına binaen “Isparta muhbirleri” nâmını, “bize zulmeden umum zalimlere” derdim. Halbuki “Şükrü Kaya” her ne ise…

[10] Mustafa Gül hattı el yazması Osmanlıca Lem’alar, Yirmi Yedinci Lem’a(Müdafaalar >Eskişehir Mahkemesi[1935])

[11] Muhakemat, s.78

[12] Şualar, s.613

[13] Şualar, s.613

[14] Şualar, s.613

[15] Emirdağ Lahikası-I, s.459

[16] Emirdağ Lahikası-I, s.459

[17] Lem’alar, s.418

[18] Mektubat, s.303

[19] Lem’alar, s.418

[20] Son Şahidler, 3. Cild, s. 238(S. Özcan’ın hâtırası)

[21] Son Şahidler, 2. Cild, s. 415(İhsan Çalışkan’ın hâtırası)

[22] Emirdağ Lahikası, s.159

[23] Emirdağ Lahikası-I, s.459

[24] Ali Bin Hüsameddin El Muttaki, Celaleddin Suyuti’nin Tasnifinden Hadisler– Ahir Zaman Mehdisinin Alametleri, Kahraman Neşriyat, Sf. 31

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir