“Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şakirâne iftihar etmektir.”[1] İhlâs Risâlesi’nin üçüncü düsturu bu paragraftaki hakikatlerle başlar. Çok mühim düsturları ihtiva eder. Kardeşlerimizin meziyetlerini şahıslarımızda tasavvur edebiliriz.
Kardeşlerimizi hizmet-i imaniye ve Kur’âniyede kendimizden daha meziyetli görebiliriz. Hatta onların meziyetlerini kendi şahsımızın meziyeti olarak kabul edip, o meziyetlerle iftihar da edebiliriz. Risâle-i Nur hizmetlerinin ruh-u mânevîsini meşveret ve şuraya dayanan şahs-ı mânevî temsil eder. Onun için şahs-ı mânevî, Risâle-i Nur hizmetinin düstur-u esasiyesidir. Bu sırdan dolayıdır ki bu hizmette şirket-i mânevîye esastır. Her nur talebesi kevser-i Kur’âniye havuzuna dahil olur ve hizmetlerinin semeresi mânevî havuzda birikir. Hizmet-i imâniyede müzahemet ve münâkaşa olmadığından gıpta ve haset de olmaz. Bedîüzzamân da “Umûr-u diniye ve uhreviyede rekabet, gıpta, haset ve kıskançlık olmamalı. Ve hakikat nokta-i nazarında olamaz.”[2]der. Öyleyse kardeşlerimizin meziyetleriyle iftihar edebilir ve onların meziyetlerini şahsılarımızda tasavvur ederiz. Böylece hem şahs-ı mânevî kuvvet bulur, hem de umûr-u diniye ve uhreviyede rekabet, gıpta, haset ve kıskançlık mikrobu oynamamış olur. Bu hakîkat ise sırr-ı ihlâsı yakalamaya vesile olur.
İnsan meziyetli olabilir, ancak o meziyetini ihsas ve izhâr etmeye teşebbüs etmemelidir. Bedîüzzamân Hazretleri de “İnsan herkesi kendisinden üstün bilmelidir.”[3] Der. Eğer insan kendini sâlih bilse, o alâmet-i gururdur, salâhatin ademine delildir. Öyleyse insan kendini kusurlu bilmeli ve nasihâte muhtaç görmelidir. Zaten kulluğun gereği de kusurunu bilmek, acz ve zaafla dergah-ı İlâhiyeye iltica etmektir. “İnsan gayr-ı mütenahi acz ve fakriyle beraber Cenâb-ı Hakka imanı ile kudret ve gınâ ve izzetine mazhar olmuştur. İşte bu mazhariyetten dolayı, insan, hayvaniyetten terakki edip halife-i zemîn olmuştur.”[4] Öyleyse insan kendi meziyetinin ihfasına çalışmalı ve “meziyetin varsa hafa türâbında kalsın; tâ neşvünema bulsun”[5] hakikati tezahür etmelidir. Ey insan! “Ücreti az, ilmime rağbet yok diye mahzun olma; çünkü, mükâfat-ı dünyeviye ihtiyaca bakar, kıymet-i zatiyeye bakmaz. Meziyet-i zatiye ise mükâfat-ı uhreviyeye nazırdır. Öyle ise, zatî olan meziyetini mükâfat-ı uhreviyeye sakla, birkaç kuruşluk dünya metaına satma.”[6]
Veli olan şeyhin, müddeî olan müteşeyyih ile farkları nedir?
Cevap: Eğer hedef-i maksadı, İslâmın ziya-yı kalb ve nur-u fikriyle ittihad; ve mesleği muhabbet; ve şiârı terk-i iltizâm-ı nefis(nefse boyun eğmeyi terk etmek); ve meşrebi mahviyet( tevazu, alçak gönüllülük); ve tarikati hamiyet-i İslâmiye(İslâmiyeti müdafaa ve savunma gayreti) olsa; kabildir ki, bir mürşid ve hakikî şeyh olsun. Lâkin, eğer mesleği, tenkîs-i gayr(kendisinden başka herkesi kusurlu görme) ile meziyetini izhar(meziyetini gösterme) ve husumet-i gayr(kendi dışındakilere düşmanlık besleme) ile muhabbetini telkin ve inşikak-ı âsâyı(ihtilâf, ikilik ve birliğin bozulmasını) istilzam eden(gerekli gören) hiss-i taraftarlık ve meyelân-ı gıybeti(gıybet meylini) intaç eden(netice veren) kendine muhabbeti başkasına olan husumete mütevakkıf gösterilse; o bir müteşeyyih-i müteevviğdır(dünyada bir makam elde etmek için şeyhlik taslayan din rehberi gibi davranandır), bir zi’b-i mütegannimdir(koyun postuna bürünen bir kurttur). Din ile dünyanın saydına(avlanmasına) gider. Ya bir lezzet-i menhuse(uğursuz, kötülenmiş lezzet) veya tehevvüs-ü süflî(pis, alçak heves) bir içtihad-ı hatâ(yanlış hüküm) onu aldatmış; o da kendisini iyi zannedip büyük meşâyihe(şeyhlere) ve zevât-ı mübarekeye(mübarek kişilere) sû-i zan yolunu açmıştır.[7]
Abdülbâkî Çimiç
[1] Lem’alar, s.395
[2] Lem’alar, s.384
[3] Mesnevi-i Nuriye, s.106
[4] Mesnevi-i Nuriye (Trc: Abdülmecid) > Hababın Zeyli >Mesnevi-i Nuriye, s.184
[5] Eski Said Dönemi Eserleri, s.284
[6] Mesnevi-i Nuriye, s.142
[7] Eski Said Dönemi Eserleri, s.284