Yirmi Birinci Lem’a olan İhlâs Risâlesi’nin düsturlarından ikinci düstur şöyle başlar: “Bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde fazîletfuruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemektir.”[1] Risâle-i Nur hizmetine muhatap olanlar bilirler ki, bu hizmette bulunan kardeşleri tenkit etmek yoktur. Özellikle menfî tenkitten men edilmişlerdir. İkinci düstur bu noktayı net olarak ifade eder. Ancak bu ifade kitapta yazıldığı gibi hayata tam tatbik edilmiyor. İşin mânâ boyutu güzelce okunup anlaşıldığı halde, mânâdan hakîkate intikal edilemiyor. Yani mânâ muhteza-i hâle mutabık değil. Çünkü çok nâ-ehillerin bir derece hizmet-i Kur’âniyede bulunmaları böyle menfî bir vukuatı beraberinde getiriyor. Halbuki Aziz Üstadımız bizlere “Bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmeyiniz” diyerek önemli bir düsturu ders veriyor. Hepimiz bu düsturun mânevî mes’uliyeti ile mükellefiz. Üzerinde derin derin düşünmemiz gereken bir mevzu da budur. Biz ikinci düsturun bir diğer prensibi olan “onların üstünde fazîletfuruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemek” olan nokta üzerine yazımızı devam ettirmek niyetindeyiz inşâallah.
Fazîlet; değer, meziyet, ilim, îmân ve irfan itibâriyle olan yüksek derecedir. İnsanı bu yüksek dereceye çıkaran en te’sirli muharrik ise îmân ve İslâmiyettir. Fazîlet, güzel ve iyi huy, kişiyi iyilik yapmaya yönelten duygu ve erdem olarak da ta’rîf edilir. İnsanın fazîletli olması müsbet bir haslet ve kıymetli bir hâldir. Daha çok lisân-ı hâl ile hissedilen bir vaziyettir. İnsanın ilim ve amel imtizacından ortaya çıkan bir vakar duruşudur. Fazîletli olmak meşru ve makbul bir hâlken, fazîletfuruşluk ise tam da bu hâlin zıddı bir vaziyettir.
Fazîletfuruşluk; fazîletini ihsas edip, kendi fazîletini göstermeye çalışma hâlidir. Fazîletfuruşluk yapan kişi karşılığında takdir edilmeyi ve övülmeyi bekler. Onunla maddî ve mânevî bir karşılık beklentisine talip olur. Kendisini bilge konumunda tasavvur ederek başkalarından daha üstün meziyetlere sahip olduğunu zanneder. Bu hâlini başkalarının da fark etmesini sağlamak için uğraşır.
Fazîletfuruşluk, bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerin gıbta damarını tahrik etmeye de vesile de olabilir. Gıbta, esasında müsbet cihetten güzel bir haslettir. Kişinin, başkasında bulunan güzel hasletlerin ve nimetlerin yok olmasını temenni etmeyerek, aynı haslet ve nimetin kendisinde de olmasını arzu etmesidir. Bu cihetle gıpta, bir nevi imrenmek olup İslâmî açıdan sakıncalı da değildir. Çünkü bir mümin, kendisinden daha meziyetli ve fazîletli zatlara imrenebilir ve o hasletlerin kendisinde de olmasını arzu edebilir. Bu vaziyet sakıncalı ve kusurlu bir durum olmadığı gibi, övülmesi ve takdir edilmesi gereken bir fiildir. Ancak şu noktaya da dikkat etmek gerekir. Gıbta edilen zatın güzel hasletleri o zatın bizzat kendi şahsından değil, ondan razı olan Rabbimizin ona ihsanındandır. Yani o güzel hasletleri dileyen ve yaratan Rabbimizdir. O halde gıbta hâlinde bu sınırı aşmamak ve hadden taşmamak lâzımdır.
Fazîletli zatlar da imtihana tabidir. Öyle ise kişiyi bu suretten cazibedâr tuzağa düşüren cihazatlar şunlardır: Nefis, heva, his ve kuvve-i vahime. Bu gibi süfli hissiyatlar insanın fazîletli hâlinden istifade ederek imtiyaz isteyebilir. Kişi fazîletini Rabbinin bir ihsanı ve nimeti bilmesi gerekirken, Rabbimizin onda temerküz eden nimetlerini sû-i istimâl ederek nefis ve hevası cihetinde istimâl edebilir. Böylece kendinde bulunan fazîletlerini ihsas edip diğer kardeşlerinin gıbta damarını tahrik ederek ihlâsı kaybedebilir. İşte bu nahoş vaziyet bir nevi fazîletfuruşluktur. Şu nokta hiç unutulmamalıdır: “Risale-i Nur dairesine girenler, şahsi cesâretlerini kıymetleştirmek için, sarsılmaz bir sebat ve metânete ve ihvanlarının tesânüdünecidden çalışmaya sarf edip, o cam parçası hükmünde şahsi cesâretini, hakîkatperestlik sıddıkiyetindeki fedakârlık elmasına çevirmek gerektir.” [2]
Netice-i Kelâm: Bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerin üstünde fazîletfuruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemek gerekir. ”Evet, Risale-i Nur şakirtlerinin kalbi, aklı, ruhu böyle aşağı, zararlı, süflî şeylere tenezzül etmez. Fakat herkeste nefs-i emmâre bulunur. Bazı da hissiyat-ı nefsiye damarlara ilişir, bir derece hükmünü kalb, akıl ve ruhun rağmına olarak icra eder. Sizlerin kalb ve ruh ve aklınızı itham etmem. Risâle-i Nur’un verdiği tesire binaen itimad ediyorum. Fakat nefis ve hevâ ve his ve vehim Bazen aldatıyorlar. Onun için Bazen şiddetli ikaz olunuyorsunuz. Bu şiddet, nefis ve hevâ ve his ve vehme bakıyor; ihtiyatlı davranınız.”[3]
Abdülbâkî Çimiç
[1] Lem’alar, s.391
[2] Kastamonu Lahikası, s.358
[3] Lem’alar, s.401