Risâle-i Nur eserlerinde toptancı bir bakış yoktur. Her bir meselenin müsbet ve menfî esasları noktasından değerlendirmeler yapılır. Fenâ ve fâni bir adamın güzel bir sözü Risâle-i Nur satırları arasında yerini alırken, bir insanın on fiilinden bir masum fiilî de nazarlardan kaçırılmaz ve ademe mahkûm edilmez. Hatta meslek ve meşrepler değerlendirilirken “Meslekler, mezhepler ne kadar bâtıl da olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi hükmünde bir hak, bir hakîkat bulunur. Eğer âsârına ve neticelerine hükmeden hak ve hakîkat ise ve menfî cihetleri müsbet cihetlerine mağlûp ise, o meslek haktır. Eğer içinde hak ve hakîkat, neticelere hükmedemiyor ve menfî ciheti müsbet cihetine galebe ediyorsa, o meslek bâtıldır.”[1] tespitleri de çok manidâr olarak Risâle-i Nur satırları arasında yerini almıştır.
Bizler de bu mânâda Risâle-i Nur’da müsbet Avrupa ile ilgili bölümleri toparlamak istedik. Elbette ki Risâle-i Nur’da menfî Avrupa ile ilgili de gerekli tespitler ve açıklamalar yapılmıştır. Ancak bu tespitleri başka bir zamânâ tehir ederek bizler şimdilik müsbet Avrupa ile ilgili yerlerle çalışmamıza devam edeceğiz.
Bedîüzzamân Hazretleri “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.“[2]der.
Yukarıdaki satırlarda Bedîüzzamân farkı görülmektedir. Kendi sözlerinin mihenge vurulmasını isteyecek kadar mert ve cesaretli bir âlimdir Bedîüzzamân. Çünkü O, asrın eşsiz güzelidir. Farklı ve bir o kadar da ezber bozan bir mütefekkirdir.
Bizler de müsbet Avrupa’yı Risâle-i Nûr mihengine vurmak istiyoruz. Altın çıkarsa alıp koynumuzda saklayacağız, bakır çıkarsa geri iâde edeceğiz. Çünkü bu meselede temyiz edici bir hakîkat var elimizde. Çünkü ”Hakîkat tahavvül etmez, hakîkat haktır.”[3] noktası önemli bir düsturumuzdur. “Maatteessüf, güzel şeylerimiz gayr-ı müslimler eline geçtiği gibi, güzel olan ahlâklarımızı da yine gayr-ı müslimler çalmışlar. Güya bir kısım içtimâî ahlâk-ı âliyemiz yanımızda revaç bulmadığından, bize darılıp onlara gitmiş. Ve onların bir kısım rezâili, kendileri içinde çok revaç bulmadığından cehaletimizin pazarına getirilmiş.”[4] sırrınca o güzel şeylerimize talibiz. Çünkü cehaletimizle o güzellikleri küstürmüşüz ve kaçırmışız. Cehalet pazarımızda o güzelliklere rağbet gösterilmemiş ve onlarda bizlere küsüp ecnebilere gitmiş. ”Her şeyin en güzelini al.” kaidesiyle sana hoş gelen şeyleri al, sana hoş gelmeyenleri bana bırak”[5] sırrınca da ecnebilerdeki her şeyi değil, her şeyin en güzeline talibiz ve en güzelini almalıyız. “Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimâîye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa’ya hitap etmiyorum.”[6] diyen Bediüzzaman müsbet Avrupa’ya nasıl bakmamız gerektiğinin ölçüsünü vermektedir.
Bizler de yazımıza konu olan birinci Avrupa olan müsbet Avrupa’yı incelemek ve anlamak istiyoruz. Çünkü birinci Avrupa feyzini İsevîlik din-i hakikîsinden almaktadır. Bu feyiz ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip etmektedir. Kur’ân bu müsbet Avrupa ile mübâreze etmiyor. İslamiyetin; müsbet Avrupa’nın nâfi sanatlarından, adalet ve hakkaniyatından ve sosyal hayata hizmet eden fünunlarından istifade edilmesinden yana olduğunu görüyoruz.
Yine Risâle-i Nûr’un barışık olduğu ve hücum etmediği felsefe ise Asay-ı Musa’da şöyle ifade ediliyor.“Risâle-i Nûr’un şiddetle tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise, mutlak değildir; belki muzır kısmınadır. Çünki, felsefenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye ve ahlâk ve kemâlat-ı insaniyeye ve san’atın terakkiyatına hizmet eden felsefe ve hikmet kısmı ise, Kur’an ile barışıktır. Belki Ku’an’ın hikmetine hâdimdir, muaraza edemez. Bu kısma Risâle-i Nur ilişmiyor.”[7]
Ecnebilerden alacağımız bilgi, sanat ve terakki için söylenen şu cümle çok müşkülümüzü hallediyor.“Ecnebilerden alınan maddi bilgiler, sanat ve terakkiye ait ise lâzımdır, sefahata dair ise muzırdır.”[8] Buraya göre neye talib olduğumuz ve neyin muzır olduğu çok açık olarak ortaya konulmuştur.
Müspet Avrupa nâfi sanatları, adaleti ve mehâsin-i medeniyeti ızdıraren kabul edip tekrar beşeriyete hediye etmiştir. Buradaki müspet Avrupa’dan kastımız “İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimâîye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa”[9]’dır. Medeniyetin heva ve hevese dayalı kısmına değil, beşere menfaatli kısmına muhatap olduğumuz bilinmelidir. Medeniyetten muradımız ise ”Biliniz ki: Bizim muradımız, medeniyetin mehâsini ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki; ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehâsin zannedip; taklid edip, malımızı harap ettiler. Ve dini rüşvet verip, dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları, iyiliklerine galebe edip, seyyiatı hasenatına râcih gelmekle, beşer iki harb-i umûmî ile iki dehşetli tokat yiyip, o günahkâr medeniyeti zir-ü zeber edip öyle bir kusdu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı.”[10] Yaşanan hadisâd-ı âlem buna şahittir.
Evet, medeniyetin güzellikleri ve beşere menfaati
bulunan iyiliklerine talip ve müşteri olmak nazarlardan kaçırılmamalıdır. Zaten
medeniyetin günahları ve seyyiatı içimize alabildiğince girmiş malımızı,
mukaddesatımızı ve ahlâkımızı harap etmiş durumdadır. Ümitvarız ki; ”İnşâallah
istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle, medeniyetin mehâsini galebe edecek, zemin
yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umûmîyi de te’min edecek.”[11] Bedîüzzamân
müjde insanı olduğu için bu müjdeleri de rahmet-i İlâhiyeden ümit ediyoruz
inşâallah.
Medeniyetin güzellikleri ve iyilikleri inhisar altına alınamaz ve mal-i
umûmîdir. Buna işareten Bedîüzzamân şöyle der: “Bunu da inkâr etmem,
medeniyette vardır mehâsin-i kesire. Lâkin, onlar değildir ne Nasrâniyet malı,
ne Avrupa icadı, Ne şu asrın san’atı. Belki umûm malıdır. Telâhuk-u efkârdan,
semâvî şerâyiden, hem hâcât-ı fıtrîden, husûsî şer-i Ahmedî, İslâmî inkılâptan
neş’et eden bir maldır. Kimse temellük etmez.”[12] Demek
ki medeniyetteki mehâsin-i kesire bir kavme, bir topluluğa, bir millete, bir
kıt’aya münhasır değildir. Umûmun ortak malı olan mehâsin-i medeniyet denilen
şeyler asırlardır beşeriyetin ortak aklının neticesi ve ürünüdür. Ayrıca medeniyetteki
güzellikler ne Nasrâniyetin, ne Avrupa’nın ve ne de şu asrın san’atı ve
malıdır. Bu güzellikler beşeriyetin umûmî fikirlerinin ve çalışmalarının
mahsulü ve semeresidir. Asırlarca birbirine eklenen ve birbirini besleyen
düşüncelerin mahsulüdür. Semavî şeriatların neticesidir. Ve insanlığın fıtrî
ihtiyacından ortaya çıkmıştır. Özellikle Peygamberimizin(sav) şeriatından ve
İslâmîyetin getirdiği yeniliklerden doğan ve bütün insanlığa faydalı olan san’at,
hak, adalet ve hakkaniyetin bir bileşkesi ve ortak paydasıdır. Yani insanlığın
ortak ve umûmî malı olan medeniyetin kaynağı semâvî dinlerdir.
Öyleyse müsbet Avrupa’dan ürkmemek gerekiyor. Çünkü “Şeriat-ı Ahmediyenin (asm) tazammum ettiği ve emrettiği medeniyet ise ki; medeniyet-i hâzıranın inkışaından (yarılmasından) inkişaf edecektir. Onun menfî esasları yerine, müspet esaslar vaz’eder.”[13] İşte medeniye-i hâzıra, İslâmî medeniyetin müsbet esasları ile tamir edilecek ve onun menfî esasları yerine müsbet esaslarını tekrar vaz’edecek ve beşeriyet sulh-u umûmîyi yaşayacaktır inşâallah.
Bedîüzzamân’ın da dediği gibi “Evet, Avrupa’dan ahz-u iktibasa(aktarma yapmaya) muhtacız. İhtiyacımız idare-i mülk(kamu yönetimi) ve tanzim-i kuva-i harbiye-i bahriyeden(ordu ve deniz kuvvetlerinin düzenlenmesinden) ve fünun-i sanayiden(sanayi fenlerinden) işimize yarayanlarıdır (dinimizin emriyle). Avrupa da bizden yalnız adaleti ister ve medeniyeti bekler; tâ muvazenesi bozulmasın.”[14]
Avrupa ve batıdan neye müşteri olduğumuzu bilmeliyiz. Müşteri olduklarımız esasta ve özde İslâmın malıdır. Malımıza sahip çıkacağız ve onu geri alıp istimal edeceğiz. Amma ecnebilerde müşteri olmadığımız günah ve kötülükler ise malumdur. Onlar zaten büyük hatalar yapılarak içimizde epey müşteri bulmuştur. Onlara tekrar müşteri olmak ise ahmaklık olur. Bedîüzzamân buna da şöyle işaret etmektedir. “Ecnebiyede terakkiyât-ı medeniyyeye yardım edecek -fünun ve sanayi gibi- maalmemnuniye alacağız. Amma medeniyetin zünub ve mesâvisi(günah ve kötülükleri)olarak bazı âdât ve ahlâk-ı seyyiye ki…”[15] onları almayacağız.
Avrupa’nın güzelliklerinin tahsil edilmesinin zorluğundan dolayı, kolay taklit edilen günahlarını ve kötülüklerini aldığımız için kadınlaşmış erkek ve erkekleşmiş kadın durumuna düştüğümüzü de beyan eden Bediüzzaman; ”Biz ise aldığımız vakit sû-i tâlî cihetiyle ve sû-i intihap tarikıyla müşkilü’t-tahsil mehâsin-i medeniyeti terk edip, çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünub-i medeniyeti(medeniyetin günahlarını) kesbettiğimizden, muhannes gibi, yani erkekleşmiş kadın gibi oluruz. Kadın erkek gibi giyinse maskara olur. Erkek kadın gibi süslense muhannesliktir, yakışmaz. Mert ve âlihimmet, zîbüziverle(süs ve ziynetle) müzahref(geçici, aldatıcı şeyler ile süslenmiş) cilveli hanım gibi olmamalı.”[16] tespitlerinde bulunur.
Avrupa’dan mehâsin-i medeniyeti iktisab etmeye muhtacız…
“Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lazımdır ki; Onlar Avrupa’dan mehâsin-i medeniyeti almakla beraber âdât-ı milliyeyi muhafaza ettiler.“[17] diyen Bedîüzzamân Hazretleri ne kadar güzel bir tespit yapmış. Mehâsin-i medeniyeti alırken âdât-ı milliyeyi muhafaza etmek ve kesb-i medeniyette Japonlara benzemek vaz geçilmez bir düstur olmalıdır. Çünkü Bediüzzaman Japonların ”müteharrî-i hakîkat” olduklarını beyan eder. ”Bizim âdât-ı milliyemiz İslâmiyette neşvünema bulduğu için, iki cihetle sarılmak zaruridir.”[18] diye ifade eden Bediüzzaman Hazretleri milli âdetlerimizin İslâmiyetle ortaya çıktığını söylemektedir. Onun için de İslâmiyet’ten elimizi gevşetmeden mehâsin-i medeniyeti iktibas etmek durumundayız. O nedenle de; ”Avrupa’dan mehâsin-i medeniyetin iktibasına muhtacız…“[19] Çünkü mehâsin-i medeniyet umum akvamın fikirlerinin ve çalışmalarının neticesidir. Asırların ortak aklının ürünüdür.
Bedîüzzamân, medeniyetin mehâsini ile mesâvisini de nazara veriyor ve şöyle diyor. “Medeniyetin mehâsiniyle beraber mesavisi (kötülükleri) de terakki edip garip ve aldatıcı bir surete girmiş. Bu seyyiatın en fenası ve medeniyetin muharribi (yıkıcısı) ve bâr-ı giranı(ağır yükü), sefahat ve havaic-i gayr-ı zarurîde(zorunlu olmayan ihtiyaçlarda) israfat ve maişetteki müsavatsızlıktır.”[20] Burada çok dikkat çekici tespitler yapılmıştır. Medeniyetin en fenası ve yıkıcı tahribini yapan fiiller sefahat, israfat ve adaletsiz geçim dağılımıdır. İşte sefih medeniyet bu cihetlerle beşeriyete çok fena tahribatlar yapmış ve yapmaya da devam etmektedir. Ancak mehâsin-i medeniyet; hakkaniyet, adalet ve kanunda inhisar-ı kuvvet prensipleri ile inşâallah medeniyet-i hakikiye tebdil edip, sefih medeniyetin tahribatını tamir ederek insanlığa sulh-u umûmîyi yaşatacağından ümitvarız inşâaallah.
Medeniyetin iyiliklerini kötülüklerinden temyiz edici bir hâkim gerektiğini de şu cümlelerden anlıyoruz. Medeniyetin iyilikleri ile beraber kötülüklerinin de içimize sokulmaması için bize temyiz edici (ayırıcı) hâkim bir kanun, bir prensip gerekir. ”Mehâsinle beraber seyyiat da medeniyetimiz içine sokulmamak için bize öyle bir kanun-u hâkim ve mümeyyiz lâzım ki, heva ve hevese galebe etsin.”[21] Elbette bu temyiz edici hâkim vazifesini Kur’ân ve sünnet-i Resulullah(asm)’ın bu asrımızda mânevî bir dersi ve tefsiri olan Risâle-i Nur yapabilir ve yapmaktadır.
Mehâsin-i medeniyetin iktibasında ve istimalinde çok endişe edilecek bir durum yoktur. Çünkü ”Avrupa ve Amerika’dan getirilen hakîkatler yine İslâm’ın malı olan fen ve sanatı tevhid nuru ile yoğurarak hayata geçirmeliyiz.“[22] Bedîüzzamân bunun da ölçüsünü vermiş olup, fen ve sanatın tevhid nuru ile yoğrularak bizleri marifetullah miraçlarına terakkî ettirmesi gereğine de işaret etmiştir. Çünkü her bir fen esma-i hüsnayı tecellilerini göstererek Allah’ın isimlerine istinad etmekte ve esma tecillisi olarak nur-u tevhidi göstermektedir. Bedîüzzamân hem ümit, hem de denge insanıdır. İstikbale ait İslâm’ın taliini müjdelemekte ve bunun yolunu da Şeriat-ı Garra’nın terbiyesi ile olacağını söylemektedir. “Asaya’nın bahtını, İslâmiyetin taliini açacak yalnız meşrutiyet ve hürriyettir. Fakat Şeriat-ı Garra’nın terbiyesinde kalmak şartıyla.”[23] demektedir.
Bütün bunlarla beraber medeniyetteki güzelliklerin
daha mükemmel olarak İslâmiyet’te var olduğu bir hakîkattir. Bu mânâda Bedîüzzamân
şu ifadelerde bulunur. ”Acaba istikbale karşı ehl-i imân ve İslâm için böyle
maddî ve mânevî terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve
demiryolu gibi istikbal saadetine yol açıldığı halde, nasıl meyus olup ye’se
düşüyorsunuz ve âlem-i İslâmın kuvve-i mâneviyesini de kırıyorsunuz? Ve ye’is
ve ümitsizlikle zannediyorsunuz ki, “Dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır.
Fakat, yalnız biçare ehl-i İslâm için tedennî dünyası oldu” diye pek yanlış bir
hatâya düşüyorsunuz. Mâdem meylülistikmal (tekâmül meyli) kâinatta fıtrat-ı
beşeriyede fıtraten derc edilmiş. Elbette, beşerin zulüm ve hatasıyla başına
çabuk bir kıyamet kopmazsa, istikbalde hak ve hakîkat, âlem-i İslâmda nev-i
beşerin eski hatîatına kefaret olacak bir saadet-i dünyeviyeyi de gösterecek
inşâallah.”[24]
Medeniyetteki bütün güzelliklerin; ya açık bir şekilde emredilerek ve ya o
güzelliğe taraftarlık göstererek veyahutta onu yasaklamamak suretiyle, bunların
veya bunlardan daha güzelinin İslâmda mevcut olduğu görülecektir. Bedîüzzamân
ecnebilere karşı tavır ve duruşumuzun da ölçüsünü vermekte ve onlara bakışımızı
şöyle ifade etmektedir. ”Ecnebilere düşman nazarı ile değil, belki saadetimizi
ve i’lay-ı kelimetullaha bu zamanda vasıta olan terakki ve medeniyete bizi
teşvik ve icbar ettiklerinden dost ve hadim nazarı ile bakacağız.”[25]
Bu mânâda Hutbe-i Şamiye’deki şu kısım da çok manidârdır. ”Hem de
düşmanlarımız onlar değil; asıl bizi bu kadar düşürüp i’lâ-yı kelimetullaha
mâni olan ve cehalet neticesi olan muhalefet-i şeriattır. Ve zaruret ve onun
semeresi olan su-i ahlâk ve harekettir ve ihtilâf ve onun mahsulü olan ağraz ve
nifaktır ki, ittihadımız bu üç insafsız düşmânâ hücumdur. Amma ecnebîlerin
vahşî oldukları kurun-u vustada, İslâmiyet vahşete karşı husumet ve taassuba
mecbur olduğu halde adalet ve itidalini muhafaza etmiş. Hiçbir vakit engizisyon
gibi etmemiş. Ve zaman-ı medeniyette ecnebîler medenî ve kuvvetli
olduklarından, zararlı olan husumet ve taassup zâil olmuştur. Zira din nokta-i
nazarından medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. Ve
İslâmiyeti, mahbup ve ulvî olduğunu, evâmirine imtisalen ef’al ve ahlâk ile
göstermekledir. İcbar ve husumet, vahşîlerin vahşetine karşıdır.”[26]
Avrupa’nın fıtrî ahvali ve mâhiyeti
Bedîüzzamân Hazretleri Sünûhât Risâlesi’nde[27] Avrupa kıt’asını tahlil etmiş olup; Avrupa’nın terakkisine sebep olan coğrafî, iklimsel, ekonomik ve demokrafik yapısını tarif etmiştir. Bu noktaları birkaç maddede tasnif edelim:
1. Avrupa’nın coğrafî durumu ve konumu:
Avrupa hem yeraltı zenginlikleri olarak hem de iklim ve nüfus bakımından mehâsin-i medeniyete ulaşmakta çok avantajlı bir kıt’adır. Avrupa’nın vaziyet-i fıtrîyesi şöyledir: “Zira dardır, güzeldir, demir madenidir, girintili çıkıntılıdır, deniz ve enharı(nehirleri) bağırsaklarıdır; bâriddir(iklim olarak soğuktur).” Avrupa’nın bu bârid hâli insanların seciyelerine de in’ikâs etmiş olup, insanların soğukkanlı yapıları çalışma hayatlarına da yansımış vaziyettedir.
2. Avrupa’nın dünyadaki konumu ve nüfus yapısı:
“Evet, Avrupa küre-i zeminin hums-i öşrü(ellide biri) iken, nev-i beşerin(insan nevinin) bir rub’unu(dörtte birini, çeyreğini) letafet-i fıtriyesi(fıtrî güzelliği) ile kendine çekmiş. Hikmeten sabittir ki, efrad-ı kesîrenin(kalabalık insan topluluğunun) içtimaı(bir araya toplanması), ihtiyacatı intaç eder(ihtiyaçları netice verir). Görenek gibi çok esbap ile tekessür eden(çoğalan) hacat(ihtiyaçlar), zeminin kuvve-i nâbitesine(bitkilerde bulunan bitme, büyüme meyline)sığışmaz.” Öyleyse Avrupa kıtasında yaşayan nüfus, kıt’anın diğer avantajlarını kullanarak mehâsin-i medeniyet denilen şeylerde terakki etmişler ve içtimâî hayatı tanzim ederek mesailerini düzenlemişlerdir.
3.Avrupa’nın gelişmesine sebep olan noktalar:
“İşte şu noktadan ihtiyaç san’ata ve merak ilme ve sıkıntı vesait-i sefahate hocalık edip tâlime başlarlar. Evet, fikr-i san’at, meyl-i marifet, kesretten çıkar. Avrupa’nın darlığı ve deniz ve enharî olan vesait-i tabiiye-i münakale(tabiî ulaştırma araçları) içinde dolaşması sebebiyle, tearüf(birbirini tanıma) ticareti, teavün(yardımlaşma) iştirak-i mesaiyi(çalışma birliğini, ortaklığı) intaç ettikleri gibi, temas dahi telâhuk-i efkârı(fikirlerin birleşerek kuvvetlenmesini), rekabet de müsabakatı tevlit ederler.” Görüldüğü üzere Avrupa kıt’asının fıtrî yapısı, coğrafî avantajları ve insan topluluklarının kalabalık vaziyeti nedeniyle ihtiyaç şiddetlenmiştir. Bu vaziyet o toplumu san’at ve ilimde tâlime sevk etmiştir. Böylece fikr-i san’at, meyl-i marifet, ulaşım ve ticaret gelişmiş; insanlar arasında tanışma, kaynaşma, yardımlaşma ve işbirliği artmış olup, birbiriyle görüşen ve temas halinde olan insanların fikirleri birleşerek yeni yeni gelişmelerin ve müsabakaların yolunu açmıştır. Bu vaziyetler de Avrupa’nın gelişmesine büyük katkı sağlamıştır.
4.Avrupa’nın terakkisinde yer altı kaynakları ve demir madeninin önemi:
“Ve bütün sanayiinin maderi olan demir madeni, kesret ile içinde bulunduğundan, o demir, medeniyetlerine öyle bir silâh-ı kuvvet vermiştir ki, dünyanın bütün enkaz-ı medeniyetlerini gasp ve garat edip(yağmalayıp) gayet ağır bastı, mizan-ı zeminin muvazenetini bozdu.” Avrupa kıt’ası yer altı zenginlikleri olarak özellikle demir ve çelik madeni yönünden zengin rezervlere sahiptir. Demir ve çelik üretiminde dünyada önde olan bu kıt’a bu madenlerle medeniyetlerine büyük kuvvet bulmuşlardır. Bu kuvvetle dünyanın geri kalan medeniyetlerine galip gelmişler, hatta daha da ileri gidip o enkaz-ı medeniyetlerini gasp ve garat edip(yağmalayıp) onlara karşı galebe vaziyetini almışlardır. Bu durumda da Avrupa’nın terakkisinde yer altı kaynakları ve demir madeni çok büyük katkı sağlamıştır.
5.Avrupa’nın gelişmesine iklimin etkisi:
Avrupa kıt’ası iklim olarak bârid(soğuk) bir kıt’adır. Avrupa kıt’asında yaşayan insanların çalışma şartlarına bârid olan iklimleri de etkili olmuştur. “Hem de her şeyi geç almak, geç bırakmak şanından olan bürudet-i mutedilâne(ılıklık, orta şiddetteki soğuklar), sa’ylerine(çalışmalarına) sebat ve metanet verip, medeniyetlerini idame etmiştir.” Avrupa’da yaşayan insanların itidalli oluşları, sebat ve metanetle işlerine bağlılıkları, çalışma ortamlarında iş ahlâkına ehemmiyet vermeleri medeniyetlerinin gelişmesine önemli katkılar sağlamıştır. Çünkü “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.”[28]
6.Avrupa’nın gelişimine etki eden unsurlar:
“Hem de ilme istinat ile devletlerinin teşekkülü, mütekabil kuvvetlerinin tesadümü(çarpışması), gaddarâne istibdatlarının iz’acatı(can sıkmaları), engizisyonâne(kilisenin engizisyon denilen işkenceci mahkemeleri gibi) taassuplarının aksülamel yapan tazyikatı, mütevazi unsurlarının rekabetle müsabakatı, Avrupalıların istidatlarını inkişaf ettirip, mezâyâ(meziyetleri) ve fikr-i milliyeti uyandırdı.” Evet, Avrupalılar Rönesans ve Reform hareketleriyle ortaçağın engizisyonlarından kurtularak ilme istinad etmeye çalışarak devletlerini teşekkül ettirmişlerdir. Bunun yanında mütekabil kuvvetlerin çarpışması ve gaddarâne istibdad ve tazyikatların da kuvvetiyle milletlerinin istidad ve kabiliyetleri inkişaf etmiştir. Böylece insanların meziyetleri ve kendi devletlerinin bekasına duydukları fikr-i milliyet uyanarak gelişmelerine büyük etki yapmıştır.
7.Avrupa’nın terakkisinin önemli bir diğer sebebi: Nokta-i istinattır
“Evet her bir Hristiyan başını kaldırıp, müteselsil ve mütedâhil maksatların birine el atsa, arkasına bakar ki, istinat edecek, kuvve-i mâneviyesine daima imdat edip hayat verecek, gayet kavi bir nokta-i istinat görür. Hatta en ağır ve büyük işlere karşı mübarezeye kendinde kuvvet bulur. İşte o nokta-i istinat, her taraftan ellerini uzatan dindaşlarının uruk-i hayatına(hayat damarına) kuvvet vermeye ve İslâmların en can alacak damarlarını kesmeye, her vakit amade ve dessas, medenî engizisyon taassubu ile, maddiyyunun dinsizliği ile yoğrulmuş ve medeniyetlerinin galebesi ile mest-i gurur olmuş bir müsellâh(silahlanmış) kitlenin kışlası veya büyük bir kilisesi olan Avrupa’nın medeniyetidir…”[29] Demek ki Avrupalı kendi dindaşına sahip çıkmış ve birbirlerine nokta-i istinat olmuşlar. Bu vaziyet onlara kuvve-i mânevîye olup hayat vermiş. En müthiş ve ağır işlerde bile bu nokta-i istinat ile mübareze etmişler ve kendilerinde büyük bir kuvvet bulmuşlar. Bir nevi menfi Avrupa’nın medeniyetini tevellüt ettiren bu nokta-i istinat ile, İslâmların da can damarlarını kesmişler ve İslâm medeniyetinin tahribatında kullanmışlar. Menfî Avrupa medeniyetinin İslâmlar için kullandıkları en mümeyyiz vaziyet her vakit amade ve dessas, medenî engizisyon taassubu, maddiyyunun dinsizliği ile yoğrulmuş olan gaddar medeniyetlerinin galebesidir.
Avrupa’ya ahkâmda ve ahlâkta dilencilik edilmez
Avrupa muhakkikleri demişler ki: “Bazı aktârdaki insanların daire-i medeniyete duhullerine vasıta-i yegâne İslâmiyet’tir.”[30] Bu hakîkat İşârâtü’l-İ’câz’da şöyle ifade edilir: “Amma insanların büyük bir kısmı, ihtiyarıyla küfrü kabul ve tekâlif-i İlâhiyeyi reddetmişlerse de, teklifin bazı nevilerinden süzülen terbiyevî, ahlâkî vesaire güzel şeyleri aldıklarından, teklifin o nevilerini zımnen ve ıztırâren kabul etmiş bulunurlar. İşte bu itibarla, kâfirin her sıfatı ve her hali kâfir değildir.”[31] Bundan dolayıdır ki “Avrupa, bu sırra ve sırr-ı taksim-i â’mâl esâsına binâen, o harîkulâde terakkiyâtı ve maarifi te’sis eylemişler.”[32]
Bedîüzzamân derki Avrupa’ya ahkâmda ve ahlâkta dilencilik edilmez. Bizim ahkâmımız ve ahlâkımız Şeriat-ı Garra’ya aittir. Ne olursa olsun “Ahkâm ve hukuk ise zaten tebeddül etmez; tatbikat ve tercihattır ki, meşverete ihtiyaç gösterir.’’[33] Yani ahkâm ve hukukun tatbikatında meşveret ederek daha güzel icrasına zemin izhar edebiliriz. Biz Müslümanlar olarak “Bir hazine-i cevahire malik olduğumuz hâlde, Avrupa’ya ahkâmda izhar-ı fakr(yoksulluğu göstermek), ahlâkta dilencilik etmek din-i İslâm’a büyük bir hıyanettir ve hayat-ı millete kastetmektir. Dünya için din feda olmaz, berahin-i akliye(aklî deliller) üzerine müesses olan din-i İslâm, başka dine kıyas olunmaz.”[34] biliriz. Ancak gelen şu noktalar meselemizden hariçtir. “Evet, Avrupa’dan ahz-u iktibasa (aktarma yapmaya) muhtacız. İhtiyacımız idare-i mülk (kamu yönetimi) ve tanzim-i kuva-i harbiye-i bahriyeden (ordu ve deniz kuvvetlerinin düzenlenmesinden) ve fünun-i sanayiden (sanayi fenlerinden) işimize yarayanlarıdır (dinimizin emriyle). Avrupa da bizden yalnız adaleti ister ve medeniyeti bekler; tâ muvazenesi bozulmasın. Bu iki esasa şeriatımız müessis ve külliyetiyle nazırdır.”[35]
Biz Avrupa’ya, İslâmiyetin mahbup ve ulvî olduğunu, evâmirine imtisalen(emirlerine uyarak) ef’al ve ahlâk ile göstermeliyiz. Böyle olmayınca Bedîüzzamân’ın dediği gibi “Avrupa, bizdeki cehalet ve taassup müsaadesiyle şeriatı, hâşâ ve kellâ, istibdada müsait zannettiklerinden, nihayet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zannını tekzip etmek için, meşrutiyeti herkesten ziyade şeriat namına alkışladım.”[36] Çünkü “Ruh-u meşrutiyet, şeriattandır; hayatı da ondandır.”[37] Buna binâen “Hürriyet ve meşrutiyet şeriatsız olamaz.”[38]
Öyleyse acilen yapacağımız ve sarılacağımız prensipler şöyle olmalıdır: “Amma hubb-i din(dine muhabbet) ve i’lâ-i kelimetullah herkese farz-ı ayn olduğundan, herkes kendini mükellef bildiğinden, “Onlar bir görüş sahibiyse, biz de bir görüş sahibiyiz.” naara-i merdanesiyle(mertçe atılan naara ile) teşmir-i sâk ederek(kolları sıvayarak), zincir-i ataleti(tembellik zincirini) kırmak ve perde-i sefaleti(yoksulluk perdesini) yırtmakla meydan-ı terakkiye(ilerleme, yükselme meydanına) atılacaktır. Şimdiye kadar ihtilâf-ı efkârımızdan istibdat istifade etti. Kezalik, ihtilâf-ı İslâm’dan Avrupa da istifade ederek istibdad-ı mânevîleri altında bizi ezdi. Şimdi, evvelâ biz müttefik olalım; tâ ki dest-i vifakı(yardımlaşma elini) bizdeki gayrimüslimlere de uzatabilelim. Ve Avrupa’nın istibdad-ı mâneviyesi de meşrutiyet-i mâneviyeye inkılâp edebilsin.”[39] Menfî Avrupa’nın istibdad-ı mâneviyesinden kurtulmak için ehl-i İslâm olarak öncelikle ittifak etmeliyiz, medeni bildiklerimizle yardımlaşma yollarını aramalıyız ve mehâsin-i medeniyeti iktisab edip meşrutiyet-i mânevîyeyi takviye etmeliyiz. Yoksa “Sû-i tâli’(bahtsızlık, kötü tâli’) cihetiyle ve sû-i intihap(kötü tercih) tarikıyla(yoluyla) müşkilü’t tahsil olan(elde etmesi zor, müşkül olan) Avrupa mehasinini terk ederek, çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünup(günah) ve mesavi-i medeniyeti(medeniyetin çirkinlikleri, kötülüklerini) tutî(papağan) gibi taklittendir ki, bu netice-i seyyie(kötü netice) zuhur ediyor.”[40]
Yapacağımız ise sadece şunlardır: “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-ı imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler, belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.”[41] Numunesi ise aynen böyle olmuştur. “İşte Amerika ve Avrupa’nın zekâ tarlaları, Mister Carlyle ve Bismarck gibi böyle dâhî muhakkikleri mahsulât vermesine istinaden, ben de bütün kanaatimle derim ki: Avrupa ve Amerika İslâmiyet’le hamiledir; günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasıl ki Osmanlılar Avrupa ile hamile olup bir Avrupa devleti doğurdu.”[42] Ayrıca şu nokta da nazar-ı dikkatten kaçırılmamalıdır: “Evet, Avrupa’nın medeniyeti(Menfî Avrupa medeniyeti) fazilet ve hüda üstüne tesis edilmediğinden, belki heves ve heva, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin seyyiatı hasenatına galebe edip, ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle, Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir; ve az vakitte galebe edecektir.”[43] İnşâallah.
Hülâsâ: “İstikbalin kıt’alarında hakikî ve mânevî hâkim olacak ve beşeri dünyevî ve uhrevî saadete sevk edecek yalnız İslâmiyettir ve İslâmiyete inkılâp etmiş ve hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak İsevîlerin hakikî dinidir ki Kur’ân’a tâbi olur, ittifak eder.”[44] Ezcümle “İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacak.”[45]Vesselam!
Yahûdî ve Nasarâya muhabbet meselesi
Allah Ankebut Suresi’nde “Kitap ehliyle ancak en güzel bir yoldan mücadele edin; güzellikle, yumuşaklıkla, delil ve ispat yoluyla onlara hakkı anlatın; ancak onlardan zulme sapanlar müstesnadır. Onlara deyin ki: ‘Bize indirilene de size indirilene de îmân ettik. Bizim İlâhımız da sizin İlâhınız da birdir. Biz ancak Ona boyun eğeriz.”[46] buyurur. Bu mânâyı teyit eden diğer âyet-i kerimenin meâli de şöyledir: “Sizinle din hususunda savaşmamış ve sizi yurdunuzdan çıkarmamış olanlara iyilik yapmaktan ve adalet etmekten Allah sizi men etmez. Şüphesiz ki, Allah adalet edenleri sever.” “Ancak Allah sizinle din hususunda savaşmış, sizi yurdunuzdan çıkarmış ve çıkarılmanıza yardım etmiş olanları dost edinmekten sizi men eder. Kim onları dost edinirse işte onlar zâlimlerin tâ kendisidir.”[47] Meâli verilen bu âyetler gibi daha birçok İlâhî emirler ve hadis-i şeriflerle Müslümanların ehl-i kitapla münasebetlerinin esasları belirtilmiştir. Dinimiz, hiçbir zaman onları “kâfirdir” diye saf dışı bırakıp alakayı kesmemizi emretmemiş, onlarla dünya işlerinde anlaşmalar yapmayı, ortak hareket etmeyi meşru saymıştır. Yahûdi ve Hristiyanlarla yapılan bu gibi münasebetler, Kur’ân-ı Kerim’in, “Yahûdileri ve Hristiyanları dost edinmeyin.”[48] hükmüne aykırı değildir. Ayette yasaklanan dostluk, bir inanç olarak Yahûdiliği ve Hristiyanlığı benimsemek, o yanlış inançlara dostluk göstermek mânâsınadır. Bir ehl-i kitabın ilminden, sanatından faydalanmak üzere kendisiyle dostluk kurmak bu yasağa girmez.[49] Demek ki “Onlarla dost olmamız medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir (güzel görüp almaktır). Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asâyişi muhafazadır. Çünkü, “Daire-i itikatı daire-i muamelata karıştırmaya mecburiyet yoktur.”[50]
Kanâatimiz odur ki Risâle-i Nur çok meselede olduğu gibi Yahudî ve Nasarâ ile muhabbet meselesini de tam olarak halletmiştir. Çünkü Risâle-i Nur, din nokta-i nazarından müceddid konumundadır. Müceddidler müslümanların müşkül meselelerini hallederler, dinî konularda ehliyet ve selahiyet sahibidirler. Bu nedenle Yahûdî ve Nasarâya muhabbet meselesini de Risâle-i Nur’a müracaat ederek anlamak ve itminan-ı kalb ile kabul etmek istiyoruz.
Yahudî ve Nasarâ ile muhabbet meselesine Risâle-i Nur’dan en muknî yer:
Sual: “Yahudî ve Nasarâ ile muhabbetten Kur’ân’da nehiy vardır: Ey iman edenler! “Yahudîleri ve Hristiyanları dost edinmeyin.”[51] Bununla beraber nasıl ‘dost olunuz!’ dersiniz?”
Cevap: Evvelâ: Delil, kat’iyyü’l-metin olduğu gibi, kat’iyyü’d-delâlet olmak gerektir. Hâlbuki, tevil ve ihtimalin mecali vardır. Zira nehy-i Kur’ânî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyit olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de, hüküm müştak üzerine olsa, mehaz-ı iştikakı illet-i hüküm gösterir. (Hüküm, türetilen kelime üzerine bina oluyorsa, kelimenin türetildiği kaynak, hükmün asıl sebebi oluyor. Yani “dostluk kurmayın” emri ayetin hükmüdür, bu hükmün bina edildiği kelimeler ise Hristiyanlık ve Yahudilik kelimeleridir. Öyle ise kelimenin türediği kaynak; Hristiyanlık ve Yahudilik dinleridir. Yani siz Yahudilik ve Hristiyanlık dinini dost edinmeyin anlamına geliyor. Zira ayette nazara verilen şahıs değil, şahsın sıfatlarıdır. Bunun için de dostluk kurulmayacak olan cihetler onların itikadları, dinlerine bağlı ayinleri ve ahlâkları ile hayat tarzlarıdır. Yoksa sanat, mehasin-i medeniyet ve terakkileri alınabilir ve iktisab edilebilir.) Demek bu nehiy, Yahudî ve Nasarâ ile Yahûdiyet ve Nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir.(Demek ki Kur’ân’ın “Ey iman edenler! “Yahudîleri ve Hristiyanları dost edinmeyin.”[52] nehyi onların Yahûdiyet ve Nasraniyet olan âyineleri; yani dinlerinden onların hayatına yansıyan ve bizim kabul edemeyeceğimiz Müslüman olmayan sıfatları ve hayat tarzları itibarıyladır.) Hem de, bir adam zatı için sevilmez; belki, muhabbet sıfat veya san’atı içindir. Öyle ise, her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfât ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir sanatı, istihsan etmekle iktibas etmek neden caiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa, elbette seveceksin!” Bu nokta Risâle-i Nur’da genişçe şöyle işlenmiştir: “Bir kâfirin herbir sıfatı kâfir olmak ve küfründen neş’et etmek lâzım olmadığından”[53] veya “Bir Müslimin her bir sıfatı Müslüman olmak lâzım gelmediği gibi, bir kâfirin de her bir sıfatı kâfir olmak ve küfründen neş’et etmek lâzım değildir.”[54] İşte bu itibarla, kâfirin her sıfatı ve her hâli kâfir değildir.[55] Belki de asırlardır iltibas edilen ve çokça da su-i istimal edilen bir meseleyi Bediüzzaman Hazretleri harika bir şekilde izah ve ispat etmiştir.
Bir diğer ehemmiyetli cihet de şudur: “Zaman-ı saadette bir inkılâb-ı azîm-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhanı(zihinleri) nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayrimüslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin şimdi âlemdeki, bir inkılâb-ı acib-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhanı(zihinleri) zapt ve bütün ukulü(akılları) meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserîsi, dinlerine o kadar mukayyet değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi muhafazadır. İşte şu dostluk, kat’iyen nehy-i Kur’ânîde dâhil değildir.”[56]
Abdülbâkî Çimiç
[1] Mektubat,2004,s.619
[2] Münazarat,1998,s.49
[3] Divân-ı Harb-i Örfî,1995,s.51
[4] Münazarat,1998,s.100
[5] Sünuhat,1996,s.17
[6] Lem’alar,2005,s.291
[7] Asay-ı Musa,2005,s.15
[8] Mesnevi-i Nuriye,1999,s.98
[9] Lem’alar,2005,s.291
[10] Tarihçe-i Hayat-s.94
[11] Tarihçe-i Hayat,s.94
[12] Sözler,2004,s.1163
[13] Sünuhat,1996,s.61
[14] Eski Said Dönemi Eserleri,2009,s.34
[15] Eski Said Eserleri,2009,s.174
[16] Eski Said Eserleri,2009,s.174
[17] Eski Said Dönemi Eserleri, s.175
[18] Eski Said Dönemi Eserleri, s.175
[19] Eski Said Dönemi Eserleri, s.42
[20] Eski Said Dönemi Eserleri, s.42
[21] Eski Said Dönemi Eserleri, s.42
[22] Tarihçe-i Hayat, s.140
[23] Muhakemat, s.47
[24] Eski Said Dönemi Eserleri, s.337
[25] Eski Said Dönemi Eserleri, s.92
[26] Eski Said Dönemi Eserleri, s.72
[27] Eski Said Eserleri,2009,s.384
[28] Necm Sûresi, 53:39
[29] Eski Said Eserleri,2009,s.384
[30] Eski Said Dönemi Eserleri, s.31
[31] İşârâtü’l-İ’câz, s.356
[32] Eski Said Dönemi Eserleri, s.45
[33] Eski Said Dönemi Eserleri, s.224
[34] Eski Said Dönemi Eserleri, s.34
[35] Eski Said Dönemi Eserleri, s.34
[36] Eski Said Dönemi Eserleri, s.123
[37] Eski Said Dönemi Eserleri, s.221
[38] Eski Said Dönemi Eserleri, s.364
[39] Eski Said Dönemi Eserleri, s.83
[40] Eski Said Dönemi Eserleri, s.179
[41] Eski Said Dönemi Eserleri, s.328
[42] Eski Said Dönemi Eserleri, s.334
[43] Eski Said Dönemi Eserleri, s.337
[44] Eski Said Eserleri,2009,s.334
[45] Eski Said Eserleri,2009,s.326
[46] Ankebut Sûresi 46. Ayet
[47] Mumtehine Suresi 8 ve 9. Ayetler
[48] Maide Suresi: 51
[49]https://sorularlaislamiyet.com
[50] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat), s.247
[51] Maide Suresi: 51
[52] Maide Suresi: 51
[53] Eski Said Dönemi Eserleri(Hutuvat-ı Sitte), s.450
[54] Eski Said Dönemi Eserleri(Rumuz), s.513
[55] İşârâtü’l-İ’câz, s.356
[56] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat), s.247