Arş-ı Kemâlât Miraçları

Arş-ı kemâlât: Olgunlukların, mükemmelliklerin zirvesi, olgunluğun en yüksek derecesidir. Mârifet-i Sânii: Eşyayı tam bir hüner ve san’atla vücûda getiren sanatkârın mârifetidir.İnsanın vazîfe-i fıtratı arş-ı kemâlât olan en yüksek dereceye çıkarak Allah’a hakîkî kul olması ve rıza makâmına ulaşmasıdır. Allah, insanı arş-ı kemâlât derecesine çıkabilecek isti’dâdda yaratmış ve ona gayr-ı meş’ur hisler derc etmiştir.” İnsanın meşhur havassından başka havassı vardır. Hem insanda gayr-ı meş’ur hisler çoktur.( Hutbe-i Şâmiye,1996,s:150)” Bu manalar da insanın fıtratına yerleştirilen duygu ve hislerin sınırsız oluşunu göstermektedir.

İnsana sınırsız duygular verilmesinin sırrı ve hikmetleri de Risâle-i Nûrlarda şöyle ifade edilmektedir.” İnsanın fıtraten mâlik olduğu câmiiyetin acâibindendir ki: Sâni-i Hâkim şu küçük cisimde gayr-ı mahdut envâ-ı rahmeti tartmak için gayr-ı mâdut mizanlar vaz etmiştir. Ve Esmâ-i Hüsnânın gayr-ı mütenâhi mahfî definelerini fehmetmek için, gayr-ı mahsur cihâzat ve âlât yaratmıştır. Meselâ, mesmûat, mubsırat, me’kûlât âlemlerini ihata eden insandaki duygular, Sâniin sıfât-ı mutlakasını ve geniş şuûnatını fehmetmek içindir.( Mesnevî-i Nuriye,2006,s:331,32)”

Böylece “Ancak o duygular, Cenab-ı Haktan ihsan edilen hediyelerdir. Yalnız göz, kulak tabirleri, adî birer isimdirler.( İşârâtü’l-İ’câz,2006,s:224)”

Sahâbeler arş-ı kemâlât olan olgunlukların, mükemmelliklerin zirvesi ve olgunluğun en yüksek derecesine ulaştıkları için onlara yetişilemiyor. Çünkü Sahâbeler “Evet, Kur’ân-ı Hakîmin envârıyla hâsıl olan o inkılâb-ı azîm-i içtimaîde ezdad birbirinden çıkıp ayrılırken, şerler bütün tevâbiiyle, zulümâtıyla ve teferruâtıyla; ve hayır ve kemâlât bütün envârıyla ve netâiciyle karşı karşıya gelip, bir vaziyette, müheyyiç bir zamanda, her zikir ve tesbih, bütün mânâsının tabakatını turfanda ve taravetli ve taze ve genç bir surette ifade ettiği gibi, o inkılâb-ı azîmin tarrakası altında olan insanların bütün hissiyâtını, letâif-i mâneviyesini uyandırmış. Hattâ, vehim ve hayal ve sır gibi duygular hüşyar ve müteyakkız bir surette, o zikir, o tesbihlerdeki müteaddit mânâları kendi zevklerine göre alır, emer. İşte, şu hikmete binaen, bütün hissiyatları uyanık ve letâifleri hüşyar olan Sahâbeler, envâr-ı imaniye ve tesbihiyeyi câmi olan kelimât-ı mübârekeyi dedikleri vakit, kelimenin bütün mânâsıyla söyler ve bütün letâifiyle hisse alırlardı.(Yirmi Yedinci Söz,2004,s:796,97)”

Evet, belki bizler Sahâbelerin bu derecelerine ulaşamayacağız ancak Mârifet-i Sâni denilen kemalât arşına uzanan miraçların dördüncüsü Belâgat-ı Kur’âniyenin ulvî mertebesi ve Kur’ân’ın tarif ettiği yol, Kur’ân’ın izlediği tarîk olan mirac-ı Kur’ân yolunda gidebiliriz ve kemalât arşına uzanabiliriz. Burada Mârifet-i Sâni denilen kemalât arşına uzanan miraçları kısaca inceleyelim inşâallah.

“Mârifet-i Sâni denilen kemalât arşına uzanan miraçların usulü dörttür.”

“Birincisi: Tasfiye ve işrâka müesses olan muhakkikîn-i sufiyenin minhacıdır. ( Mesnevî-i Nuriye,2006,s:394,95)” İnsanın kendisini dünya ve maddeci yaklaşımlardan tasfiyesi, arındırması ve kalbe doğma ve sezgiyle tesis edilen ve kurulan tasavvufla uğraşarak hakikate ulaşmaya çalışanların meslek ve yoludur.

“İkincisi: İmkân ve hudûsa mebnî mütekellimîn tarikidir. ( age,s:394,95)” Var olması ya da yok olması noktasında zorunlu olmama olan imkân ve sonradan meydana gelme, yok iken var edilme olan hudusa dayanan kelâm âlimlerinin, kelâmcıların yoludur.

Bu iki asıl, çendan Kur’ân’dan teşâub etmişlerdir. Lâkin fikr-i beşer başka surete ifrağ ettiği için uzunlaşmış ve müşkilleşmiş. Evhamdan masun kalmamışlar. (age, s:394,95)” Evet, bu iki yol Kur’ân’dan alınmış ve şubelenmiştir. Lâkin insanların fikri ve düşünceleri başka başka surete geçtiğinden ve başka şekle çevrildiğinden çok uzunlaşmış ve zorlaşmıştır. Ayarıca vehimlerden, evham ve vesveselerden masum kalamamış ve kurtulamamıştır.

“Üçüncüsü: Şübehât-âlûd hükemâ mesleğidir.( age,2006,s:394,95)“ Şüpheler bulaşmış ve şüphelere bulanmış olan şübehât-âlûd olan filozofların mesleğidir. Bu meslek de insanları şüphe ve vehimlerden kurtaramamış ve sâhil-i selâmete çıkaramamıştır.

“Dördüncüsü ve en birincisi: Belâgat-ı Kur’âniyenin ulvî mertebesini ilân etmekle beraber, cezâlet cihetiyle en parlağı ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mirac-ı Kur’ânîdir. (age, s:394,95)” Kur’ân’a ait belâgat, Kur’ân’ın kendisine has olan sözleri ve belâgatının yüksek ve yüce mertebesini ilan etmekle birlikte, ahenkli, akıcı ve güzel ifade olan cezâlet yönüyle en parlağı ve istikamet cihetiyle en kısası ve kolay anlaşılırlık, ifade açıklığı cihetiyle insanların umumuna en şümûllü ve kapsayıcı olan Kur’ân’ın tarif ettiği yol, Kur’ân’ın izlediği tarîk olan mirac-ı Kur’ânîdir.

Hem o arşa çıkmak için dört vesile vardır: İlham, tâlim, tasfiye, nazar-ı fikrî. ( Mesnevî-i Nuriye,2006,s:394,95)

İlham: Kalbe doğma, manâların, bilgilerin Allah tarafından kalbe verilmesi.

Tâlim: Öğretme ve öğrenme; yetiştirme ve yetişmedir. Bir işi öğrenmek veya alıştırmak için yapılan çalışma, alıştırmadır.

Tasfiye: Kalbi saflaştırma, nefsî şeylerden arıtma ve arındırmadır.

Nazar-ı fikrî: Düşünce ile bakmak, tefekkürî bakış ve mânâ-i harfî bakıştır.

Sözler’in sonunda bulunan Konferansta şöyle bir izahât vardır.” Asrımızdan evvelki İslâmiyetin ilm-i kelam dâhileri ve dinimizin hârika imamları ve Kur’ân-ı Hakîmin dâhi müfessirlerinin vücuda getirdikleri eserler kıymet takdiri mümkün olmayacak derecede kıymettardır. O zatlar, İslâmiyetin birer güneşidirler. Fakat bu zaman, o büyük zatların yaşadığı zaman gibi değildir.(Konferans)” Evet bu zaman âhirzamanın bir faslı ve şiddetli dinsizlik cereyanlarının hüküm sürdüğü bir zaman dilimidir. Çünkü “Fitne-i âhirzamanın müddeti uzundur; biz bir faslındayız.” Bu nedenle de geçmiş asırların hizmet metodlarından dâhâ tesirli ve umûma şamil bir tarz, metod ve meslek gerekmektedir. Bu yolda umûm gidebilmeli ve asrın getirdiği tereddütlerden ve tehlikelerden çok kolayca insanları kurtarabilmelidir. Akıl, kalb ve ruhlardaki tereddütleri, vehimleri ve yaraları çok keskin ilaçlarla tedavi edebilmelidir.

Arş-ı kemâlât olan mârifet-i Sâniin miraçları yazımızın birincisinde bir nebze de olsa İslâma hizmet eden mesleklerden ve miraçlardan bahsetmeye çalışmıştık. Aynı konu Muhakemat’ta, Unsuru’l Akîde, Üçüncü Maksatta da şöyle geçmektedir.

”Arş-ı kemâlât olan mârifet-i Sâniin miraçlarının usûlü dörttür:

Birincisi, tasfiye ve işraka müesses olan muhakkikîn-i sofiyenin minhacıdır.

İkincisi, imkân ve hudûsa mebnî olan mütekellimînin tarikıdır.

Bu iki asıl, filvaki, Kur’ân’dan teşaub etmişlerdir. Lâkin, fikr-i beşer başka sûrete ifrağ ettiği için, tavîlü’z-zeyl ve müşkilleşmiştir.

Üçüncüsü, hükemanın mesleğidir.

Üçü de taarruz-u evhamdan masûn değildirler.

Dördüncüsü ki belâgat-i Kur’âniyenin ulüvv-ü rütbesini ilân eden ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mirac-ı Kur’ânîdir. İşte biz dahi bunu ihtiyar ettik.”(Muhakemat,2006,s:166)

Üstadın sözü burada bitiyor. Bizler yukarıda ifâde edilen muhakkikîn-i sofiye, imkân ve hudusa mebnî olan mütekellimînin tariki ve hükemanın mesleği ile ilgili kısımları biraz dâha detaylı anlamak için Kuşeyri Risalesi adlı kitapta(Abdülkerim Kuşeyri) bahsedilen izahları buraya alarak devam edelim.

Birincisi, muhakkikîn-i sofiye yani tasavvuf mesleğidir: Tasavvuf hicri ikinci asrın sonlarında doğmuştur. Tasavvuf mesleği iki bölümden meydana gelmiştir.

Amel-İlim

1)Amel: İbâdet-takvâ-veya-zühd- ahlâk adı verilir. Tasavvufun başlangıç ve harekât noktasıdır.

2)İlim: Marifet-ilhâm-keşf-hikmet-sır-hakîkat adı verilir ki bu ikinci kısım yani ”ilim” tasavvufun gàyesidir. Amaç gaybı görmeye engel perdeleri ortadan kaldırmak ve manevî âlemleri seyretmek ve ilâhi tecellileri temâşâ etmektir.

Zühd ve riyâzete( Riyâzet: tasavvufî hâl ve makamları elde etmek için harcanan sürekli ve düzenli çabalara riyâzet ve mücâhede denilir.) göre hareket eden sufinin ruhuna mârifet adı verilen bilgiler doğar ve buna göre amel -sebep, bilgi onun neticesidir. Zühd vasıta, ilim gàyesidir. Sufi halvete çekilir, sessiz – ıssız bir yerde teemmül ve mürâkebelere dalar. Allah’ı, insanı, cemiyeti, kâinatı düşünür. Sufinin bu şekilde hareket etmesinden bir felsefe doğar. Sufi zühd, ibâdet ve mücâhede ve riyâzat neticesinde ilhâma mazhar olur. Keşfi açılır, bu yoldan gelen felsefeye ” tasavvuf felsefesi” denir.

Tasavvuf ilmi ikiye ayrılır :

1)Mükâşefe ilmi (Batını ilim) : Bu ilmin kitaplara yazılması sakıncalıdır. Büyük sufiler bu ilimden bahsedilmesinin tehlikeli olduğu konusunda müridlerini devamlı olarak uyarmışlardır.

2)Muâmele ilmi: Bu ilim ahiret yolunu bulabilmek, kalbi günah pisiliğinden, ruhu madde kirinden temizlemek, nefsânî kuvvetleri tesirsiz hale getirmekle sufi ilâhi hakîkatlerin gönül aynasında tecelli etmesini temin eder.

Muâmele ilmi de ikiye ayrılır :

1)Takvâ için mücâhede ve batını fıkıh yolu

2)İstikâmet ve keşf için mücâhede yolu.

Tasavvuf tarihine bakılınca, amel esasından hareket eden tarîkatların zamanla amele az, mârifete çok değer verir hale geldikleri, neticede amelin değerinin başlangıç dönemine inhisar ettiği ve onun için geçici olduğu kanaatine vardıkları görülür. Memâlîk, mevlevî, Kadirîlik, Rıfâîlik, halvetîlik gibi tarîkatlar başlangıçta amele büyük önem verirlerdi. Zamanla bu tarîkatlardan zuhur eden bazı kollar(dikkat hepsi değil) amele değer vermez, kalp temizliği ile yetinir, ameli ve ibâdeti sadece cahil halk için faydalı görür duruma gelmiştir. Tekkenin çöküş ve bozuluş sebepleri bunlardır çünkü ( Hani dedik ya tasavvufta ilim gàye diye işte o gàyeye ulaştıklarını sanan henüz enesini yenememiş sufiler o ilme ulaşmada vasıta olan ibâdeti sonraları terk etmişler çünkü artık gàye yerine geldi vasıtaya lüzum yok diye bakmışlar…)

Şatah: Görünüş itibariyle şeriata aykırı olan tasavvufî sözler( şatahat) denir.”Enel hakk” ve ” Sübhânî” gibi.

Hükemâ mesleği:

1)Meşşailik: (Deripatetizm)Aristo, İbn Rüşd gibi filozoflar, tarafından tâ’kip edilen bir yoldur. Saf aklın her şeyi halledeceği düşünülür. Kabul veya red edilen her şeyi aklın prensipleriyle ölçer.

2)İşrakilik ( işrakiyye – İlluminisme) : platon, plotinus gibi flozoflar tarafından tâ’kip edilen bir yoldur. Saf aklın herşeyi halledeceğini düşünür. Bilgi teorisinde keşf ve ilhâmı esas alır. Temel niteliği mistikliktir.(sırrilik).Kabul veya red edilen her şeyin akıl ile halledeceği görüşü tamamen hür ve müstakil değildidir. Nasslara bağlıdır.

Kelâm: Şeriata ve nassa dayanan akılcılıktır. Burada akıl tamamen hür ve müstakil değildir nasslara bağlıdır .( Nass: ayet ve hadis)

Farabi ve İbn-i Sina geniş ölçüde Aristoculardan ama işrakilikle de ilgileri var.( Kuşeyri Risalesi, Abdülkerim Kuşeyri, Aralık 2003, 4.Baskı, s:24)

Bu alıntıdan sonra yazımıza çok muhterem Mustafa Sungur ağabeyin Aydınlar Konuşuyor adlı eserde bahsettiği Üstad Bedîüzzamân Hazretlerinin Risâle-i Nûrlar ve mirac-ı Kur’ânî için yapmış olduğu izahları tâkip edelim.

Bedîüzzamân son Ankara seyehatlerinden birinde beş altı meb’us ziyaretine geldiği zaman sohbet esnasında onlara şu hususu anlatmıştı:

”Ben altmış sene evvel, bu zamanda hakîkate ulaştıracak bir yok arıyordum. Yâni bu zamanda sağlam bir imân ve itikad elde etmek, İslâmı tam anlamak, menfî ve muzır çok cereyanların hücumunda sarsılmamak için kısa bir yol aradım. Evvelâ ” hükemâ mesleğine” mürâcaat ettim. Yalnız akıl ile hakîkate ulaşmak istedim. Pek çok zor ile iki defa hakîkate ulaştım. Baktım beşeriyetin en dâhileri dahi yarı yolda kalmışlar, ancak bir iki kişi sırf akıl ile hakîkate ulaşabilmişler.

O zaman dedim: ” Beşerin en dâhilerin gidemediği bir yol umûma tâmim olamaz.” diye o yolu terk ettim. Çünkü çok feylesoflar, hatta İbn-i Sina, farabi, Aristo vesaireleri yarı yolda kalmışlar. Ancak bir iki kişi hakîkate çıkabilmiş gördüm. O zaman anladım ki, beşerin en dâhilerinin çıkamadığı bir yol, bir meslek, umûma cadde olamaz.

Sonra tasavvuf mesleğine mürâcaat ettim, tetkik ettim; gördüm ki çok nûrlu, çok feyizlidir. Fakat âzamî itina istiyor. Bu yolda ancak ehass-ul havas gidebilir. Bu da bu zamanda umûma yol olamaz diye Kur’ân’dan istimdad eyledim. Cenâb-ı Hakka şükür, Risâle-i Nûr ihsan edildi. Bu zamanda ehl-i imânın selametli, kısa bir tarik-i Kur’ân’idir.”(Mustafa Sungur” N.Şahiner -Aydınlar Konuşuyor,1979,2.Baskı, s:399)

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir