Risâle-i Nur’da içtimâî ve siyâsî meseleler (2)
Risale-i Nur’un metodu devlete talip olmak değil, insana talip olmak ve insanların îmânını kurtarmaya çalışmaktır. Risale-i Nur dairesine sadakatle girenler, sadece îmân hizmeti için, yeri geldiğinde, vazîfeleri gereği siyâsete bakar ve bunu da Risâle-i Nur’daki ölçülere göre yaparlar.
İçtimâî hayatta bir işte muvaffak olmak isteyen adam, Allah’ın kâinata koymuş olduğu fıtrî şerîata, yani yaratılış kânunlarına veya sünnetullah da dediğimiz kevnî şerîata uygun hareket etmelidir. Fıtrat kanunlarını tanıyarak onlara muvafık davranılmalıdır. Aksi halde fıtrat, muvaffakiyetsizlikle cevap verecektir. Öyleyse içtimâî ve siyâsî hayata ait heyetlerde ve olaylarda umûmî cereyana ve yaratılış kanunlarına zıt hareket etmemek lâzımdır. Fıtrata karşı mücâdele edilmez. Fıtrat fıtrî olmayan fiilleri reddeder. Çünkü “Hayat-ı içtimâiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkîde muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer.”1
Risâle-i Nur eserleri bizlere çok ince dersler ve bakışlar sunar. Toptancılık yaptırmaz. Tarafgir baktırmaz. Zulüm yaptırmaz. Bizlere insaf düstûrları verir. Hele hele ehl-i îmânla münâsebetlerimizin nasıl olacağını İhlâs ve Uhuvvet Risâleleri’nde ve lâhika mektuplarında ayrıntısıyla ders verir. Tabiî ki bu hakîkatler Risâle-i Nur Külliyatı’nın satırları arasındadır. Oradan kalbimize, aklımıza, vicdanımıza ve fiillerimize yansımalıdır.
Biliyoruz ki, içtimâî ve siyâsî hadiselerle herkes az çok ilgileniyor. Risale-i Nur Talebeleri de içtimâî ve siyâsî hadiselere Risâle-i Nur ile bakarlar. Risâle-i Nur Kur’ân’ın mânevî bir tefsiri olması hasebiyle Kur’ânî bir metod ta’kîb eder. Yani Risâle-i Nur’un hocası yine Risâle-i Nur’dur. Onun için Risâle-i Nur’un bir mes’elesini diğer bir yer şerh ve îzâh eder. Bu kareleri birleştirip bakmak daha isabetlidir. Yoksa belirli dönemlerin şartlarına göre, Bediüzzaman Hazretleri’nin aldığı duruşları onun hayatının ve Risâle-i Nur’un tamamına teşmil edersek hakikate tam muttalî olamayabiliriz.
Meselâ, Bediüzzaman Hazretleri Eski Said devresinde siyâsetle ziyâde alâkadar olmuştur. Bu devrede kesinlikle dini siyâsete âlet etmemiş, sadece siyâseti dine âlet ve hizmetkâr yapmaya çalışmıştır. Bu duruşunu “Ey kardeşlerim! Kırk beş sene evvel Eski Saîd’in bu dersinden anlaşılıyor ki, o Saîd siyâsetle, içtimâîyat-ı İslâmiye ile ziyâde alâkadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki, o, dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ, belki o bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: ‘Dinin bir hakikatini bin siyâsete tercih ederim.’”2 şeklinde ifade etmiştir. Ancak Yeni Said devresinde şartlar değişmiş; içtimâî ve siyâsî hayat için “Hem fırtınalı bir zamanda sağlam hizmet edilmez.”3 düstûru ile yeni bir dönemin işaretlerini ve duruşunu göstermiştir. Hem “Belki hizmet-i Kur’ân, beni hayat-ı içtimâîye-i siyâsiye-i beşeriyeyi düşünmekten men ediyor.”4 diyerek ehemmiyetli bir Kur’ânî düsturu nazarlara sunmuştur. Çünkü bu dönemde maddî ve mânevî dehşetli fitneler ve fırtınalar başlamıştır. Bu fitne ve fırtına cereyanları her şeyi kendi hesâbına aldığı ve âlet ettiği için Bediüzzaman Hazretleri bu cereyanlara karşı Kur’ân’ın emrine uymuş ve Cadde-i Kübra-i Kur’ânîye olan mesleğini o cereyanlara kaptırmamıştır.
Peygamberimiz (asm) ise bu zamana işâret ederek “O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset canibiyle onlara galebe edilmez; ancak mânevî kılıç hükmünde i’câz-ı Kur’ân’ın nurlarıyla mukabele edilebilir.”5 tavsiyesine müracâatla Bediüzzaman Hazretleri duruşunu siyasetten kaçarak ve bakmayarak göstermiştir. Ayrıca “‘Dinde zorlama yoktur; doğruluk sapıklıktan, îman küfürden iyice ayrılmıştır.’6 âyetinin makam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üç yüz elli (1350) tarihine parmak basar ve mânâ-yı işârî ile der: Gerçi o tarihte, dini, dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücâhede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükümetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyâsî oluyor ve hükümet, lâik cumhuriyete döner. Fakat ona mukâbil mânevî bir cihad-ı dinî, imân-ı tahkikî kılıcıyla olacak. Çünkü, dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikati gözlere gösterecek derecede kuvvetli burhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden bir nur Kur’ân’dan çıkacak diye haber verip bir lem’a-i i’caz gösterir.”7 Öyleyse hem hadîs-i şeriflerin beyanı, hem de Kur’ân’ın işaretiyle bu zamanda siyâset topuzu–metodu–ile mukabele etmek fıtrata ve sünnetullaha aykırı bir yoldur. Hem Efendimizin (asm) ihbarı, hem de Kur’ân’ın işareti ile bu zamanda “mânevî bir cihad-ı dinî, imân-ı tahkikî kılıcıyla ve mânevî kılıç hükmünde i’câz-ı Kur’ân’ın nurlarıyla” yapılacağı açıkça beyan edildiği halde, bu metodun zıddına hareket edilerek, ümmeti ve masumları zulme ve belâlara sokmanın vebali anlaşılmış olmalıdır. Bediüzzaman Hazretleri’nin bu duruşu da doğru, Kur’ân’a, sünnete ve âhirzaman asrının şartlarına uygundur. Risâle-i Nur Külliyatının telif tarihinin sonlarına kadar bu duruş devam etmiştir. Ancak Afyon hapsi Bediüzzaman Hazretleri’nin hayatında yeni bir dönemin başlangıcı olarak görülür. Üstâd “Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi, dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakikat noktasında affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine, şimdi bu Afyon hapsinde kanaatim geldi.”8 der. İşte bu tarihten sonra Bediüzzaman Hazretleri, Eski ve Yeni Saîd’in bir bileşkesi hükmünde kabul edebileceğimiz Üçüncü Said olarak görülür. Bunu ifade eden cümle şöyledir: “Afyon hapsinden sonra Üstad–kendi tabirince–bir nevi Üçüncü Said olarak görünüyordu.”9 Bu dönemde Üstad ne Eski Said, ne de Yeni Said’dir. İki Said’in mezci bir vaziyet görülür. Vazifesi gereği Eski Said eserlerini (Münâzarât, Sünûhât, Divan-ı Harb-i Örfî, Hutbe-i Şâmîye…) tekrar toplar; şerh, îzâh, tanzim ve haşiyelerle tekmilini yaparak Risâle-i Nur Külliyatı’na dâhil ettirir. Böylece 1950 yılından sonra da Emirdağ Lâhikası II. Ciltteki içtimâî ve siyâsî ölçüleri hâvî mektuplar yazılarak siyâsî vazîfe de tahakkuk ve tekemmül etmiş olur.
Bizler Bediüzzaman Hazretleri’nin hayatının bütününe ve Risâle-i Nur Külliyatının da küllüne bağlı kalarak, her bir hadiseye bu ölçülerle bakmaya çalışıyoruz. Çünkü her duruşumuzun altında Risâle-i Nur’dan bir düstûrun olduğunu delilleriyle ortaya koyuyoruz. Bizler bütün ehl-i îmânı Allah için seviyor ve kardeş biliyoruz. Ancak bu kardeşliğimiz, siyaset noktasındaki farklı duruşumuzu ifadeye engel değil. Çünkü Üstadımız öyle demiştir: “..yalnız Sebilürreşad, Doğu gibi mücahidler imân hakikatlerini ehl-i dalâletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz–fakat siyâset noktasında değil.”10 Bu noktanın ayrımını net olarak yapan Bediüzzaman Hazretleri, bizlere de çok mühim bir noktayı ve çizgiyi mihenk olarak göstermiş oluyor. Burada ifade edilen “onlarla dostuz ve kardeşiz–fakat siyâset noktasında değil” cümlesi ile siyâsetteki takip ve tatbik edilecek olan metodun diğer ehl-i imân ile aynı olmayacağı, farklı bir metod takip edileceği, bu metodun direkt Kur’ân ve Sünnet kaynaklı olduğu ve Asr-ı Saadette uygulanmış olan sünnetullah metodunun ahirzamanda da aynı olacağını anlıyoruz. İşte Nur Talebeleri bu noktaya da bakan vazifelerini tam sadâkat ve tam sebat ederek deruhte etmeye çalışıyorlar.
Risâle-i Nur’da kaçınılan ve men edilen siyâset menfî ve devleti idâre etmeye talip olunan siyâsettir. Umûmun malı olan din ve mânevî değerler adına parti kurularak devlete talip olmak anlamında bir siyâsetten Kur’ân bizleri men etmiştir. Çünkü bu gibi durumlarda hem din siyasete âlet edilmiş olur, hem de masumlar belâya düşer ve onlara zulmetmiş oluruz. Risale-i Nur’un metodu devlete talip olmak değil, insana talip olmak ve insanın îmânını kurtarmaktır.
Risale-i Nur’a talip olanlar sadece îmân hizmeti için vazîfeleri gereği siyâsete bakar ve o bakışını da Risâle-i Nur’daki ölçülere göre yaparlar. Bu bakışta tarafgîrâne mefkûrelerden ve siyâsetçilik mânâsındaki taassuptan Allah’a sığınılır. Meleği şeytan, şeytanı melek gösteren anlayıştan kaçınılır ve kaçınılması gerekir. Bediüzzaman Hazretleri’nin “muktesid meslek” dediği ve müsbet siyâset olarak da tarif edebileceğimiz dine dost ve hizmetkâr edilecek siyâseti Risâle-i Nur prensipleri doğrultusunda şahs-ı mânevî takip eder. Bediüzzaman Hazretleri hayatında bu vazîfenin nasıl yapılacağının numunesini göstermiştir. Cumhurbaşkanına, Başbakana, hatta Halk Partisi Genel sekreteri Hilmi Uran’a dahi mektuplar yazarak onlara vazîfelerini hatırlatmış, yol göstermiştir. Şimdi de Risâle-i Nur prensipleri doğrultusunda bu vazifeleri şahs-ı mânevî yapmak durumundadır.
Dipnotlar:
1- Lem’alar, s: 409.
2- Beyanat ve Tenvirler, s: 111
3- Mektubat, s: 130.
4- Mektubat,s: 81.
5- Tarihçe-i Hayat, s: 223.
6- Bakara Sûresi, 2:256.
7- Şuâlar, s: 424.
8- Şuâlar, s: 615.
9- Tarihçe-i Hayat, s: 223.
10- Emirdağ Lâhikası, s: 545.
Abdülbâkî ÇİMİÇ