Kâinattaki fıtrat kànûnlarına uygun hareket etmek
Evet, “Kulaktaki zar, nur-u îmân ile ışıklandığı zaman, kâinattan gelen mânevî nidâları işitir. Lisân-ı hâl ile yapılan zikirleri, tesbihâtları fehmeder.
Hattâ o nur-u îmân sâyesinde rüzgârların terennümâtını, bulutların nâralarını, denizlerin dalgalarının nağâmatını ve hâkezâ yağmur, kuş ve sâire gibi her neviden Rabbânî kelâmları ve ulvî tesbihâtı işitir. Sanki kâinat, İlâhî bir musıkî dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümâtla kalblere hüzünleri ve Rabbânî aşkları intibâ’ ettirmekle kalbleri, ruhları, nurânî âlemlere götürür, pek garip misâlî levhaları göstermekle o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere gark eder.”1
İşte insanın, nur-u îmân sayesinde kâinattaki İlâhî zikirleri, tesbihâtları, nâraları, nağamatları, Rabbânî kelâmları ve ulvî tesbihâtları işitmesi neticesinde; kalblerin, ruhların, nurânî âlemlere götürülüp, pek garip misâlî levhaları görmeleri, o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere gark etmesi mahz-ı hakîkattir. Öyleyse insanın aslî vazîfe-i fıtratı ve fariza-i zimmeti, mârifetullah ve imân-ı billâhtır ve iz’an ve yakîn ile Hâlık-ı Kâinat’ın vücudunu ve vahdetini tasdik etmek, tanımak ve O’na imân edip ibâdet etmektir.
“Evet, evet, neam, neam. Sivrisinek tantanasını kesse, balarısı demdemesini bozsa, sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zîrâ, kâinatı nağâmatıyla raksa getiren hakâikin esrârını ihtizâza veren mûsika-i İlâhîye hiç durmuyor; mütemadiyen güm güm eder.”2
Evet, kâinattaki musika-i İlâhiye hiç durmuyor. İnsan nur-u îmânın ışığı ile kâinattaki terennümâta böyle mülâki oluyor. Çünkü bütün mahlûkat vazîfe-i fıtratlarına uygun fiillerinde Rablerinin izni ile çalıştırılıyor. Hiçbir mahlûk yok ki zerre kadar vazîfezinde tekâsül göstersin ve inhiraf etsin. Her bir mahlûkun şerîat-ı fıtrîyece müekkel melekleri vasıtasıyla yaptığı hizmetler yine insana bakmakta ve beşere müteveccihtir.
Demek ki her bir mevcûdun vazîfesi, onların bir nevi ibâdetleridir. Cenâb-ı Hak yapılan vazîfelerin içerisine de muaccel bir şevk ve zevk koymuştur ki; devamlı o zevk ve şevkle mevcudât terennüm ediyor ve vazîfelerine sür’atle koşturuluyorlar.
Peki ya beşer? Evet, beşer bir cihetle şerri de temsil ediyor. Mahiyetindeki şer daneleri hevâ suyu ile istimâl edildiğinde insan çok zalimleşir ve gaddar bir vaziyet alır. Ahzâb Sûresi’nde ”Gerçekten insan çok zalim, çok cahildir”3 buyrulur ki âyet insanın “zalim ve cahil” cihetine işaret ediyor. Çünkü “Fıtrat-ı insan bir mezraa hükmündedir ki, secayâ-yı hasene temâyülât-ı şerriye ile beraber, daneler gibi dest-i kaderle içinde ekilmiştir. Bu daneler neşvünema bulmak için bir suya muhtaçtır. Hevâdan gelse, şer daneleri neşvünema bulur: Şimdiki şu medeniyet-i habisenin heyet-i içtimâiyeye verdiği tesir gibi.”4 Öyleyse secayâ-yı hasene danelerinin neşvüneması için suyu Hûdâ tarafından vermek lâzımdır.
Şimdi hadisât-ı âlemde cereyan eden beşerin çıkardığı gürültülere, zulümlere, müşevveşiyetlere, ihtilâllere vb. hallere Risâle-i Nur penceresinden bakarsak, hikmet-i İlâhiyenin izini, özünü, yüzünü ve farklı cihetlerini görebiliriz. Buna çok ihtiyacımız var! Çünkü Nur Talebeleri “Risâle-i Nur’dan aldıkları imân-ı tahkikî derslerinin nuruyla ve gözüyle, herşeyde rahmet-i İlâhiyenin izini, özünü, yüzünü görüp herşeyde kemâl-i hikmetini, cemâl-i adaletini müşahede ettiklerinden, kemâl-i teslimiyet ve rızayla, rububiyet-i İlâhiyenin icraatından olan musîbetlere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar. Ve merhamet-i İlâhiyeden daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki, elem ve azap çeksinler. İşte buna binâen, değil yalnız hayat-ı uhreviyenin, belki dünyadaki hayatın dahi saâdet ve lezzetini isteyenler, hadsiz tecrübeleriyle, Risâle-i Nur’un imânî ve Kur’ânî derslerinde bulabilirler ve buluyorlar.”5
Öyleyse son zamanlarda gelişen insanlık âlemindeki hâdiselere nasıl bakmalıyız? Elbette zalimleri şiddetle lânetleyerek ve zulümlerini “müsbet hareket” düsturu ile haykırarak, mazlûmlara ve masumlara da duâ ederek… Yani vazîfemizi Risâle-i Nur’dan aldığımız düsturlar çerçevesinde muhakkak yapacağız. Ancak merhamet-i İlâhiyeden daha ileri şefkatimizi sürmeden, haddi aşmadan, Risâle-i Nur’un bizlere gösterdiği çizgiden aşmadan ve taşmadan hadd-i vasatta devam edeceğiz inşâallah.
Beşeriyetin çıkardığı gürültüye de şöyle bir misalle bakabiliriz. Düşünün ki bir orkestra var ve orkestra elemanlarının önlerinde de çaldıkları parçanın notaları–solfeji–var. Orkestra elemanları hem orkestra şefine hem de önlerindeki notalara göre âletlerini çalarlarsa ortaya çok uyumlu ve güzel bir müzik icrası çıkar. Bu müzikten her ruh sahibi de hissesini alır. Şimdi bunun aksini düşünelim. Her orkestra elemanı kendi nefsine göre istediği havayı çalmaya başlarsa veya önündeki solfej ile şefin yönetimini es geçerse ortaya ne çıkar? Acaba bu durumda suç kimindir? Önündeki notaya veya şefe uymayan orkestra elemanlarının mı, yoksa önlerindeki notanın mı? Şu an insanlık orkestrasından çıkan ses neyin sesi? İnsanlık neye muhtaç? İnsanlık kendi nefsi, hevesi ve ihtirası yüzünden dünyaya öyle bir gürültü veriyor ki, beşer tarihi bu gürültüden titriyor ve bu gürültüye isim bulmakta zorlanıyor! Allah aşkına artık bırakılsın şu nefsî ve felsefî düşünceler de Kur’ân’ın emirlerine göre ses çıkaralım ve o notalara göre yaşamaya çalışalım. O orkestra şefinin her asırdaki naiplerine de kulak verelim. Yoksa kendimiz çalar kendimiz oynarsak beşer böyle daha çok gürültü çıkaracak.
Beşeriyet bu asr-ı âhirzamanda bir buhran geçiriyor. Çünkü nev-i beşer zaman-ı Âdem’den (as) beri gelirken bu asırda bir bataklığa girdi. Bütün mes’ele bu bataklıktan nasıl kurtulacak? Bu bataklıktan kendi sönük akıl fenerimizle mi kurtulacağız? Yoksa Kur’ân’ın kıyamete kadar bâkî hakîkatlerinin projektörlüğü ile mi? Çünkü insanlık bir imtihana tabiydi. Bu imtihan şiddetleniyor ve sorular zorlaşıyordu. İşte bu imtihanı kazanmanın yolu insanlığın önüne koyulan Kur’ân notalarına uyup uymamak, o orkestranın Şefine (asm) veya o Şefin (asm) her asırdaki nâiblerine–ki bu asırda o vazîfeyi yapan Risâle-i Nur’dur–uyulması olmalıydı. İşte beşer bununla imtihan ediliyor. Gürültü de bu prensiplere uyulmamasından çıkıyor.
İnsanlık orkestrasından çıkan gürültü maâlesef kâinattaki “musika-i İlâhiye”nin zıttına görülüyor. Savaşlar, ihtilâller, darbeler ve zalimlerin santraç oyunlarının gürültüsü karşısında, Müslümanların tatbik etmesi gereken reçete ve metodlar acaba Sünnetullaha uygun mu? Kâinatın Efendisi’nin (asm) asrımızdaki Naib ve Veresesinin tecdidine muvafık hareket ediliyor mu? İmân, hayat ve şerîat dairesindeki Sünnetullah prensiplerine uyuluyor mu? İmân, hayat, şeriat sıralaması sadece bu Anadolu için koyulmuş bir şart mı ki, diğer Müslümanlar bu kâideye uymuyor ve Sünnetullaha muhalefet ediliyor? Hâlbuki Sünnetullaha muhalefet etmek aksiyle cezaya terettüb ediyor. Çünkü “Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkîde muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer.”6
Hem “bir işte muvaffakiyet isteyen adam, Allah’ın âdetlerine karşı safvet ve muvafakatini muhafaza etsin ve fıtratın kanunlarına kesb-i muarefe etsin ve heyet-i içtimâîye rabıtalarına münâsebet peyda etsin. Aksi takdirde, fıtrat, adem-i muvafakatla cevap verecektir. Ve keza, heyet-i içtimâîyede, umûmî cereyana muhalefet etmemek lâzımdır. Muhalefet edildiği takdirde, dolabın üstünden düşer, altında kalır. Binaenaleyh, o cereyanlarda, tevfik-i İlâhînin müsaâdesine mazhâriyeti dolayısıyla, o dolabın üstünde, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın hak ile mütemessik olduğu sabit olur.
“Evet, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın getirdiği şeriatın hakâiki, fıtratın kanunlarındaki muvâzeneyi muhâfaza etmiştir. İçtimâîyatın rabıtalarına lâzım gelen münâsebetleri ihlâl etmemiştir. Zaman uzadıkça, aralarında ittisal peyda olmuştur. Bundan anlaşılır ki, İslâmiyet, nev-i beşer için fıtrî bir dindir ve içtimâîyatı tezelzülden vikâye eden yegâne bir âmildir.”7
Evet, reçete gâyet net ve imtisâl edilmeyi bekliyor. Bizlere de çok mühim vazîfeler düşüyor. Acilen insanlığın kurtuluş reçetesi olan, Asr-ı Saâdet metodunu asrımızın insanlarının enzarına ve efkârına taşımak ve tebliğ vazîfemizin hakkını edâ etmek elzem görünüyor!
Abdülbâkî ÇİMİÇ
[email protected]
Dipnotlar:
1- İşârâtü’l-İ’câz, 2006, s: 118.
2- Münâzarât, 2007, s: 111.
3- Ahzâb Sûresi: 33:72.
4- Eski Said Eserleri (Tuluât,) 2009, s: 578.
5- Kastamonu Lâhikası, 2006, s: 165.
6- Yirmi İkinci Lem’a, 2006, s: 409.
7- İşârâtü’l-İ’câz, 2006, s: 271.
30.09.2013
Hoş ve latif bir yazı olmuş. Allah razı olsun. Fıtrata uygun hareket ,belki hayatın anahtarı ve hayata anahtar gibi. Yazılarınızdan istifade ediyorum. i. arpaguş