Sâdık bir son şâhid: Mehmet Özel Ağabey

Sâdık bir son şâhid: Mehmet Özel Ağabey

Mehmet Özel Ağabey aslen Çorum Tarhankozlusu Köyü’nden. 1957’li yıllarda Burdur’da askerken Isparta’da Üstâd Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’ni ziyaret etmiş. Üstâd ile görüşen Mehmet Özel Ağabey Üstâd’ın duâlarını almış ve Üstâd Hazretleri kendisine “Seni talebeliğe kabul ettim” demiş. Böylece ‘son şahit’lerden olmuş.

Hafız Ağabey olarak da bilinen Mehmet Özel Ağabeyin çok mümeyyiz sıfatları var. Risâle-i Nur mesleğindeki ihlâs, sadâkat ve sebatı harikulâde! Yetmiş sekiz yaşında olmasına rağmen hiçbir Risâle-i Nur dersini kaçırmıyor. İstisnasız bütün mahal derslerine katılan Mehmet Özel Ağabey, Risâle-i Nur ile ilgili mevzularda da derinlemesine malumat sahibi. Çok derin meseleleri gündeme getirerek istifade edilmesine çalışıyor. Sorular sorarak derslerde farklı tefekkürlere vesile oluyor.

Hanımı hasta olduğunda bile istisnasız bütün hizmetlerini en mükemmel olarak yerine getiren Mehmet Özel Ağabey, beş seneye yakın eşinin hizmetlerini fedakâr bir eş olarak yerine getirmiş. Ancak bu süre içerisinde Risâle-i Nur derslerini de hiç ihmal etmemiş. Birinci dersten sonra eşini kastederek “Evde ihtiyaç var, benim gitmem gerekiyor!” diyerek hanımının ihtiyaçları için tekrar eve dönmüş. Muhtereme hanımı Rahim-i Rahman’a kavuşmuş, Mehmet Özel Ağabey ise halen Risâle-i Nur hizmetlerine devam etmektedir. Hepimizin bu ağabeylerden alacağımız dersler vardır. Onlar bizlere hizmetteki sadakat ve sebatları ile numune-i imtisal durumdadırlar. Allah onlardan ebeden razı olsun.

Geçen sene Uhuvvet Vakfı’ndaki Risâle-i Nur okuma programımızda Mehmet Özel Ağabey ile bir röportaj yapmak istemiştim. Bir türlü müsait olamadık ve röportajı yapamamıştık. Mehmet Özel Ağabey de zaman zaman bu duruma hayıflanarak “Hocamıza konuşamadık, bir daha gelirse inşâallah konuşalım” diyormuş. Bizler de bu seneki okuma programında Mehmet Özel Ağabey ile Üstâd ile nasıl görüştüğünü ve hizmetler hakkındaki düşüncelerini dinlemek istedik. Mehmet Özel Ağabey bizleri kırmadı ve röportajı gerçekleştirdik. İşte Mehmet Özel Ağabeyin sorularımıza verdiği cevaplar:

Mehmet Ağabey, bizlere kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz?
Çorumluyum. 1935 yılında Çorum’a bağlı Tarhankozlusu Köyü’nde doğmuşum. İlkokulu da Kozlu Köyü’nde bitirdim. Tabi 3 sınıflı okulda okumuştuk biz. Daha sonra beşe tamamladık. Vazife almak için. (İmamlık vazifesi) Böylece beşinci sınıfı tamamlamış olduk.

Pekâlâ, Kur’ân eğitimi aldınız mı?
Kur’ân eğitimini genelde köy hocasından aldık. Daha sonra da burada iki ay civarında özel talim yaptık. Esas bizim Kur’ân eğitimimiz son iki aydır. Ondan öncesinde pek kalite yoktu, ondan sonra kaliteli oldu. Çünkü hocamız çok güçlüydü. Böylece öğrenmiş olduk. Hafızlığım yok, ancak Kur’ân okunurken birisinin yanlış okuyuşunu fark edecek kadar da dikkatliyim.

ÜSTADLA GÖRÜŞMEMİZ…

Biz sizin Bediüzzaman Said Nursî ile askerlik döneminizde görüştüğünüzü dinledik. Bu görüşmeyi bizzat sizden dinlemek istiyoruz. Bize bu görüşmeyi anlatabilir misiniz?
Tabiî, 1955 yılında ben asker oldum. Asker olmadan önce Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerini “çok büyük bir âlim” diye duymuştuk. Bilhassa Hayrettin Karaman Hoca’dan da—kendisi bizim buralıdır, Çorumludur—duymuştuk. O bize Eddai’yi gösterirdi. Eddai’yi okudu, dedi ki: “Bu Üstâd’ın kendisinde kalmış” dedi (mânâsı için). Yani Eddai’yi izah edemedi.
Tabi biz asker olduk. Kütahya’da askerlik, jandarma okulunda okuduktan sonra dağıtımda bize Burdur düştü. Burdur’a gittik.

Yıl 1955 değil mi?
Evet, 55’den devam ediyorum, 58’e kadar. Askere gidiş tarihi 1955, bitiş tarihi 1958. 1955’de 6 ay okul süresi var, 6 ay sonra Burdur’a geçtim. 6 ay da Burdur’un Çeltikli diye bir karakolunda kaldım, daha sonra Burdur merkeze geldim. Merkez Jandarma Karakolu’nda İsmail Ertan Başçavuş vardı. Üstâd’ın önde gelen talebelerinden birisiydi. (Sonradan öğreniyorum bunları tabi) Onunla beraber biz karakolda çalıştık. Masalarımız yan yanaydı İsmail Başçavuşla, o boş kaldığı zaman çekmeceyi çeker, oradan kitap okurdu. Teksirle yazılmış Küçük Sözler olduğunu gördüm öyle. “Bu adam her halde Bediüzzaman’ın talebesi” dedim. Zaman zaman görüşürdük başçavuşumuzla. Hatta evine giderdik hafta sonları. Evinin odasının birisi mescit halindeydi. Takkesi, tesbihi, seccadesi, risaleleri, hatta Fihrist Risaleleri—tek başına bir risaleydi o. Her halde, Fihrist kitapların sonuna geçmemişti ki ayrı bir risaleydi…

Evet, ayrı bir Risaledir onlar. ‘Âyât-ı Kur’âniyenin bir nevî fefsiri olan Risale-i Nur eczalarının mücmel bir fihristesidir’. Birinci cildi On Beşinci Lem’a’dır: ‘Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler, Mektubat ve On Dördüncü Lem’a’ya kadar olan kısmının fihristesidir.’ İkinci cildi de Onuncu Şuâ’dır; ‘Bu şuâ, On Beşinci Lem’a’dan itibaren buraya kadar olan risâlelerin fihristidir.’ Bu Risaleler iki cilddir, o zaman da öyle miydi?
Evet, öyleydi.

Mehmet Ağabey, bundan sonra neler oldu?
Tabiî biz zamanla, vazifemiz gereği sağa sola mahkûmları, suçluları götürüp getiriyoruz. Günün birinde Isparta’ya bir sevk çıktı. Mahkûm gidecek. Biz devriye hazırlayacağız. Ben İsmail Başçavuş’a dedim ki, “Komutanım ben gitmek istiyorum.” Hay hay dedi, “Başkası gideceğine sen git” dedi, “Niye gitmeyeceksin ki?” dedi. Fakat ben Üstâd’a gideceğimi söylemiyorum ona. Neyse biz mahkûmu aldık iki arkadaş, arkadaşım Nazillili idi sanırım, jandarma. Mahkûmu aldık, yakın zaten ara, Isparta’ya geçtik. Mahkûmu Isparta’da jandarmaya teslim ettik, biz biraz serbesttik o arada. Arkadaşa “Burada büyük bir insan var, gel gidelim ziyaret edelim seninle” dedim. “Olur” dedi, sabah saat sekiz civarlarında gittik. Yer Isparta’daki Üstadın şu anki evinde oluyor. Yan kapıdan değil, merkez kapıdan tıklattık kapıyı. Birisi çıktı kapıya, o zaman merdiveni ahşaptı.

Yıl kaç bu arada?
Bu olay 1957’de oluyor. Üstâd ile görüşme tarihim 1957.

Sonra?
Birisi çıktı oradan, buyurun dediler. Biz inzibat vaziyetindeyiz, tabancamız falan var. Buyrun dediler, “Üstad’ı ziyaret edeceğiz” dedik. “Üstâd şimdi meşgul, biraz sonra geliniz” dediler. “Tamam” dedik, ayrıldık gittik. Saat dokuz, dokuz buçuk civarı tekrar geldik. Tekrar kapıyı çaldık, içerden çıkan kim onu da tabi sormadık, tekrar dediler ki: “Üstâd şimdi meşgul, öğleden sonra geliniz.” (Burada daha sonradan şunu hatırlıyorum. Üstad akşamdan sonra öğleye kadar kimseyi kabul etmezdi.)

Sizi niçin sabahtan kabul etmediğini daha sonradan anlıyorsunuz değil mi?
Evet, niçin kabul etmediğini sonra anladım. Bu arada benden başka bir de piyade askeri dolaşıyor orada, o da Üstad’ı ziyaret edecek. Şimdi ikinci defa gelip, bizi içeri almayıp “Öğleden sonra gelin” deyince yanımdaki arkadaş “Yahu” dedi, “Biz adamın ayağına geliyoruz, bizi kabul etmiyor. Ben gelmem bir daha” dedi. “Tamam” dedim, “Sen jandarma merkezinde bekle, ben oraya gelir, oradan Burdur’a döneriz” dedim.

Siz öğleden sonrayı beklemeye başladınız değil mi?
Evet, ben öğleden sonrayı bekliyorum. Öğleden sonra gittim oraya, yine o diğer piyade asker de dolaşıyor orada. Üstad’ı ziyaret edecek, ama içeriden kapıyı açan hizmetkâr—kimdi bilemiyorum, ismini sormadım—ilk nazarda “Burdurlu kim?” dedi. Ben bir acayip oldum. Bir tuhaf oldum yani. Ben kimseye Burdurluyum falan demiyorum. Üstad “Burdurluyu alın” demiş. Diğer askeri almadılar, biz içeri girdik. Ahşap merdivenden yukarıya çıktık. O merkez kapıdan. Üstad’ı şimdiki o karyolanın üzerinde arkasına biraz yastıklar koymuşlar, desteklemişler, ayakları ileride, yorgan üzerinde oturuyor. Tabi ben selâm verdim, elini öpmek istedim, elini öptürmedi. Oraya oturduk. Karyolanın ucuna, ayak tarafına. Üstâd askerlikten bahsetti. Biz askeriz ya. “Askerlik mukaddes bir vazifedir. Elmas hükmündedir. Eğer farzlarınızı ifâ etmezseniz bu elmas hükmündeki vazife kömür mesabesine düşer” dedi. Tabi biz sonradan Risale-i Nur’da bunları görüyoruz, aynı manada cümleler var. Üstad ayrıca ziyaretle ilgili son mektubu hatırlattı. “On defa beni ziyaret etmektense, bir defa Risale okumak daha öndedir” dedi.

Üstâd yine Risâle-i Nur’u nazara verdi değil mi?
Benim anladığım budur. Üstâd bizleri hakikatle karşı karşıya bırakıyor. Gerçeklerle karşı karşıya bırakıyor. Tabi Üstad’ın her konuştuğunu da anlayamıyordum. Biraz rahatsızlığı falan da var. Ancak elleri şöyle açıktaydı. Ellerine dikkat ettim, elleri çok zayıf olmasına rağmen çok nuranî, çok parlak görünüyordu. Kendisinin gözlerine de bakamıyordum yani. Neden bakamıyorum onu da bilemiyorum. Böyle bir durdum oldu. İlk girişteki “Burdurluyu alın” demesi beni çok etkiledi. Üstad bir kerametini gösterdi orada. Çünkü ben “Burdur’dan geliyorum” falan demedim. Böylece Üstâd bize duâ etti, bizi talebeliğe kabul ettiğini söyledi. “Burdur’daki başçavuşu da Türk ordusundaki büyük bir kumandan sayıyorum” dedi.

Nasıl biliyor ki onu. Önceden tanıyor muymuş?
Evet, biliyor onu. Önde gelen büyük talebelerinden birisiymiş İsmail Başçavuş. Dedim ya, evinin bir odasını hizmete ayırmış. Odası mescid. Risaleler var, tesbih var, her şey var, cübbe var. Zaman zaman biz orada sohbet ederdik. Hatta bir zaman, o sohbetler esnasında, İsmail Başçavuşun evinde şöyle bir şey oldu. Ben oturuyorum, o kahveleri aldı geldi. Biz askeriz, o başçavuş. Hemen koştum, elinden kahveleri almak istedim; o “Yok, otur” dedi. “O karakolda, sen burada misafirsin, ben sana hizmet edeceğim” dedi. Kendisi Balıkesirli. Balıkesir’in İvrindi kazasındandı. Çok değerli bir insandı. Hatta bize haftalık jandarma meslek dersleri yaparlardı. “Siz zaten mesleği biliyorsunuz. Ben size dinî konulardan bir şeyler anlatayım” derdi. İşte Üstâd bu başçavuşa çok selâm söyle dedi bana.

Üstad’ın yanına siz tek mi girdiniz? Evde kalanları tanıyor musunuz? Kimler vardı Üstad’ın yanında?
Üstad’ın yanına ben tek başıma girdim. Üstad’ın kaldığı evde ağabeyler vardı, ancak ben hangisi vardı sormadım, o zaman bilmiyordum. Üstad’ın hizmetinde birkaç kişi vardı. Tanımadığım için isim de sormadım, aklıma da gelmedi sormak. Ben Üstad’ın yanına çıkarken çok heyecanlıydım. O zamanlar daha gencim, Üstad büyük bir insan, onun için heyecanlanıyorum. Üstad o zamanlar tanınıyor. Böylece biz Üstad’ın duâsını da alarak ayrıldık oradan. Üstad’dan talebelik kabulünü de aldık, böylece biz büyük bir heyecanlı bir vaziyette geliyoruz.
Biz Isparta’dan döndükten sonra İsmail Başçavuşa karakolda “Selamün aleyküm” dedik. “İsmail Ağabey, sana büyük bir yerden selâm getirdim” dedim. “Nedir o?” dedi, “Nereden geliyor o selâm?” “Üstâd Bediüzzaman’dan” dedim. “Vay keçeli, vay!” dedi. “Onun için mi gittiydin oraya? Niçin burada söylemedin sen bana?” Heyecanlandı ve “Haber vermeden gittin demek ki” dedi. Üstad sizin için “Onu Türk ordusunda büyük bir kumandan sayıyorum” dedi ve size büyük selâmı var dedim. Böylece hatıramız sona erdi.

Üstâd ile bir kez mi görüştünüz?
Evet, bir kez görüştüm. Onu da söyleyeyim. 1958’de askerden döndükten sonra buraya geldim. Bizim burada tabi biz tarımla uğraşıyoruz. Harman mevsimi geçti. Öşürlerimizi toparladım. Zekât ve ne bulduysam o gün para olarak geri döneceğim Burdur’a. İsmail Başçavuş’a döneceğim, onu ziyaret edeceğim. Yanıma aldığım öşür ve zekât gibi paraları da İsmail Başçavuş’a bırakacağım, “Üstâd’a verin” diyeceğim. Bu vesileyle döndük gittik tekrar. İsmail Başçavuş’a gittim, hoş-beşten sonra ben “Efendim, ben şu paraları öşür, fitre ve zekât olarak getirdim, bunları Üstâd’a vermek niyetiyle getirdim. Bunları size emanet ediyorum. Üstâd’a siz verin” dedim. İsmail Başçavuş “Üstâd kolay kolay almaz da, ben bir sorayım” dedi. Sonra Üstad’a sormuş, Üstad “Alın da hizmette kullanın” demiş. Buradan bir de fetva çıkıyor. Hani Risale-i Nur’da var ya: “Zarurete düşen bir şakirt zekâtı kabul edebilir. Risale-i Nur’un hizmetine hasr-ı vakit eden rükünlere ve çalışanlara zekâtla yardım etmek de Risale-i Nur’a bir nevî hizmettir. (Kastamonu Lâhikası)” Bakınız zekât ve öşür, bunlar fakire verilecek şeyler. Üstad “Alın, hizmette kullanın” diyor. Kendi şahsına zekât falan almıyor, ancak hizmet için ve zarûrete düşen talebeler için kabul ediyor.

İsmail Başçavuş’la daha sonra irtibatınız oldu mu?
İrtibatımız fazla olmadı da Ankara’ya gelmiş. Balıkesir’den Ankara’ya gelirken birisiyle yolculuk yapmış. O adamla, bir mektup yazmış bana. Adam Çorum’a geliyormuş. Hamiline diye yazmış üstüne, çok da güzel eski yazısı vardı. On Dokuzuncu Mektub’u mu ne, bir şeyi de ver ona demiş. O mektubu kaybettim. Öyle bir temasımız oldu, ondan başka da temasımız olmadı. Sonra rahmetlik olduğunu duyduk tabi. Allah rahmet etsin, büyük bir insandı.

Askerden döndükten sonra Çorum’da Risale-i Nur hizmetleri var mıydı? Burada Risale-i Nur hizmetleriyle nasıl tanıştınız?
Burada zaten Risale-i Nur hizmetleri vardı. Karageçitli Mahallesi’nde bir yerimiz vardı, ilk dershanemiz orasıydı. Ben ilk Sözler eserini yeni harfle basılı olarak Burdur’da aldım. Burada da hizmetler zamanla gelişti. Burada ilk tanıştığım kişiler Hüseyin Kovancı vs. idi. Böylece hizmetlere burada da başlamış olduk. O zamandan beridir devam ediyoruz elhamdülillah.

Siz askerdeyken namaz vs. var mıydı?
Tabi tabiî, vardı. Askerdeyken Ulu Cami’ye gitmeye çalışırız, cenaze falan var. Boş vakitlerde hem cenaze namazı kılacağız, hem de Ulu Cami’de namaz kılacağız. İsmail Başçavuş bizi Nur Camii’ne yönlendirirdi. Orada Tevfik Hafız diye birisi var. Çok olgun, ağır ve rahat bir Kur’ân okurdu. İnsana huzur verirdi. Kendisi Nur Talebesi veya dost seviyesinde falandı. Mutlaka bizi o camiye gönderirdi. “Siz Tevfik Hafız’a gidin, cenazeyi kılıp da ne yapacaksınız, kırk vefiyattan birkaç tanesi yakasını kurtarmış” derdi.

Üstad bir süre 1926’da Burdur’da kalıyor. Üstâd’ın kaldığı bir cami vardır. O camiye de gittiniz mi?
O camiyi bilmiyorum. Ancak orada bir cami vardı, sabah namazında yaptığımız tesbihatın bir kısmı orada yapılıyordu.

Siz oradayken Üstad’ın Burdur’a geldiğini ve Burdur’da kaldığını duymuş muydunuz?
Hayır, oradayken duymamıştım.

Pekâlâ, İsmail Başçavuş hiç bahsetmemiş miydi? Üstad burada da kalmış demedi mi size?
Hayır, hiç bahsetmedi. Söyleseydi hatırlardım. Çünkü zaman zaman eve gidiyor sohbet yapıyorduk. Bizi çağırırdı, karakolda komutan, orada da bize hizmet ediyordu.

ÜSTAD MÜKEMMEL BİR KUR’ÂN TARİFİ YAPMIŞ

Risale-i Nur’u tanıdıktan sonraki haliniz ile evvelki haliniz arasında fark oldu mu?
Mutlaka oldu. Ben şimdi Risale-i Nur’dan “Şu kitab-ı kebîr-i kâinat” sözcüğünü duyduğum zaman vuruldum, “Ne diyor bu adam?” dedim. Çünkü ben din görevlisiyim. Kâinat, kitap, vesâir… İşte insan için “acube-i sanat” (sanat acubesi) vs…  Acube demek acayip demek değildir, acayibin katmerlisidir. Çok acayip yani. İnsanı hayrette bırakıyor yani. Tabi biz bunları duyunca “Böyle Kur’ân tarifi, böyle bir şey görmedik” dedik. Üstad mükemmel Kur’ân tarifi yapmış. Bu hususta bir şey anlatayım. Biz burada aşağıda Kur’ân kursunda talebe de okuttuk. Yaz dönemi, 1969 yılları sanırım. Orada talebe okuturken, talebeleri tatil edeceğiz, içlerinde lise talebeleri falan da var. “Çocuklar nasıl olsa tatil edeceğiz, ayrılacağız. Siz yine okuyacaksınız. Üniversite bitireceksiniz. Belki dış ülkelere gideceksiniz. Size Kur’ân-ı Kerîm’i sorarlar” dedim. “‘Kitabınız nedir, nasıl bir kitaptır?’ derler. Ben size Kur’ân-ı Kerîm’in nasıl bir kitap olduğunu yazdırayım, siz bunu saklayınız, zamanla size lâzım olur. Hıristiyan İncil’i anlatırken, sen Kur’ân’ı anlatamazsan sıkılır, kalırsın orada” dedim. Onlara Risale-i Nur’daki Kur’ân tarifini yazdırdım. O lise talebesi “Hocam” dedi, “Bizim edebiyat hocası var, kendisi inançsız, ancak bu edebî Kur’ân tarifini kabul eder” dedi. Bu talebe şunu sordu bana: “Hocam siz nereden mezunsunuz?” Ben ilkokul üçten mezunum ya, sonra tamamladım beşi, bozuntuya vermeden “Oğlum ben halk üniversitesi mezunuyum” dedim. Biz hem imamlık yapıyor, hem de talebelere Kur’ân eğitimi verirken böylece de Risale-i Nur eğitimi veriyorduk.

TAHİRİ AĞABEY BİR DERS DİNLERDİ Kİ…

Ağabeylerden gördükleriniz oldu mu?  İlk talebelerden?
Yok, hepsiyle görüşmedim. Buraya gelenler Mehmet Fırıncı, Mehmet Emin Birinci, Mustafa Sungur Ağabey gibi ağabeylerle görüştüm. Sungur Ağabey çok geldi. Bayram Yüksel Ağabey de geldi, onunla da görüştüm. Esas unuttuğum Tahiri Ağabey! Tahiri Ağabey bir ders dinlerdi ki, sanki kendisi başka bir âleme dalar. Sanki hiçbir şey bilmiyormuş gibi bir durumu vardı. (Ellerini ve kollarını bağlar, müteyakkız vaziyette…)

Zübeyir Ağabeyle görüşmeniz var mı?
Hayır, onunla görüşemedim. Belki de görüştük, ben adını bilmiyordum. Belki de Üstad’ın yanındaydı Isparta’ya gittiğimde. Çünkü o yıllarda Zübeyir Ağabey Üstad’ın hizmetinde ve yanında. Hiç ayrılmamış 1950’den sonra Üstad’dan. Ben sadece Üstad’ı görmek istediğim için başka kimseyi o zaman sormadım. Bekir Berk Ağabeyle görüştüm.

Hiç mahkeme veya tutuklama falan oldu mu?
Bu bir nasip meselesi gibi geliyor bana. Şöyle ki: Eski dershanemizde Paşahamamı’nın orada, Ulu Cami’nin arka tarafında, yirmi seneden fazla kaldık. Ben evden dershaneye geliyorum. Bir ara, dershaneye gelirken, “Bir Ulu Camiye gidip, abdest yenileyip öyle gideyim” dedim. Camide abdestimi aldım, döndüm gelirken baktım bizim cemaati polisler sıraya dizmiş. Dursun Penekli falan var, bizim buralı o, şimdi Ünye’de, baktım onları götürüyorlar. Bizim bakkal Nenduha karşı tarafta, “Nenduha ne var, bizimkileri götürüyorlar?” dedim. Nasip meselesi dedim ya, yani ben dershaneye gidecektim, abdest alıp öyle gideyim dedim. Abdest almaya gitmeseydim ben de gidebilirdim onlarla. Medrese-i Yusufiye mümkün idi, ama olmadı. Yani nasip olmadı, giremedik. Arkadaşlar gittiler, meselâ Erdoğan Dinç de onların içindeydi. Bizim şu caminin imamı Erdal vardı.

BEKİR AĞABEY’İN “MÜSBET HAREKET” DERSİ

Bekir Ağabeyin dâvâsına hiç girdiniz mi?
Bekir Ağabeyin dâvâsını hakikaten ağır cezada takip ettik. İlk işi gelir gelmez savcının yanına girmek olurdu. Beraat kararları vardı, ciltli halinde elinde. İki bin tane mi ne, mahkemelerden alınan kararlar çoktu. Onu alır, hemen savcının yanına girer, savcıyla görüşür, savcıya onu takdim eder; önce orayı fetheder. Bir gün ağır ceza mahkemesi devam ediyor. Kargılıların mahkemesi. Kargı’dan geldiler. Kargı hareketliydi o zamanlar. Hâkim karar yazdırmaya falan çalışıyor. Bekir Ağabey, müthiş tabirlerle “Muhterem Heyet-i Hâkime! Yüksek mahkemenin muhterem hâkimleri!” diye hitap ediyor. Adamın hem kibarlığı, hem görüntüsü, hem cesareti, uzun boyu… Her şeyi yerinde, meseleyi tam bilen ve işin üzerine giden birisi. Hâkim orada karar yazdırıyor, kararı yazdırırken Bekir Ağabey zaman zaman müdahale ediyor. “O işi öyle değil, şöyledir hâkim bey, orası yanlış” diyor. Birkaç defa müdahale edince hâkim “Bekir Bey, buyurunuz siz yazdırınız” dedi. Çünkü hâkimler de yabancı Risalelere. Hakikaten Bekir Ağabey yazdırdı o kararı. Hâkim Risalelerden alıntı yapıyor ya, işte onları düzeltirdi Bekir Ağabey.

Hüsamettin Akmumcu’yu duymuşsunuzdur. O da Burdur’da hazine avukatıydı. Onunla da görüştük biz. Kendisi Amasyalıydı tabi. O burada mahkemeye bir çıkış yaptı. Savcı “Hâkim bey, bu avukat ‘Türkiye’de din hürriyeti yoktur’ diyor! Camiler açık değil mi bu memlekette? Açık!” diyor. Hemen Hüsamettin Akmumcu söz istiyor. Kalkıyor diyor ki; “Efendim, eğer İslâm sadece namazdan ibaret olsaydı Kur’ân-ı Kerîm’in dört satır olması yeterliydi. Cenâb-ı Hak Tevbe Sûresi’nde ‘Siz malınızla, canınızla Allah yolunda mücadele ve mücahede ediniz’ buyuruyor. Eğer mahkemeyi öğleden sonraya bırakırsanız size bu âyeti getirir, gösteririm” dedi. Savcıyı durdurdu. Ama sert çıktı. Bunu Bekir Ağabey duydu, Bekir Ağabey de vardı o zaman, o sert çıkışı için “Kardeşim yanlış yapıyorsun” dedi. “Buradan yanlış bir karar çıkar, diğer mahkemelere emsal teşkil eder. Böylece aleyhimize delil olur. Sert çıkmayınız lütfen” dedi. Yani müsbet hareket dersini verdi. Bekir Ağabey hakikaten bu noktada çok olgundu. Yine aynı dönemde mahkemeden çıktı, Burdur’da bir dâvâdan haberi olmamış. Endişeleniyor, “Kardeşim, ben sizden bir ücret mi istiyorum? Başka bir şey mi istiyorum? Neden haber vermiyorsunuz? Bir dâvânın aleyhte karar vermesi emsal teşkil ediyor, yanlış sonuç veriyor. Niçin söylemiyorsunuz?” diye endişesini belirtiyor ve üzülüyor. Allah gani gani rahmet eylesin. Büyük insandı ya!

Mehmet Ağabey, bizleri kırmadınız, bu röportajı yapmamıza vesile oldunuz. Allah sizden ebeden razı olsun. Cenâb-ı Hak sizleri ve bizleri bu hizmet-i Kur’âniye ve Nuriyede istihdam etsin inşâallah! İnşâallah Nur Talebesi olarak da hepimize ölmeyi nasip etsin.

Son olarak bir reçete söyleyeyim. Yani insanlığın kurtuluşu için. “Mâriz bir asrın, hasta bir unsurun, âlil bir uzvun reçetesi, ittibâ-ı Kur’ân’dır.” “Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esâsı. İhyâ-yı din ile olur şu milletin ihyâsı. (Said Nursî)”

Çok çok teşekkür ederiz Mehmet Ağabey.

ABDÜLBÂKÎ ÇİMİÇ

[email protected]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir