Bu âhirzaman asrında hizmet-i îmâniye ve Kur’âniyede bulunan Risâle-i Nur talebelerinin çok ehemmiyetli özellikleri, husûsiyetleri ve mümeyyiz sıfatları vardır. Onlar ahvâl, etvâr ve ef’alleriyele bulundukları mahallerde fark edilirler ve o beldelere kuvve-i mânevîye olurlar. Yaptıkları Kur’ân hizmetlerinde karşılık beklemezler. Sırf Allah rızâsı için hâlisâne çalışırlar, hizmetlerinin neticesini de Allah’a bırakırlar. Onlar toplumun mânevî dinamikleri ve sigortalarıdır. İhlâs, sadâkat ve tesânüdle birlikte, sebât ve metânetleri ehl-i îmâna büyük bir kuvve-i mânevîye olur. Onlar sarsılmaz, dağılmaz ve dağıtılmazlar. Çünkü hizmetleri şahsa dayalı değil, sağlam ve metin bir şahs-ı mânevîye dayalıdır. Bu mânâda Sekizinci Şua’daki izâhlar çok mânidârdır. Risâle-i Nur’un “O îmân-ı tahkîkîyi taşıyan hâlis ve sâdık şâkirtleri dahi, bulundukları kasaba ve karye ve şehirlerde, hizmet-i îmâniye î’tibariyle âdetâ birer gizli kutub gibi, mü’minlerin mânevî birer nokta-i istinâdı olarak, bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve-i mâneviye-i î’tikadları cesûr birer zâbit gibi, kuvvet-i mânevîyeyi ehl-i îmânın kalblerine verip, mü’minlere mânen mukâvemet ve cesâret veriyorlar.[1]” İşte Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri talebelerinin mühim husûsiyetlerine böyle işaret ediyor.
Risâle-i Nûrlara talebe olanlar îmân-ı tahkîkîyi taşıyorlar ve kuvvetli bir îmâna kavuşuyorlar. Bu îmân-ı tahkîkîyi taşıyan ve sadâkatle dâvâlarına sarılan talebeler İhlâs Risâlesi’nde geçen sırr-ı ihlâs gereği duruşlarını yapıyorlar. Hizmetlerini dünyevî ve uhrevî bir neticeye bağlamıyorlar. Sırf rızâ-i ilâhi için hizmet-i îmâniye ve Kur’âniyede çalışıyorlar. Kınanmaktan, eleştirilmekten ve takibattan korkmuyorlar. Hizmetlerini karşılık beklemeden yaptıkları için kimseye minnet de duymuyorlar. Birbirlerine karşı sabrı tavsiye ederken, münâkaşalı konulara girmiyorlar. İçtimâî ve siyâsî mevzûları cemâatin şahs-ı mânevîsinin aldığı kararlar ve Risâle-i Nurların sarsılmaz prensipleri doğrultusunda kabul edip sarsılmadan o kararlara tereddütsüz sahip çıkıyorlar.
Bu mes’elenin sırrı sanırım burada yatıyor.”Amelinizde rızâ-yı İlâhî olmalı. Eğer O râzı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse te’siri yok. O râzı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da râzı eder. Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızâsını esâs maksat yapmak gerektir.[2]“
Bu sır ile hizmet eden talebeler bulundukları kasaba, köy ve şehirlerde özellikle saff-ı evveller, îmânî hizmetlerinde âdeta birer gizli kutup gibi -çünkü en küçük bir talebe büyük velilerin de üstünde bir dereceye çıktığını yine Üstâd’ımız bildiriyor-(Kutupluk ve velayet gizliliği gerektirir. Hatta onlar kendi mertebelerini bilmezler. Üstâdımız Tahiri ağabey için bu velidir, ancak kendisi bilmiyor dermiş.) mü’minlere mânevî birer dayanak noktası olurlar.
İhlâs sırrını taşıyan hizmetler Allah katında o kadar makbûldür ki; Allah o beldelerdeki mü’minlerin kuvve-i mânevîyesine bu hizmeti bir dayanak noktası yapar. O hizmetkârlar bilinmek ve görünmek de istemezler. Çünkü bilinmek ve görünmek sırr-ı ihlâsa münâfidir. Ancak onlar diğer ehl-i îmân tarafından görüşülmedikleri halde yaptıkları hizmetin mânevî te’sîri ve bereketini ehl-i îmâna Allah hissettirir. Bu hizmetin îmâna ve i’tikâda yaptığı kuvvetin tezâhürü diğer mü’minlerin de kalblerinde mânen bir kuvvet ve cesâret vermesi yukarıya aldığımız İhlâs Risâlesi’nin tezâhürü olmalıdır.
Bu hakîkate binâen, bu adam gibi düşünen veya hüsn-ü zannın verdiği parlak makâmları nazara alan zatlar, sizlere bakıp içinizde mahviyet ve tevâzu ve hizmetkârlık kisvesiyle görünen şakirtleri âdi, âmi adamlar görür ve der: “Bunlar mı hakîkat kahramanları ve dünyaya karşı meydan okuyan? Heyhât! Bunlar nerede, evliyaları bu zamanda âciz bırakan bu kudsî hizmet mücahidleri nerede?” diyerek, dost ise inkisâr-ı hayâle uğrar, muarız ise kendi muhalefetini haklı bulur.[3]
Ancak hakîkat şudur Nûr Talebeleri gurur ve enâniyeti bırakmaya kendilerini mecbûr bilirler. Çünkü onlar “Nefsi okşayan ve uhrevî meyvesini dünyada tattıran ve hodbinlik hissini veren zevkleri, keşifleri geri bırakıp, daha yüksek makâma, mahviyet ve terk-i enâniyet ve fâni zevkleri aramazlar. Evet, bir ehemmiyetli ihsân-ı İlâhi, ihsânını, enâniyetini bırakmayana ihsâs etmemektir-tâ ucub ve gurura girmesin.[4]”
Öyleyse mes’ele budur: ”Risâle-i Nur şakirtleri, hizmet-i Nuriyeyi velâyet makâmına tercih eder; keşif ve kerâmâtı aramaz ve âhiret meyvelerini dünyada koparmaya çalışmaz ve vazîfe-i İlâhiye olan muvaffakiyet ve halka kabul ettirmek ve revaç vermek ve galebe ettirmek ve müstahak oldukları şan ve şeref ve ezvak ve inâyetlere mazhar etmek gibi, kendi vazîfelerinin haricinde bulunan şeylere karışmaz ve harekâtını onlara bina etmezler. Hâlisen, muhlisen çalışırlar, “Vazîfemiz hizmettir, o yeter” derler.[5]” İşte nurun hakîkî şakirtleri, bu gibi neticelere kanâat ediyorlar. Risâle-i Nur’un sarsılmaz hüccetleri onlara yetiyor.
Abdülbâkî ÇİMİÇ