Birinci Mektup
“Sabri kardeş,Sabırlı ol; ehemmiyetsiz ve zararsız olan vehmî ve asabî hastalığına ehemmiyet verme. Şifaya dua edilmekle beraber, zararsız, hatarsızdır. Çünkü, eğer hatarat, seyyie ise, nasıl ki aynada temessül eden pislik, pis değil ve aynadaki yılan sureti ısırmaz ve ateşin timsali yakmaz. Öyle de, kalbin ve hayalin aynalarında rızasız, ihtiyarsız gelen pis ve çirkin ve küfrî hatıralar zarar vermezler. Çünkü ilm-i usulde tasavvur-u küfür, küfür değil ve tahayyül-ü şetm, şetm olmaz. Hasene ise nuranî olduğundan, tasavvur ve tahayyülü dahi hasenedir. Çünkü aynada nuranînin timsali ziya verir, hâsiyeti var; kesifin misali ölüdür, hayatsızdır, tesiri yoktur. Eğer sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır. Çünkü, emn ve ye’sin vartasına düşmemek hikmetiyle, havf ve reca muvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast hâletleri celâl ve cemal tecellîsinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatçe medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.(Kastamonu Lâhikası | 10) “
Bu mektupta Üstâd Hazretleri Sabri ağabeye öncelikle sabırlı olmasını söylüyor. Vehim ve asabî hastalığının ehemmiyetsiz ve zararsız olduğunu belirtiyor. Çünkü vehim olmayan ve insanın kendisinden kaynaklanmayan bir haldir. Şeytanın vesveselerinden ortaya çıkan ancak mâhiyetinin bilinmemesi ile insanın üzerine aldığı ve özellikle asâbî insanlarda te’siri fazla olan bir durumdur. Çaresi ehemmiyet ve önem vermemektir. Şifaya ve sıhhate duâ edilmesi gerekir ve zararsız ve hatası olmayan bir haldir. Çünkü hayale gelen tehlikeler ve fikirler eğer seyyie, kötülükler ve günahlar ise, aynadaki yılanın zarar vermemesi, aynadaki pis ve murdar şeylerin insana bulaşmaması ve zarar vermemesi, aynadaki ateşin misalinin yakmaması gibi zarar vermezler.
Aynen öyle de kalbin ve hayalin aynalarında insanın iradesi ve rızası dışında gelen pis ve çirkin ya da küfrî dalaletler, suretler ve hatıralar zarar vermezler.
Düşünelim ki evimizin dış duvarında bir ayna olsa ve yoldan geçen her türlü görüntü o aynada görünse acaba evimize o görüntülerden bir zarar veya bir çirkinlik bulaşır mı? Aynen öyle de hayal aynamıza yansıyan şeytandan gelen vesveseler ve çirkin vehimler de bize ve kalbimize zarar vermezler.
Çünkü ilm-i usulde yani bir inanç, din, ilim ya da ideolojinin esaslarını ortaya koyan ilimde tasavvur-u küfür yani küfrü düşünme ve hayalden geçirme küfür olmadığı gibi, tahayyül-ü şetm, sövmeyi hayal etmek şetm, sövme olmaz. Bu durum ilm-i usulün bir kâidesidir. İyilikler ve hasene ise nurânî olduğundan, tasavvuru yani bir şeyi zihinde şekillendirme; düşünce, tasarı; tasarlama ve tahayyülü, hayal etme dahi hasendir ve iyiliktir. Öyleyse kötülükleri tasavvur ve hayalden geçirmelerden irâdî ve kasdî olmamak şartıyla mes’ul değiliz. İyililikler ve güzelliklerde ise durum farklıdır ve o iyilik ve güzelliğin sevaplarını alıyoruz. Çünkü aynada nuranînin timsali, yansıması ziya ve ışık verir, hâsiyeti ve hususiyeti var; kesifin yani yoğun maddelerin misali ölüdür, hayatsızdır, te’siri yoktur.
Burada bir başka durumu daha işlemiştir Üstâd Hazretleri. O da teellümât-ı ruhaniye durumlarında yani ruhun duyduğu elemler ve acılarda ise sabra ve acıya alıştırmak için vehim durumu rabbâni bir kamçı ve Allah’ın terbiyesine bir teşvik ve muharriktir. Çünkü vesveseler ve vehimler teellümât-ı ruhaniye durumunda daha müteyakkız olmak ve Allah’a sığınmak için bir kamçı vazifesi yapmaktadır. Sabır ve şeytanla cihada bir vesiledir. Çok incinsek kovulmuş şeytandan euzü çekerek Allah’a sığınmalıyız. Eminlik, korkusuzluk, emniyet veya ümitsizlik hatasına ve vartasına düşmemek için korku ve ümid dengesinde sabır ve şükürde bulunmak ve dengede kalmak için kabz-bast yani tutup bırakmak, ruhen daralıp genişlemek durumları Allah’ın celal ve cemal haşmet, azamet veya güzellikler tecellilerinden uyanmak ve kendisine gelmek için hakikat ehlince yükselme sebebi ve yüksek bir düstur hükmündedir. Ehl-i hakikat vesveseyi ve vehimleri teyakkuzda kalmak, uyanık olmak, Allah’a şeytanın şerrinden sığınmak ilerlemek, yükselmek ve terakkiye ulaşmak için bir vesile, basamak ve düstur telakki etmişlerdir.
İkinci Mektup:
“Üçüncü adam ve meselesi: Bizlerle pek çok alâkadar bir zat, çok defa dehşetli şekvâ ediyor ki: “Ben adam olamıyorum, gittikçe fenalaşıyorum, mânevî hizmetlerimin neticelerini göremiyorum” diye medet istiyor.
Ona yazıyoruz ki: “Bu dünya darü’l-hizmettir; ücret almak yeri değildir. A’mâl-i sâlihanın ücretleri, meyveleri, nurları berzahta, ahirettedir. O bâki meyveleri bu dünyaya çekmek ve bu dünyada onları istemek, ahireti dünyaya tabi etmek demektir.
O amel-i salihin ihlası kırılır, nuru gider. Evet, o meyveler istenilmez, niyet edilmez. Verilse, teşvik için verildiğini düşünüp şükreder.”
Evet, bu asırda, bir iki mektupta beyan edildiği gibi, o derece hayat-ı dünyeviye damarına dokunmuş ve yaralamış ve heyecana getirmiş ki, mübarek ve ihtiyar ve hoca ve ehl-i salâhat olan bir zat dahi, dünyada bir nevi hayat-ı uhreviye ezvâkını istiyor; birinci derecede, dünyada zevk-i hayat onda hükmediyor.( Kastamonu Lâhikası| 96)”
Bu mektupta Üstâd Hazretleri ve dâvâsı ile çok ilgilenen ve alaka duyan bir zat, çok defa dehşetli şikâyetlerde bulunuyor ve “Ben adam olamıyorum, gittikçe fenalaşıyorum, mânevî hizmetlerimin neticelerini göremiyorum” şeklinde şikâyetlerde bulunuyor. Bu kişinin üç şikâyette bulunduğu anlaşılıyor.
1.Ben adam olamıyorum,
2.Gittikçe fenalaşıyorum,
3.Mânevî hizmetlerimin neticelerini göremiyorum.
Bu şikâyetleri için Üstâd’dan medet ve imdad ya da yardım istiyor.
Üstâd Hazretleri o zata verdiği cevap ise şöyle.
Bu dünya hizmet yeridir, ücret yeri değildir. Burada hizmetler ve kullukla vazifeli ücretini ise Rabbimiz yaptıklarımızdan razı ise ahirette verecektir. Bu dünyada hizmet edip de o hizmetin neticesini beklemek ve o netice için hizmet yapmak uygun düşmüyor. Bu nedenle de Salih amellerimizin ücretleri, meyveleri ve nurları kabirde, berzahta ve ahirette verilecektir. O nurları burada istemek ve talep etmek Allah rızasından daha çok nefsi mülahazar ve arzular cihetini işmam ediyor. İhlâs kaçıyor ve Allah rızasından çok bir menfaat ve karşılık için hizmet yapılmış oluyor. Böylece ahirete müteallik meyveler ve neticeleri ve semereleri bu dünyada istemek ve beklemek ahiretteki meyveleri bu dünyada yemeye ve harcamaya sebep oluyor ve müflis durumuna bizi düşürüyor. Öyleyse onları bu dünyada istemek ahireti dünyaya tercih etmek gibi bir hatayı netice veriyor. Hem Kur’an’a hem de sünnete hem de Risâle-i Nûrlara muhalif bir duruş sergilenmiş oluyor.
Böylece hizmet yeri olan dünyadaki amellerin ihlâsı kaçıyor, nuru gidiyor ve mes’uliyet altına bizleri sokuyor. Beki o neticeler, nurlar ve semereler istenilmez ve talep edilmez, ancak Allah bizlere dünyada istemeden o neticeleri verebilir. Bu Allah’ın bir fazlıdır ve ikramıdır. Bu gibi durumlarda ise kul bunu bir teşvik ve şükür vesilesi bilir. Ben neymişim ki bana nurlar ve meyveler veriliyor gibi gururu işmam eden hallerden uzak durmak gerekir.
Bu mektubun sonunda ise Üstâdımız bu asrın mahiyetini ve hususiyetlerine de işaret ediyor. Bu asırda hayat şartları ağırlaşmış, insanlar dünyaya alıştırılmış ve kuvvetli bir şekilde elh-i din hatta hocalar dahi dünyayı talep ediyor ve dünyanın zevklerini istiyor ve ona çalışıyor veya çalıştırılıyor. Bu hal hem bizde hem de bütün alem- İslâmda cereyan ediyor. Ehl-i dinin dünyevileşmesi ve dünya zevklerine müptela edilmesi ve bu duruma severek girmesi büyük bir fitnenin başladığını ve devam ettiğini hatta aldatarak daha da hızlandığını gösteriyor. Çünkü Müslümanların dünyevileşmesi yine Müslümanlara kendi adamları ile yaptırılıyor. Bu daha te’sirli bir dünyevileştirme taktiği olarak sürüyor. Aynen şu zamanımızdaki yaşadıklarımız gibi.
Üçüncü Mektup:
“Senin bu güzel mektubunu Lahikaya yazdık. Risâle-i Nûr’un Lahika Risalesinde Feyzi ile Emin ehemmiyetli mevki kazanmışlar; acaba ne haldedirler? O ehemmiyetli mevkie muvafık vaziyete muvaffak oluyorlar mı? Kederleri yok mu?( Emirdağ Lâhikası (1) – Mektup No: 69)”
Bu mektupta ise Feyzi ve Emin ağabeylerin kazandıkları çok önemli ve ehemmiyetli mevkiden bahsediliyor. Çünkü o dönemlerde Kastamonu’da Üstâd’a yanaşmak ve onunla görünmek ve konuşmak herkesin göstereceği bir cesaret ve hareket değildir. Bu iki ağabey Üstâd’a yanaşmışlar ve ona hizmet etmişlerdir. Bu nedenle de ehemmiyetli bir mevki kazanmışlar diye düşünüyorum. Üstâd’ımız belki de bu dehşetli asrın mahiyetinden olacak ki bu iki ağabeyin ne halde olduklarını merak ediyor. Onların kazandıkları mânevî mevkie muttali olan Üstâd o ehemmiyetli mevkie uygun vaziyetlerini koruyarak muvaffak oluyorlar mı diye soruyor. Çünkü sırr-ı ihlâs, sadakat ve tesanüd sıfatları ile ulaşılan o ehemmiyetli mevkiden her an için kayma tehlikesi vardır. Üstâd’ımın bu ağabeylerin kederleri olup olmadığını da sorarak esasında bu iki ağabey üzerinden gelecek nesillere ve talebelerine müthiş dersler veriyor diye düşünüyorum. Risâle–i Nurlar ile ihlâs, sadakat ve tesanüd sıfatları ile çok önemli ve ehemmiyetli makamlara ve mevkilere çıkılabilir. Ancak bunu muhafaza etmek ve devam ettirmek zorlaşabilir dersini bu mektuptan okumaya çalışıyorum. Her birimiz Feyzi ve Emin olmalı ve şahs-ı mânevîye dairesinde hizmetlerimize hiç ara vermeden ve tereddüt göstermeden devam etmeliyiz ki Üstâd’ımızın şahsiyet-i mânevîyesi bizler için acaba ne haldedirler, o mevkilerini koruyabiliyorlar mı yâda kederleri yok mu? Demesin.
Demek ki Risâle-i Nûr hizmetlerimizdeki bir gevşeme, atalet ve geri duruş için kederlenmek gerekiyor hatta titremek gerekiyor.
Abdülbâkî ÇİMİÇ