Zaman zaman hem Nur dairesi içinden hem de dost mesabesindeki şahıslardan Risâle-i Nurlar hakkında basında yer alan iddialara ve i’tirazlara cevap verilmesi konusunda görüşler alıyoruz. Hatta bir kısım da zamanımızı bu tür mes’elelere hasretmenin zararlarından bahsediyorlar. Bu tür i’tirazlara cevap yetiştirme yerine îmân ve Kur’ân hakîkatlerine hizmet edilmesi gereğini bildiriyorlar. Bu şahsi ve samimî görüşlere saygı duyuyoruz. Bu tür mes’elelerde de nokta-i istinadımızın Risâle-i Nurlar olması gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri kendi yaşadığı zaman diliminde şahsı ve Risâle-i Nurlarla ilgili tenkîd ve i’tirazlara gerekli cevapları usûlünce verdiğini görüyouz. Üstâd’ın uygulamış olduğu usûle istinâden yapılan i’tirazlara ve iddialara ehil olanların cevap verebileceğini düşünüyoruz. Bu çalışmamız ile Risâle-i Nurlarda Üstâd Hazretleri’nin yapılan i’tirazlara ve Risâle-i Nurlara karşı bir kısım âlim ve hocaların yaptığı tenkîd ve iddialara karşı yaptığı izâhları aktarmak istiyoruz.
Bu noktada Emirdağ Lâhikası mektuplarında kendisini bildirmeyen bir zata karşı Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri’nin mektubundaki giriş kısmını alıyorum. Üstâd Hazretleri “Aziz, sıddık kardeşlerim, Bir zat, uzunca bir mektup yeni hurufla bana yazmış, kendisinin kim olduğunu bildirmemiş. Üç noktada şüphe edip bir nevi i’tiraz gibi yanlış mânâ verdiği için güya bizi ikaz ediyor. Meşrebimiz münâkaşa ve münâzara olmadığından ve kusurumuzu hakikî olarak gösterenlerden memnun olduğumuzdan, bu meçhul zatın mektubunda üç esasın hakîkatini gösterip yanlışını tashih etmek istedim.( Emirdağ Lâhikası (2) – Mektup No: 93)” diyor. O kendini bildirmeyen zatın şüphe ettiği noktaları birer bire Üstâd Hazretleri izâh ediyor ve gerekli cevapları usûlünce veriyor. Âcizâne tavsiyemiz bu mektubun tamamının okunmasıdır.Böylece ehl-i îmânın Risâle-i Nurlara karşı i’tiraz ve tenkidlerine karşı Üstâd Hazretleri’nin metodu daha net anlaşılmış olur.
Nur Âleminin Bir Anahtarı’nda şöyle bir bahis var: “O eski zamanda, Saîd’in o çocukluk zamanında büyük âlimlerle münazarasını ve o âlimlerin suallerine cevap vermesini, hattâ kendisi hiç sual etmeden âlimlerin en müşkül suallerine doğru cevap vermesini, ben kat’iyen itiraf ediyorum ve i’tikad ediyorum ki, o hal ne harika zekâvetimden ve ne de acip istidadımdan neş’et etmiş değildir. Ben de biçare, müptedi, sersem, gürültücü bir çocuk iken, hiç böyle, değil büyük âlimlere cevap vermek, belki küçük hocalara, hattâ küçük talebelere de mağlûp olur bir halde iken doğru cevap vermekliğim, kat’iyen istidadımdan ve zekâvetimden gelmemiş olduğuna kanaat-i kat’iyem var. Yetmiş senedir de hayret ediyordum.
Şimdi ihsan-ı İlâhî ile bir hikmetini anladım ki: Çekirdek gibi, medrese ilimlerine bir ağaç ihsan edilecek ve o ağacın hizmetinde bulunana karşı pek çok rakipleri ve muarızları bulunacak.
İşte, bu zamanda, İslâmlar içinde muhtelif meşrepler ve meslekler sahipleri birbirisini tenkit etmek ve eserine mukabil eserler neşretmek, Mutezile ve Ehl-i Sünnet gibi birbirini kırmak âdetiyle bu zamanda o Nur ağacının hizmetkârının başına vuracak ve rekabet veya meşrep muhalefetiyle en tesirlisi ve en müthişi medrese hocaları olmak lâzım gelirken, Cenâb-ı Hakka yüz bin şükür olsun ki, eskiden beri devam etmekte olan o âdete muhalif olarak, Risâle-i Nur en ziyade ulemânın damarlarına dokundurduğu halde hocaların Nurlara karşı tenkitkârâne eserler yazamadıklarının sebebi, o zamanda o çocuk Saîd’in ulemânın suallerine karşı doğru cevap vermesi ulemanın cesaretini kırmış ki, hiçbir yerde kıskanç hocalardan, hem meşrepçe Saîd’e çok muhalif oldukları halde Nur Risâlelerine karşı mukabil çıkmamaları, bu halin bir hikmeti olduğuna kanaatim gelmiş. Yoksa böyle acip bir zamanda ehl-i medresenin i’tirazı başlasaydı, dinsizlik taraftarları olan gizli düşmanlarımız hem Nurları, hem ulemayı çürütmek için ehemmiyetli bir vesile yapacaklardı. Cenâb-ı Hakka hadsiz şükrolsun ki, en ziyade Nurların dokunduğu resmî ulema, aleyhinde bulunamadılar.(Nur Âleminin Bir Anahtarı)” İşte tâ Üstâdın çocukluk zamanında âlimlerle yapılan münâzara ve müzâkerelerin hikmet cihetleri böylece ortaya çıkmış oluyor.
Risâle-i Nur Külliyatı’nda konu ile ilgili şu noktalara tevafuk ettim. Çok mühim ve önemli noktalar diye düşünüyorum. Üstâd’a ve hizmetine i’tiraz eden âlim ve vâiz bir zat için Üstâd’ın yazdıkları şunlşardır. Birlikte ta’kîb edelim:”O vâiz ve âlim zâta benim tarafımdan selâm söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, i’tirazını, başım üstüne kabul ediyorum. Sizler de, o zâtı ve onun gibileri münâkaşa ve münâzaraya sevk etmeyiniz. Hattâ tecavüz edilse de bedduayla da mukâbele etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem îmânı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukâbele edemeyiz. Çünkü, daha müthiş düşman ve yılanlar var. Hem elimizde nur var, topuz yok. Nur kimseyi incitmez, ışığıyla okşar. Ve bilhassa ehl-i ilim olsa, ilimden gelen enaniyeti de varsa, enaniyetlerini tahrik etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar,
وَاِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا(Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhâfaza ederek oradan geçip giderler. (Furkan Sûresi, 25:72)) düsturunu rehber edininiz.(Kastamonu Lahikası)” Bu kısımda dikkat ettim Üstâd Hazretleri “Benim şahsıma olan tenkidini, i’tirazını, başım üstüne kabul ediyorum.”diyor. Ancak Risâle-i Nurlara yapılan tenkid ve i’tirazlarda medar-ı münâkaşa noktaların izâhını yapıyor. Çok mühim bir düstur diye düşünüyorum.
Bedîüzzamân Hazretleri yine yapılan bir i’tiraza şöyle cevap vermiş: “Aziz, sıddık Risâle-i Nur şakirtleri kardeşlerim, Risâle-i Nur şakirtlerinin zaif kısımlarına zarar veren, hatıra gelmeyen, ihtiyar bir zât tarafından bir i’tiraz münasebetiyle ve o gibi i’tirazların esasını kesecek bir hakikati beyan etmeye mecbur oldum. Evvelce birisine dediğim gibi bunu tekrar ediyorum.
Hem mucib-i taaccüp, hem medar-ı teessüftür ki, ehl-i hakikat, ittifaktaki fevkalâde kuvveti zayi ettikleri ve ziya’ ile mağlûp oldukları halde, ehl-i nifak ve dalâlet, meşrebine zıt olduğu halde ittifaktaki ehemmiyetli kuvveti elde etmek için ittifak ediyorlar. Yüzde on iken, doksan ehl-i hakikati mağlûp ediyorlar. Ve en ziyade medar-ı taaccüp ve medâr-ı hayret şudur ki:
En ziyade muavenet ve teşvik beklediğimiz ve onlar da, o yardıma İslâmiyetçe ve meslekçe ve vazifeten mükellef oldukları bize yardımı yapmayıp, bilâkis, yanlış anlamasına binaen, Risâle-i Nur’un hizmetine fütur verecek mevki-i içtimaiyelerinin ehemmiyetine istinaden i’tiraz etmişler. Bir hakikate dair beyanata i’tiraz etmişler.
Ben bilmiyorum, hangi meseledir, hangi âyete dairdir. Olsa olsa, gayet mahrem kısmından olan Birinci Şua namında, İşârât-ı Kur’âniyeden bir meseleye dair olacaktır.
Bu âciz kardeşiniz, hem o i’tiraz eden eski dost zâta, hem ehl-i dikkate ve sizlere beyan ediyorum ki: Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın feyziyle, Yeni Saîd (r.a.), hakaik-i îmâniyeye dair o derece mantıkça ve hakikatçe burhanlar zikrediyor ki, değil Müslüman uleması, belki en muannid Avrupa feylesoflarını da teslime mecbur ediyor ve etmektedir. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi)
Aziz, sıddık, müstakim kardeşlerim, Gayet ciddî bir ihtarla bir hakikati beyan etmeye lüzum var. Şöyle ki: لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ sırrıyla, ehl-i velâyet, gaybî olan şeyleri, bildirilmezse bilmezler. En büyük bir velî dahi, hasmının hakikî halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşerenin mabeynindeki muharebe gösteriyor. Demek, iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer, bütün bütün zâhir-i şeriate muhalif ve hatâsı zahir bir içtihadla hareket edilmiş ola.
Bu sırra binaen وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ deki ulüvv-ü cenab düsturuna ittibaen ve avâm-ı mü’minînin şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamakla, îmânlarını sarsılmadan muhafaza etmek ve Risâle-i Nur’un erkânlarının haksız i’tirazlara karşı haklı, fakat zararlı hiddetlerinden kurtarmak lüzumuna binaen; ve ehl-i ilhadın iki taife-i ehl-i hakkın mabeynindeki husumetten istifade ederek, birinin silâhıyla, i’tirazıyla ötekini cerh edip ve ötekinin delilleriyle berikini çürütüp ikisini de yere vurmak ve çürütmekten içtinaben, Risâle-i Nur şakirtleri, bu mezkûr dört esasa binaen, muarızlara hiddet ve tehevvürle ve mukabele-i bilmisille karşılamamalı. Yalnız kendilerini müdafaa için musalahakârâne, medâr-ı i’tiraz noktaları izah etmek ve cevap vermek gerektir.
Çünkü bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip bozmuyor, kendini mazur biliyor; ondan nizâ çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder; ehl-i dalâlet istifade ediyor.
İstanbul’da malûm i’tiraz hâdisesi ima ediyor ki, ileride, meşrebini çok beğenen bazı zâtlar ve hodgâm bazı sofi-meşrepler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u cah vartasından kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risâle-i Nur’a ve şakirtlerine karşı kendi meşreplerini ve mesleklerinin revacını ve etbâlarının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle i’tiraz edecekler; belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hadiselerin vukuunda, bizlere, itidâl-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerektir.( Kastamonu Lâhikası)
Görüldüğü gibi mes’ele çok hassas görünüyor. Risâle-i Nurlardan anladığımıza göre çok müteyakkız olunmalı ve dikkat edilmelidir diye anlıyorum. Mesela gelen kısım da çok mühim ve manidârdır:”Risâle-i Nur’a, daha vatana, idareye zararı dokunmak bahanesiyle tecavüz edilmez; daha kimseyi o bahaneyle inandıramazlar. Fakat cepheyi değiştirip, din perdesi altında bazı safdil hocaları veya bid’a taraftarı veya enaniyetli sofi meşreplileri bazı kurnazlıklarla Risâle-i Nur’a karşı—iki sene evvel İstanbul’da ve Denizli civarında olduğu gibi—istimal etmek ve Risâle-i Nur’a ve şakirtlerine ayrı bir cephede tecavüz etmeye münafıklar çabalıyorlar. İnşaallah muvaffak olamazlar. Risâle-i Nur şakirtleri, tam ihtiyatla beraber, bir taarruz olduğu vakitte münâkaşa etmesinler, aldırmasınlar. Aldanan ehl-i ilim ve îmânsa, dost olsunlar, “Biz size ilişmiyoruz. Siz de bize ilişmeyiniz. Biz ehl-i îmânla kardeşiz” deyip yatıştırsınlar.(Sikke-i Tasdik-i Gaybi,8.Parça: Güzel mektuplar ve parlak fıkralar)”
Harika düsturlar bunlar. Biz, bu düsturlar olmasa nefsî ve fevrî davranarak çok mühim hatalar yapabiliriz. Esasında Üstad Hazretleri bu tür mes’elelerde neler yapılacağının düsturlarını ve nasıl mukabele edileceğinin ölçülerini Nurlarda vermiştir. Bize sadakatle bu düsturlarla hareket etmek düşüyor. Neticesi Allah’a aittir. Öyleyse müsbet hareket ederek ve Risâle-i Nurlardaki düsturlara da riayet edilerek ehil olanlar Risâle-i Nurlara tenkîd ve i’tirazlara cevap verebilirler diyebiliriz. Medar-ı münâkaşa noktalar böylece izâh edilmiş olur inşâallah.
Abdülbaki Çimiç