Vahiy ve İlhâmın Mâhiyeti

Vahiy ve ilhâmlar tereşşuhât-ı gaybîye ve tezâhürât-ı mânevîyedir. Gaybî ve gizli sızıntılar ve damlalar, mânevî görünüşler ve ortaya çıkışlardır.

Allah’ın emirlerini ve yasaklarını, peygamberlerine melek vâsıtasıyla veya vâsıtasız olarak bildirmesi vahiydir. Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de meâlen buyuruyor ki: “O (Muhammed aleyhissalâtü vesselâm) boş şey söylemez. Yalnız vahyedileni söyler.” 1

İlhâm ise, belli bilgi vâsıtalarına başvurmadan Allah tarafından insanın kalbine veya zihnine indirilen mânâdır. Ya da feyiz yoluyla kalbe gelen mânâ, kalbte meydana gelen, delilsiz olarak anlaşılan ve insanı ibâdet ve amel etmeye götüren ilimdir. Sâlihlerin, iyi kimselerin kalbine gelen İslâmiyet’e uygun mânâlar makbûldür. Çünkü insanın kalb-i mânevîsinde melek-i ilhâm denilen bir nokta vardır ki, ilhâm meleği oradan ilhâm eder. Melek-i ilhâm, insanlara iyi şeyler yapmayı ve kötü şeyleri yapmamayı ilham eden melektir.

Vahiy ve ilhâmlar bir nevî kâinatın Mutasarrıfı ile konuşmadır. O konuşma, “mâ’kes-i vahy ve mazhâr-ı ilhâm olan kalbden uzanan bir nisbet-i Rabbâniyedir ki, kalb o konuşmanın başıdır ve kulağı hükmündedir.” 2 Hem de “Kalb-i Muhammedîye (asm) gelen vahiy ve huzûr-u Muhammediyeye (asm) gelen Cebrâil ve nazar-ı Muhammedîye (asm) görünen hakâik-i gaybîye, sağlam ve müstakimdir, hiçbir cihetle şüphe girmez.” 3

“Heyhât! Her yerde burhan ele gelmez. Böyle incecik bir fer’e cesîm bir neticeyi bindirmek ister. Git gide şüphe, emniyetsizlik tezâyüd eder. Hem de akl-ı nazar penceresiyle eşyaya bakar. Halbûki mahall-i îmân olan kalb, hads ve ilhâm gibi isimlerle tâ’bîr edilen bir hiss-i sâdise-i bâtıniye ile hakâike bakar ki, enbiyada vahiy o hisse göredir. Nazar-ı aklî kendi desatiriyle (düsturlarıyla) çok fakirdir ve dardır. Pek çok hakâike karşı kasır olur. Kavrayamadığından, ‘Hakîkat değil’ der, reddeder.” 4

Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hem beşerdir, beşeriyet i’tibârıyla beşer gibi muamele eder; hem resûldür, risâlet i’tibârıyla Cenâb-ı Hakk’ın tercümanıdır, elçisidir. Risâleti, vahye istinâd eder. Vahiy iki kısımdır:

Biri vahy-i sarihîdir ki, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur: Kur’ân ve bazı ehâdis-i kudsiye gibi.

İkinci kısım, vahy-i zımnîdir (örtülü, gizli vahiy). Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhâma istinâd eder; fakat tafsilâtı ve tasvîrâtı Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsîl ve tasvîrde, zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, bazan yine ilhâma, ya vahye istinâd edip beyan eder, veyahut kendi ferâsetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilât ve tasvîrâtı ya vazîfe-i risâlet noktasında ulvî kuvve-i kudsiye ile beyan eder, veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder.5

Beşerin akıllarına ve fehimlerine göre konuşmak, bir tenezzül-ü İlâhîdir. Rabbimizin biz âciz kullarına İlâhî tenezzülü ve kelâmı ile bizlerle konuşmasıdır. Evet, bütün rûh sahibi mahlûkatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette kendisi dahi o konuşmalara konuşmasıyla müdahale etmesi, Rablığının gereğidir. Kendini tanıttırmak için, kâinatı bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa harikalar içinde yaratan ve binler dillerle mükemmelliğini söylettiren, elbette kendi sözleriyle dahi kendini tanıttıracak. Mevcudatın en seçkini ve en muhtacı ve en nâzenini ve en sevgilisi olan hakikî insanların duâlarına ve şükürlerine fiilen karşılık verdiği gibi, kelâmıyla da karşılık vermek, hâlıkıyetin gereğidir. İlim ile hayatın zarûrî bir lâzımı ve ışıklı bir tezâhürü olan konuşma sıfatı, elbette her şeyi kuşatıcı bir ilmi ve sonsuz bir hayatı taşıyan Zâtta, sonsuz ve devamlı bir sûrette bulunur. En sevimli ve muhabbetli ve endişeli ve dayanak noktasına en muhtaç ve sahibini bulmaya en çok istekli, hem fakir ve âciz bulunan mahlûkatına, acizliği ve istemeyi, fakirliği ve ihtiyacı ve istikbal endişesini ve muhabbeti ve sevmeyi veren bir Zât, elbette kendi vücûdunu ve varlığını onlara konuşması ile (vahiyle) bildirmek ve göstermek, İlâhlığın gereğidir.

Aşırı ve ifrat bir kısım tasavvuf ehli, ilhâmı, vahiy gibi zanneder ve ilhâmı vahiy nevinden telâkki eder, hataya düşer. Vahyin derecesi ne kadar yüksek ve küllî ve kudsî olduğu ve ilhâmat ona nisbeten ne derece cüz’î ve sönük olduğu malûmdur.

Sâdık ilhâmlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevî mükâleme-i Rabbâniyedir. İlhâmın ekseri vâsıtasız olmasıdır. Padişah-ı Ezelînin, umûm âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanıyla, vahiyle ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhâmlarıyla mükâlemesi olduğu gibi; herbir ferdin, herbir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, husûsi bir sûrette, fakat perdeler arkasında onların kabiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesidir (konuşma tarzıdır).

İlhâm gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melâike ilhâmları ve insan ilhâmları ve hayvanat ilhâmları gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor.

İlhâm; “De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenirdi.” 6 âyetinin bir vechini tefsîr ediyor. Teveddüd-ü İlâhî denilen kendini mahlûkatına fiilen sevdirdiği gibi, kavlen ve huzuren ve sohbeten dahi sevdirmek, vedûdiyetin ve rahmâniyetin muktezasıdır.

Kullarının duâlarına fiilen cevap verdiği gibi, kavlen dahi perdeler arkasında icabet etmesi, rahîmiyetin şe’nidir. Ağır beliyyelere ve şiddetli hallere düşen mahlûkatının istimdatlarına ve feryatlarına ve tazarruatlarına fiilen imdat ettiği gibi, bir nevî konuşması hükmünde olan ilhâmî kavillerle de imdada yetişmesi, rububiyetin lâzımıdır.

Çok âciz ve çok zayıf ve çok fakir ve çok ihtiyaçlı ve kendi mâlikini ve hâmisini ve müdebbirini ve hâfızını bulmaya pek çok muhtaç ve müştâk olan zîşuur masnûlarına, vücûdunu ve huzurunu ve himâyetini fiilen ihsâs ettiği gibi, bir nevi mükâleme-i Rabbâniye hükmünde sayılan bir kısım sadık ilhâmlar perdesinde ve mahsûs ve bir mahlûka bakan has ve bir vecihte, onun kabiliyetine göre, onun kalb telefonuyla, kavlen dahi kendi huzurunu ve vücudunu ihsâs etmesi, şefkat-i ulûhiyetin ve rahmet-i rubûbiyetin zarûrî ve vâcip bir muktezasıdır.

Dipnotlar:

1- Necm Sûresi: 53:3.

2- Sözler, 2006, s: 92.

3- Lem’alar, 2006, s: 671.

4- Eski Said Eserleri (Rumûz), 2009, s: 512.

5- Mektubat, 2006, s: 160.

6- Kehf Sûresi, 18: 109.

Bâkî ÇİMİÇ-16.05.2012

[email protected]

http://www.yeniasya.com.tr/yazi_detay.asp?id=6521

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir