Tesâdüm-i efkâr: Fikirlerin çarpışması, münâzara. Tehâlüf-i ukûl: Akılların birbirine zıt olması, uymaması.Bedîüzzamân Hazretleri” tesâdüm-i efkârdan ve tehâlüf-i ukûl”den hakîkat tamamıyla tezâhür eder.” Der.
Pekâlâ, bir hakîkatin ortaya çıkmasında fikirlerin çarpışması ve farklı anlayışların birbirine zıt olmasının sınırları nasıl çizilmelidir? Herkes kendi fikirlerinin doğru olduğunda i’nât eder ve diğer insanların kendi fikirlerini kabûl etmesine zorlarsa bu fikir tartışmasından ortaya nasıl hakîkat çıkar? Yoksa inşikâk çıkarak ayrılıklar dahâ da körüklenmiş olmaz mı?
Bu “tesâdüm-i efkâr ve tehâlüf-i ukûl” hakîkatını tam anlamak ve istikâmet üzere hareket ederek hak kimin elinde olursa alınıp, hak adına kabûl etmek için bu yazıyı hazırlamaya çalıştık. Kim ki nesfin enâniyetine itimad ederse bu hakîkatlerden bîbehre kalacağı ma’lûmdur.
Ba’zen tesâdüm-i efkâr yerine fikirlere düşmanlık yapılabiliyor. Tehâlüf-i ukûl yerine ise nefis ve ene devreye girerek faklı düşünce sahipleri bu düşüncelerini tahakküm vesîlesi yapıabiliyor. Elbette ki böyle anlayış sahipleri nefsî ve hissî davranarak muhataplarına karşı savunduğu düşüncelerinde hakîkatin ortaya çıkmasından dahâ çok, o hakîkate perde olup muhatabı için aksülamele de sebep olmaktadır. Çünkü nefisten çıkan fiiller aksülamele sebep; kalpten çıkan fiiller ise ihlâs sırrı ile muhatapta inşâallah aksülamele sebep olmayacaktır.
Müsbet i’tilâf olarak kabûl edilen tesâdüm-i efkârı hak ve hakîkat adına ve insafla istimâl etmek hakka hizmet olarak kabûl edilmelidir. Nefis, kin, adavet, garaz, tarafgirlik vb sebepler bir insanda galîb geliyorsa işte orada tesâdüm-i efkâr edilmez ve o tesâdüm-i efkârdan barîka-i hakîkat da ortaya çıkmaz. Bedîüzzamân Hazretleri’nin ifâdesi ile fitne ateşleri ortaya çıkar.
İnsanların farklılıklarını vâhidiyet içersindeki ehâdiyet sırrı ile anlamak gerekir. Yüce Allah’ın bütün insanlara elmas ve kömür mesâbesindeki kabiliyetleri vermesi vâhidiyet sırrını gösterir. Her bir insana ise husûsî, fıtrî ve farklı kabiliyetler verilmesi ise ehâdiyet sırrının bir gereğidir.
İnsanlar farklılıklarını ve faklı anlayışlarını kabûl etmeyip, bu farklılıklarını bir zenginlik vesîlesi göremiyorsa işte o zaman o vâhidiyet sırrı içersindeki ehâdiyet sırrının tecellisine muhalefet etmiş olacaktır. O zaman insanlar faklılıklarını birbirlerine tahakküm vesîlesi yapmış olurlar. Halbûki insanlar farklılıklarını bir zenginlik ve “tesâdüm-i efkârdan ve tehâlüf-i ukûlden hakîkat tamamıyla tezâhür eder” şeklinde anlamak zorundadırlar. Eğer bunu böyle kabûl edemezlerse orada nizâ’ çıkar, nefisler devreye girer. Bedîüzzamân Hazretleri ise bu tür kaymalardan hakîkatin ortaya çıkması yerine fitne ateşinin çıkacağını nazara verir.
Bir mü’minin hakîkî îmân etmesi mü’min kardeşini hakîkî sevmesi ile eşdeğer olarak kabûl edilir. Yukarıda bahsettiğimiz teferruattaki farklılıklarımızı birbirimize hased, kin, garaz, adavet, tarafgirlik gibi yüce dinimizin yasakladığı fiilleri işleyerek hiç bir dâvâ kazanılamaz. Olsa olsa sadece nefsimiz haz alır, ancak bu davranışlardan Yüce Allah hoşnut değildir. Allah’ın hoşnut olmadığı bir davranışla hangi dâvâya hizmet edilebilir ki? Bunu nefsimiz adına çok düşünmemiz gerekir.
Eğer bizler Risâle-i Nûrlara muhatap olanlar olarak ehl-i îmân ve Risâle-i Nûrlara muhatap olanlar arasında okuduğumuz bu nâdîde eserlerden derslerimizi alamıyorsak önce ben nefsim adına “Ey nefsim, sana yazıklar olsun.”diyebilmeliyim. Bana hatalarımdan dolayı vurana ise garaz, kin, adavet, tarafgirlik ve bid’alara taraf olmamak şartıyla baş göz üstüne, kabûl ediyorum diyebilmeliyim. Ey nefsim, senin bu vurulmalara çok ihtiyacın var diye ona tokatların gelmesini isteyebilmeliyim ve geldiğinde de muhasebesini yapabilmeliyim.
Eğer, birileri kıskançlık, kin, adavet, garaz, tarafgirlik ve bid’alara taraf olmak adına bize ve özellikle içinde bulunduğumuz cemaatimize ve şahs-ı mânevîyeye vurmaya kalkarsa işte buna karşı o şahs-ı mânevînin hukûkunu korumayı bilmeliyiz. Böyle davranmayı boynumuzun borcu bilmeli, bu durumlarda şahsımızı savunurken âciz bir serçe iken dâvâmızı savunmakta keskin ve hırçın bir atmaca olabilmeliyiz. Zaman zaman üslûbumuzdaki sert ifâdelerin sebebi cemaatimizin şahs-ı mânevîsine yapılan ithamlara cevaplar olarak bilinmesini istirhâm ediyoruz. Nefis cümleden edna, hizmet cümleden alâ.
”Nefis ve şeytan, sizi, kardeşinize karşı itiraza ve haklı olarak tenkide sevk ettiği vakit, deyiniz ki: “Biz, değil böyle cüz’î hukukumuzu, belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saadetimizi Risâle-i Nûr’un en kuvvetli rabıtası olan tesanüde feda etmeye mükellefiz. O bize kazandırdığı netice itibarıyla dünyaya, enaniyete ait herşeyi feda etmek vazifemizdir” deyip nefsinizi susturunuz.[2]”
Sual: Haklı olarak olsa bile, nefsinizi susturunuz diyor. Yukarıda ise hakperest tenkidden bahsedilmiş. İnsaf işlettirilmeli ki hakka hizmet eden tenkid olsun denilimiş.
Ama lahikada geçen bölümü okuduğumda anlayamadım. Biraz açar mısınız?
Aziz kardeşim, yukarıdaki Lahika mektubunda bizleri kardeşlerimize karşı i’tirâza ve haklı olarak tenkide sevkeden muharrik olarak “Nefis ve şeytan” sayılmış. Demek ki bizleri tenkide ve i’tirâza sevk eden nefis ve şeytan olduğuna göre kesinlikle bunlara tevessül etmemeliyiz ve hak vermemeliyiz. Hatta haklı olsak bile bu haklı vechimizi şeytan sağdan yaklaşarak işletebilir ve kardeşimize karşı i’tirâz ve tenkidi kendi lehine çevirebilir. Bizler haklı dahi olsak kardeşlerimize karşı i i’tirâz ve tenkid vaziyeti almamamız gerekiyor ki nefis ile şeytan haklı yönümüzü kendi lehlerine çevirmesin diye anlıyorum.
Çare olarak Üstadımız “Biz, değil böyle cüz’î hukûkumuzu, belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saâdetimizi Risâle-i Nûr’un en kuvvetli rabıtası olan tesânüde feda etmeye mükellefiz. O bize kazandırdığı netice itibarıyla dünyaya, enaniyete ait herşeyi feda etmek vazifemizdir.[3]” deyip nefsinizi susturunuz diyerek bu meseleyi aşmamızı tavsiye etmektedir. Risâle-i Nûr mesleği maddî ve mânevî her şeyden ferâgat mesleği olduğu için hakîkî talebeleri inşâallah bu düstûrlara azamî dikkat ederek nefsin ve şeytanın desiselerine düşmezler, haklı da olsalar kardeşlerine i’tirâz ve tenkid kapılarını açmazlar inâşallah.
Eğer denilse: “Hadiste, “Ümmetimin ihtilâfı rahmettir.[4]”denilmiş. İhtilâf ise tarafgirliği iktizâ’ ediyor.
“Hem tarafgirlik marazı, mazlûm avâmı, zalim havassın şerrinden kurtarıyor. Çünkü bir kasabanın ve bir köyün havassı ittifak etseler, mazlûm avâmı ezerler. Tarafgirlik olsa, mazlûm bir tarafa ilticâ’ eder, kendisini kurtarır.
“Hem tesâdüm-i efkârdan ve tehâlüf-i ukûlden hakîkat tamamıyla tezâhür eder.”
Elcevap:
Birinci suale deriz ki: Hadisteki ihtilâf ise, müsbet ihtilâftır. Yani, herbiri kendi mesleğinin tamir ve revâcına sa’y eder. Başkasının tahrip ve iptaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır.
Amma menfi ihtilâf ise-ki garazkârâne, adâvetkârâne birbirinin tahribine çalışmaktır-hadisin nazarında merduttur. Çünkü birbiriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler.
İkinci suale deriz ki: Tarafgirlik eğer hak namına olsa, haklılara melce olabilir. Fakat şimdiki gibi garazkârâne, nefis hesabına olan tarafgirlik, haksızlara melcedir ki, onlara nokta-i istinad teşkil eder. Çünkü, garazkârâne tarafgirlik eden bir adama şeytan gelse, onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse, o adam o şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukabil tarafa melek gibi bir adam gelse, ona-hâşâ-lânet okuyacak derecede bir haksızlık gösterecek.
Üçüncü suale deriz ki: Hak namına, hakîkat hesabına olan tesâdüm-i efkâr ise, maksatta ve esasta ittifakla beraber, vesâilde ihtilâf eder.
Hakîkatin her köşesini izhar edip hakka ve hakîkate hizmet eder.
Fakat tarafgirâne ve garazkârâne, firavunlaşmış nefs-i emmâre hesabına hodfuruşluk, şöhretperverâne bir tarzdaki tesâdüm-i efkârdan bârika-i hakîkat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor.
Çünkü, maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telâkîsi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritâne gider, kabil-i iltiyam olmayan inşikâklara sebebiyet verir. Hal-i âlem buna şahittir.[5]”
Elhasıl: El-hubbu lillâh, ve’l-buğzu fillâh, ve’l-hükmü lillâh6 olan desâtir-i âliye düstur-u harekât olmazsa, nifak ve şikak meydan alır. Evet, el-buğzu fillâh, ve’l-hükmü lillâh7 demezse, o düsturları nazara almazsa, adalet etmek isterken zulmeder.[6]
“Mü’minlerde nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, hakîkatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir.”
Ey mü’mine kin ve adâvet besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum, dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.
Aynen öyle de, sen, bir hane-i Rabbâniye ve bir sefine-i İlâhiye olan bir mü’minin vücudunda, îmân ve İslâmiyet ve komşuluk gibi, dokuz değil, belki yirmi sıfat-ı mâsume varken, sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir câni sıfatı yüzünden ona kin ve adâvet bağlamakla o hane-i mâneviye-i vücudun mânen gark ve ihrakına, tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şenî ve gaddar bir zulümdür.[7]”
Bâkî ÇİMİÇ
[email protected]
Dipnotlar:
[1] Mektubat ( 268 )
[2] Kastamonu Lahikası ( 234 )
[3] Kastamonu Lahikası ( 234 )
[4] el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:64
[5] Mektubat ( 268 )
[6] Mektubat ( 268 )
[7] Mektubat ( 268 )