Yaşadığımız âhirzamân asrında, asr-ı saadetten günümüze gid gide ve gele gele, sıdk ve kizb ortasındaki mesafe azala azala, omuz omuza geldi. Bir dükkânda ikisi berâber satılmaya başladığı gibi, ahlâk-ı içtimaiye bozuldu. Propaganda-i siyâset, yalana fazla revaç verdi. Yalanın müthiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başladı. İşte böyle dehşetli bir âhirzamân asrının insanlarıyız ve Müslümanlarıyız. Ne yapmalıyız ve ne yapabiliriz? Bu dehşetli asrın maddî ve mânevî hastalıklarından korunabilmek ve kurtulabilmek için öncelikle Kur’ân’ın mânevî bir mucîzesi ve dersleri olan Risâle-i Nûrlara çalışmalıyız ve çıkışı oradan aramalıyız.
Öyleyse yalanın (kizbin) mâhiyeti nedir? Öncelikle ona bakalım.
*Kizb(yalan) ne kadar te’sîrli bir zehirdir.
*Kizb, küfrün esâsıdır.
*Kizb, nifâkın birinci alâmetidir.
*Kizb, kudret-i İlâhiyeye bir iftiradır.
*Kizb, hikmet-i Rabbâniyeye zıttır.
*Ahlâk-ı âliyeyi tahrîb eden, kizbdir.
*Âlem-i İslâmı zehirlendiren, ancak kizbdir.
*Âlem-i beşerin ahvâlini fesada veren, kizbdir.
*Nev-i beşeri kemalâttan geri bırakan, kizbdir.
* Müseylime-i Kezzab ile emsâlini âlemde rezil ve rüsvây eden, kizbdir.
İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, bütün cinayetler içinde tel’ine, tehdide tahsis edilen, kizbdir.[1]
Sual: Bir maslahata binaen kizbin caiz olduğu söylenilmektedir. Öyle midir?
Cevap: Evet, kat’î ve zarurî bir maslahat için mesağ-ı şer’î vardır.
Fakat hakîkate bakılırsa, maslahat dedikleri şey bâtıl bir özürdür.
Zira usûl-i şeriatta takarrur ettiği veçhile, mazbut ve miktarı muayyen olmayan birşey, hükümlere illet ve medar olamaz; çünkü, miktarı bir had altına alınmadığından suistimale uğrar.
Maâhazâ, birşeyin zararı menfaatine galebe ederse, o şey mensûh ve gayr-ı muteber olur. Maslahat, o şeyi terk etmekte olur.
Evet, âlemde görünen bu kadar inkılâplar ve karışıklıklar, zararın, özür telâkki edilen maslahata galebe etmesine bir şahittir.
Fakat kinâye veya tâ’rîz sûretiyle, yani gayr-ı sarîh bir kelimeyle söylenilen yalan, kizbden sayılmaz.
Hülâsa, yol ikidir: Ya sükût etmektir; çünkü söylenilen her sözün doğru olması lâzımdır.
Veya sıdktır; çünkü İslâmiyetin esâsı, sıdktır.
Îmânın hassası, sıdktır. Bütün kemalâta îsal edici, sıdktır.
Ahlâk-ı âliyenin hayatı, sıdktır.
Terakkiyatın mihveri sıdktır.
Âlem-i İslâmın nizamı, sıdktır.
Nev-i beşeri kâbe-i kemalâta îsal eden sıdktır.
Ashab-ı Kiramı bütün insanlara tefevvuk ettiren, sıdktır.
Muhammed-i Hâşimî Aleyhissalâtü Vesselâmı meratib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran, sıdktır.[2]
İşte, Asr-ı Saadetteki inkılâb-ı azîm, sıdk ile kizb, îmân ile küfür kadar birbirinden uzak iken, zaman geçtikçe, gele gele birbirine yakınlaştı.
Ve siyâset propagandası bazan yalana ziyâde revaç verdi.
Fenâlık ve yalancılık bir derece meydan aldı. İşte bu hakîkat içindir ki, Sahâbelere kimse yetişemez. Yirmi Yedinci Sözün zeyli olan Sahâbeler hakkındaki risâleye havale edip kısa kesiyoruz.
Ey bu Cami-i Emevideki kardeşlerim! Ve kırk-elli sene sonra âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki dört yüz milyon ehl-i Îmân olan ihvanımız!
Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur.
Urvetü’l-vuska sıdktır. Yani, en muhkem ve onunla bağlanacak zincir, doğruluktur.
Amma maslahat için kizb ise, zaman onu neshetmiş.
Maslahat ve zarûret için bazı âlim “muvakkat” fetvâsı vermişler.
Bu zamanda o fetvâ verilmez.
Çünkü, o kadar sû-i isti’mâl edilmiş ki, yüz zararı içinde bir menfaati olabilir. Onun için hüküm maslahata bina edilmez.
Meselâ seferde namazı kasretmenin sebebi, meşakkattir. Fakat illet olamaz. Çünkü muayyen bir haddi yok; sû-i isti’mâle düşebilir. Belki illet, yalnız sefer olabilir.
Aynen öyle de, maslahat dahi yalan söylemeye illet olamaz.
Çünkü muayyen bir haddi yok; sû-i isti’mâle müsâit bir bataklıktır. Hükm-ü fetvâ ona bina edilmez.
Öyleyse,”Ya doğru, ya sükût.” Yani, yol ikidir, üç değildir.
Ya doğru, ya yalan, ya sükût değildir.
İşte şimdi beşerin ortadaki dehşetli yalancılığıyla ve tezviratlarıyla emniyet-i umûmiyenin ve rû-yi zemin âsâyişlerinin zîr ü zeber olması, kizble ve maslahatın su-i istimâliyle olmasından, elbette o üçüncü yolu kapatmaya beşer mecbur ediyor ve kat’î emir veriyor.
Yoksa, bu yarım asırda gördükleri umumî harpler ve dehşetli inkılâplar ve sukutlar ve tahribatlar, başlarına bir kıyameti koparacak.
Evet, her söylediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek doğru değil.
Bazan zarar verse sükût etmek… Yoksa yalana hiç fetva yok.
Her söylediğin hak olmalı; fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yok. Çünkü hâlis olmazsa su-i tesir eder, hak, haksızlıkta sarf olur.[3]
Mâlûmdur ki, fenn-i belâgatta bir lâfzın, bir kelâmın mânâ-i hakikisi, başka bir maksud mânâya sırf bir âlet-i mülâhaza olsa, ona lâfz-ı kinâî denilir. Ve kinâî tâbir edilen bir kelâmın mânâ-i aslîsi medâr-ı sıdk ve kizb değildir; belki kinâî mânâsıdır ki, medâr-ı sıdk ve kizb olur. Eğer o kinâî mânâ doğru ise, o kelâm sâdıktır; mânâ-i aslî kâzib dahi olsa, sıdkını bozmaz. Eğer mânâ-i kinâî doğru değilse, mânâ-i aslîsi doğru olsa, o kelâm kâzibdir. Meselâ, kinâî misâllerinden, “Filânün tavîlü’n-necad” denilir. Yani, “Kılıncının kayışı, bendi uzundur.” Şu kelâm, o adamın kametinin uzunluğuna kinâyedir. Eğer o adam uzun ise, kılıncı ve kayışı ve bendi olmasa da, yine bu kelâm sâdıktır, doğrudur. Eğer o adamın boyu uzun olmazsa; çendan, uzun bir kılıncı ve uzun bir kayışı ve uzun bir bendi bulunsa, yine bu kelâm kâzibdir. Çünkü, mânâ-i aslîsi, maksud değil.[4]
Yalan bir lâfz-ı kâfirdir.
Bir dane sıdk, yakar milyonla yalanı.
Bir dane-i hakîkat, yıkar kasr-ı hayali.
Sıdk büyük esastır, bir cevher-i ziyalı.
Yeri verir sükûta-eğer çıksa zararlı.
Yalana yer hiç yoktur, çendan olsa faydalı.
Her sözün doğru olsun, her hükmün hak olmalı.
Lâkin hakkın olamaz her doğruyu söz etmek.
Bunu iyi bilmeli. “Huz mâ safâ, da’ mâ keder” kendine düstur etmeli.
Güzel gör, hem güzel bak. Tâ güzel düşünmeli.
Güzel bil, hem güzel düşün. Tâ leziz hayatı bulmalı.
Hayat içinde hayattır hüsn-ü zanda emeli.
Sûizanla yeistir saadet muharribi, hem de hayatın katili.[5]
Yalan, yalana mukaddeme olduğu için…[6]
Halbuki, siyaset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanat içine girmiş ki, vesvese-i şeyâtîn hükmüne geçmiştir.[7]
Halbuki, şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, adeta omuz omuza vermişler.
Sıdktan yalana geçmek, pek kolay gidiliyor.
Hattâ, siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor.
İşte, en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiyatla satılsa, elbette pek âli olan ve hakîkat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası, o dükkâncının marifetine ve sözüne itimad edip körü körüne alınmaz.[8]
S- Neden çok âdât-ı müstemirremizi tezyif ediyorsun?
C – Herbir zamanın bir hükmü vardır. Şu zaman, bazı ihtiyarlanmış âdâtın mevtine ve neshine hükmediyor. Mazarratlarının menfaatlerine olan tereccuhu, idamına fetvâ veriyor.
S – Herşeyden evvel bize lâzım olan nedir?
C – Doğruluk.
S – Daha?
C – Yalan söylememek.
S – Sonra?
C – Sıdk, ihlâs, sadakat, sebat, tesanüd.
S – Yalnız…
C – Evet…
S – Neden?
C – Küfrün mahiyeti yalandır. Îmânın mahiyeti sıdktır. Şu burhan kâfi değil midir ki, hayatımızın bekası imaın ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır?[9]
Evet, Sahâbeler ekseriyet-i mutlaka itibarıyla hakka âşık, sıdka müştak, adalete hâhişgerdirler.
Çünkü yalanın ve kizbin çirkinliği, bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği, bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesafe, Arştan ferşe kadar açılmış, esfel-i sâfilîndeki Müseylime-i Kezzâbın derekesinden, âlâ-yı illiyyînde olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür.
Halbuki, o zamandan sonra, gid gide ve gele gele, sıdk ve kizb ortasındaki mesafe azala azala, omuz omuza geldi.
Bir dükkânda ikisi beraber satılmaya başladığı gibi, ahlâk-ı içtimaiye bozuldu.
Propaganda-i siyaset, yalana fazla revaç verdi. Yalanın müthiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başladığı zamanda, kimin haddi var ki, Sahâbenin adalet ve sıdk ve ulviyet ve hakkaniyet hususundaki kuvvetlerine, metanetlerine, takvâlarına yetişebilsin veya derecelerinden geçsin?[10]
Esmâ Bintu Yezîd radıyallahu anha anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
“Ey insanlar! Pervanenin ateşe atılması gibi sizi yalanın peşine düşmeye sevkeden şey nedir? Halbuki, üç yer hariç yalanın her çeşidi âdemoğluna haramdır:
Bu üç yere gelince:
1. Erkeğin, rızasını sağlamak için hanımına yalanı,
2. Harpte söylenecek yalan. Çünkü harp bir hileden ibarettir.
3. İki müslümanın arasında sulhü sağlamak kasdıyla söylenen yalan.[11]”
5173 – Ümmü Külsüm Bintu Ukbe radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ı işittim, diyordu ki:
“İki kişinin arasını düzelten, hayır söyleyip, hayır tebliğ eden kimse yalancı değildir.[12]”
Safvan İbnu Süleym ez-Zühri radıyallahu anh anlatıyor: “Bir adam: “Ey Allah’ın Resûlü! Ben karıma yalan söyleyeyim mi?” demişti. Aleyhissalatu vesselam: “Yalanda hayır yoktur!” buyurdular.
Adam:
“Vaadde bulunmama, lehinde söylememe ne dersiniz?” diye tekrar sordu. Aleyhissalatu vesselam da: “Öyleyse sana bir vebal yok!” buyurdular.[13]”
İşte yukarıdaki Efendimizin(ASM) ifadelerinden de anlaşılıyor ki zaruret durumu olan ve iki kişinin arasını düzeltmek ve hanımına vaadde bulunup, lehinde söylemek zaten yalan değildir. Demek oluyor ki bu zamanın insanlarının zaaf-ı Îmândan gelen ve terbiye-i İslâmiyenin zayıflaması sebeplerinden olacak ki sû-i isti’mâl e uğraması ve maslahattan çok dine zarar vermesi nedeniyle zamanın yalan için verilen fetvaları kaldırdığını Üstadımız söylüyor.Ben yukarıdaki üç yerde Efendimizin (asm) izin verdiği yerlerde söylenenleri yalan yani kizb olarak anlamıyorum.
Sual: Bir maslahata binaen kizbin caiz olduğu söylenilmektedir. Öyle midir?
Cevap: Evet, kat’î ve zarurî bir maslahat için mesağ-ı şer’î vardır.
Fakat hakîkate bakılırsa, maslahat dedikleri şey bâtıl bir özürdür.
Zira usûl-i şeriatta takarrur ettiği veçhile, mazbut ve miktarı muayyen olmayan birşey, hükümlere illet ve medar olamaz; çünkü, miktarı bir had altına alınmadığından suistimale uğrar.
Maahaza, birşeyin zararı menfaatine galebe ederse, o şey mensuh ve gayr-ı muteber olur. Maslahat, o şeyi terk etmekte olur.
Evet, âlemde görünen bu kadar inkılâplar ve karışıklıklar, zararın, özür telâkki edilen maslahata galebe etmesine bir şahittir.
Fakat kinaye veya târiz suretiyle, yani gayr-ı sarih bir kelimeyle söylenilen yalan, kizbden sayılmaz.[14]
Amma maslahat için kizb ise, zaman onu neshetmiş.
Maslahat ve zaruret için bazı âlim “muvakkat” fetvâsı vermişler.
Bu zamanda o fetvâ verilmez.
Çünkü, o kadar sû-i isti’mâl edilmiş ki, yüz zararı içinde bir menfaati olabilir. Onun için hüküm maslahata bina edilmez.
Meselâ seferde namazı kasretmenin sebebi, meşakkattir. Fakat illet olamaz. Çünkü muayyen bir haddi yok; sû-i isti’mâl e düşebilir. Belki illet, yalnız sefer olabilir.
Aynen öyle de, maslahat dahi yalan söylemeye illet olamaz.
Çünkü muayyen bir haddi yok; sû-i isti’mâl e müsait bir bataklıktır. Hükm-ü fetvâ ona bina edilmez.
Öyleyse,”Ya doğru, ya sükût.” Yani, yol ikidir, üç değildir.
Ya doğru, ya yalan, ya sükût değildir.
İşte şimdi beşerin ortadaki dehşetli yalancılığıyla ve tezviratlarıyla emniyet-i umumiyenin ve rû-yi zemin âsâyişlerinin zîr ü zeber olması, kizble ve maslahatın su-i istimâliyle olmasından, elbette o üçüncü yolu kapatmaya beşer mecbur ediyor ve kat’î emir veriyor.
Yoksa, bu yarım asırda gördükleri umumî harpler ve dehşetli inkılâplar ve sukutlar ve tahribatlar, başlarına bir kıyameti koparacak.
Evet, her söylediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek doğru değil.
Bazan zarar verse sükût etmek… Yoksa yalana hiç fetva yok.
Her söylediğin hak olmalı; fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yok. Çünkü hâlis olmazsa su-i tesir eder, hak, haksızlıkta sarf olur.[15]
Âhirzamanda, dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:
Birisi: Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr edecek, Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır.
İmam-ı Ali’nin (r.a.) dediği gibi demişler ki: Onların Deccalı Süfyandır, İslâmlar içinde çıkacak, aldatmakla iş görecek.[16]
Halbuki, benim gibi asabî ve “İnneme’l-hiyletü fî terki’l-hiyel” düsturuyla,en büyük hileyi hilesizlikte bulan …[17]
İslâmiyet âşikâredir.
Hem de kuvve-i ittisâiyesi tazyik olunsa âleme zelzele verecek.
Hem de ihfa(gizlemek), hîle ve şüpheyi dâvet ettiğinden, hile ve şüpheden münezzeh olan hakîkat, hafâdan da müstağnidir.
Hem de hile, terk-i hile ve doğruluktur.
Hem de başka cemiyete kıyas olunmaz. Zira onlar teessüse başlıyorlar, bu ise müesses iken bazı köşelerden tecellî ediyor.
Hem de bidayet-i İslâmda kırk oldu, saklanmadı; nasıl üç yüz milyondan sonra gizlenecek?
Hem de bir şeyi akıl görür, kabul eder. Fikir uğraşır, teslim eder.
Bir hakîkat hafâ perdesini kabul etmez.[18]
Tarîk-i Muhammedî (aleyhissalâtü vesselâm) şüphe ve hileden münezzeh olduğundan, şüphe ve hileyi ima eden gizlemekten de müstağnidir.
Hem o derece azîm ve geniş ve muhît bir hakîkat, bahusus bu zaman ehline karşı hiçbir cihetle saklanmaz.
Bahr-i ummân nasıl bir destide saklanacak?[19]
İhfâ ve havf riyâdandır.[20]
Hem madem hulfülvaad ve hilâf ve kizb ve aldatmak, en çirkin bir haslet ve naks ve kusurdur.[21]
Sıdk kendi hüsn-ü hakikîsini kemal-i haşmetle izhar ve onunla temessük eden Muhammed’i (a.s.m.) âlâ-yı illiyyîn-i şerefe ilâ ve âlemde inkılâb-ı azîmi ika ettiğinden şarktan garba kadar kizbden bu’d derecesini göstermekle kıymet-i âliyesini ilâ etmek cihetiyle sûku ve metaını gayet nâfık ve râic etmiştir.
Ve kizb ise, teşebbüsat-ı azîmeyi murdarların lâşeleri gibi ruhsuz bıraktığı için, nihayet kubhunu izhar ve onunla temessük eden Müseylime ve emsali esfel-i sâfilîn-i hissete düşürdüğü cihetle, metâ-ı zehr-âlûdu ve sûku gayet muattal ve kesat etmiştir.[22]
İstihza, hud’a, ikiyüzlülük, hile,kizb, riya gibi kötü ahlâklar münafıkta var.
Kâfirde o derecede yoktur. Bu cihetten münafıklar hakkında itnab yapılmıştır.[23]
Ahlâk-ı âliyeyi ve yüksek huyları hakîkate yapıştıran ve o ahlâkı daima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır. Eğer sıdk kalkıp araya kizb girerse, rüzgârlara oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insanlara oyuncak olur.
Kezalik, bir zatta içtima eden ahlâk-ı âliye kizb, hile gibi alçak halleri reddeder.
Evet, yalnız şecaatle iştihar eden bir zat, kolay kolay yalana tenezzül etmez.
Bütün ahlâk-ı âliyeyi cem eden bir zat, nasıl yalana ve hileye tenezzül eder; imkânı var mıdır?[24]
Hem de usul-ü mukarreredendir: Sıdk ve kizb, yahut tasdik ve tekzip, kinayât ve emsallerinde, fenn-i beyanda “maânî-i ûlâ” tâbir olunan suret-i mânâya raci değildirler.
Ancak “maânî-i sânevî”(İkinci derecedeki mânâlar. İşarî, mecazî, remzî mânâlar ) ile tabir olunan maksat ve garaza teveccüh ederler.
Mesela: “Filânın kılıcının bendi uzundur” denilse, kılıcı olmazsa da, fakat kameti uzun olursa, yine hüküm doğrudur, yalan değildir. Hem de, nasıl kelâmda bir kelime, istiâreye(geçici olarak almaya) karine-i mecazdır(mecaza ait işarettir).[25]
Ve kizb ise, teşebbüsat-ı azîmeyi murdarların lâşeleri gibi ruhsuz bıraktığı için, nihayet kubhunu izhar ve onunla temessük eden Müseylime ve emsali esfel-i sâfilîn-i hissete düşürdüğü cihetle, metâ-ı zehr-âlûdu ve sûku gayet muattal ve kesat etmiştir.[26]
Görüyoruz: Bu zamanda sıdk ve kizbin mabeynleri ancak bir parmak kadar vardır. Bir çarşıda ikisi de satılır.
Fakat herbir zamanın bir hükmü var. Hiçbir zamanda Asr-ı Saâdet gibi sıdk ve kizbin ortasındaki mesafe açılmamıştır.[27]
Bâkî ÇİMİÇ
Dipnotlar:
———————
[1] İşârâtü’l-İ’câz
[2] İşârâtü’l-İ’câz
[3] Hutbe-i Şâmiye
[4] Otuz İkinci Söz
[5] Lemaat
[6] Muhakemat
[7] Yirmi Yedinci Söz
[8] Yirmi Yedinci Söz
[9] Münazarat
[10] Yirmi Yedinci Söz
[11] Tirmizi, Birr 26,(1940)
[12] Buhari, Sulh 2; Müslim,Birr 101
[13] Muvatta, Kelâm 18,(2, 990).
[14] İşaratül İcaz
[15] Hutbe-i Şamiye
[16] Beşinci Şua
[17] Mektubat
[18] Hutbe-i Şâmiye
[19] Divan-ı Harb-i Örfî
[20] Divan-ı Harb-i Örfî
[21] Yirminci Mektup
[22] Muhakemat
[23] İşârâtü’l-İ’câz
[24] İşârâtü’l-İ’câz
[25] Muhakemat
[26] Muhakemat
[27] Muhakemat