Kur’ân, şu büyük kâinat kitabının ezelde takdir edilen Rabbimizin marziyatı ve maksadının bir tercümesidir. Ezel Allah’ın geçmiş, hâl ve geleceği an olarak tuttuğu ve an olarak hükmettiği caniptir.
Allah ilm-i ezelisinde kâinat için irâde etmiş olduğu bütün maksatlarını Kur’ân’da bildirmiş olduğundan o mukaddes kitabımız olan Kur’ân, kâinatın şifrelerini ve maksatlarını tercüme etmekte ve îzâh etmektedir.
Allah’ın kelâmı olan ve bütün varlıkların mânâ, mâhiyet ve vazifelerini açıklayan mevcûdâtın tercümesi hükmünde olan Kur’ân-ı Kerîmdir. Bu kitapla yüce Allah büyük kâinat kitabının ezelî tercümesini yaparak bizlere bildirmiştir.
Yüce Allah’ın kâinata koyduğu yaratılış kànunlarını okuyan, îzâh eden ve bize bildiren de Kur’ân’dır. Bu ayetleri çeşitli lisânlarla tercüme ederek yüce yaratıcımız Allah(cc) bize bildirmekte ve Efendimiz Hz.Muhammed (sav) de bu kâinatın fıtrî kànunlarını ve gizli hazînelerini Kur’ân’dan okuyarak hem yaşamış hem de bizlere okumuş ve tercüme etmiştir.
Öyleyse bütün ilimleri fen ve felsefe de dâhil, okumak ve anlamak için Kur’ân’a müracaat etmeliyiz. Kur’ân’ı anlamak ve bu ilimleri fehmetmek bizim için zor olabilir. Bu durumda da Efendimiz (sav)’e ittiba etmeli ve O’nun her asırda veresesi (vârisi) hükmünde olan âlimlere ve müceddidlere uymalıyız ki Kur’ân’ın mütenevvi (çeşitli) ilimlerinden ve kâinatı okuyan tercümesinden mahrum kalmayalım.
Kur’ân şu âlem-i gayb ve şehâdetin ve kâinat kitabının müfessiri, tefsiri, tâ’rîf edicisi, izâh edicisi ve mükemmel olarak açıklayıcısıdır.
Müfessir, tefsir eden, izâh eden, anlayabildiği mânâyı söyleyen demektir. İşte Kur’ân gördüğümüz ve görmediğimiz âlemlerin müfessiri ve izâh edicisidir. Elbette ki Kur’ân’ın bizim anlayamadığımız cihetlerini Efendimiz (sav) ve O (sav)’nun neslinden her asırda gelen müceddidler tefsir etmişler ve bizlere îzâh etmişlerdir
Kur’ân yeryüzünde ve gökyüzünde gizli olan Allah’ın güzel isimlerinin ve mânevî hazînelerinin keşfedicisidir.
Esmâ-i İlâhiye, Allah’ın güzel isimleridir. Kâinat bu güzel isimlerin tecellileridir. Kur’ân mâdem kâinatı okuyor ve anlatıyor, öyleyse zahiren gizli olan Allah’ın güzel isimlerini keşfedip îzâh eden yine Kur’ân’dır. Kur’ân bu mânâda mükemmel bir kâşifdir.
Kur’ân, hâdiselerin satırları altında gizli ve saklı kalan hakîkatlerin ve hazînelerin anahtarıdır. Kâinatta her bir hâdise Allah’ın esmâ hazîneleridir. O hazîneleri açıp kıymettar esmâ mücevherâtının mânâlarını okumak için öncelikle hazîneyi açmak gereklidir. İşte Kur’ân o güzel isimler hazînesinin ahahtarıdır.
Bâ’zen bir anahtar hazîneden dâhâ kıymettardır. Çünkü hazîneyi açmak için anahtar çok önemlidir. Aynen öyle de Kelâm-ı Ezelî olan kitabımız Kur’ân’ı Azîmüşşan kâinatta gizli olan yüce Allah’ın tecelli-i esmâlarını ve hazînelerini açan bir anahtar hükmündedir.
Kur’ân hem gözümüzle gördüğümüz âlem-i şehâdet hem de gözümüzle göremediğimiz âlem-i gaybın lisânı, dili, konuşmasıdır.
Kur’ân gördüğümüz ve göremediğimiz âlemleri bizlere anlatıyor, tılsımlarını ve sırlarını açıyor, esmâ lisânı ile bizlere dersler veriyor. Ne mutlu o derslere kulak verenlere ve dinleyenlere.
Şu şehâdet âlemi dediğimiz yaşadığımız ve gözümüzle gördüğümüz âleme envâî çeşit rızıklar gönderiliyor. Bu rızıklar âlem-i gayb dediğimiz gözümüzle göremediğimiz Rabbimizin hazîne-i gayb âlemlerinden gönderiliyor. Bu hâl bir nev’î çok muhtaç olan biz kullarına ve bütün mahlûkatına Rabbimizin sonsuz ikrâmları ve merhametidir. Allah bize acıyor ve merhâmet ediyor ve de iltifât ediyor. Bir nev’î ezelî ve sonsuz hazînelerinden bizlere muhtaç olduğumuz rızıkları gönderiyor. Çünkü O(cc)’nun hazîneleri sonsuz. Allah ganî ve sonsuz cömerttir. Bizlere kendini tanıttırmak, sevdirmek hem de bu tanıttırmaktan sonra şükrettirmek istiyor. Bunu yarattığı mevcûdat ve rızıklarla yapıyor.
Bizler de bizlere sonsuz hazînelerinden ihsan eden ve rızık veren Rabbimizi tanımalı ve ona şükretmeliyiz. En mükemmel şükür ise NAMAZ iledir. Çünkü namaz küllî bir şükür ve niyazdır. Ubûdiye-i küllîyedir.
İşte Kur’ân bizlere bu gayb âlemlerinden gelen rızıkları ve hazîneleri anlatıyor. Siz başıboş değilsiniz, buraya sizi gönderen başıboş bırakmamış ve sizi envâ-i çeşit rızıklarla donatmış ve besliyor size iltifât ediyor diye anlatıyor. Zaten bizim yaratılış gâyemiz de Rabbimizi tanımak ve O(cc)’na kullak yapmak değil mi?
O zaman Kur’ân’ı okuyalım O’nu dinleyelim, emirleri istikâmetinde yaşamaya gayret edelim inşâallah.
Kur’ân, İslâmiyetin mânevî âleminin güneşidir. Çünkü İslâmiyet Kur’ân ile nûrlanmış ve aydınlanmıştır. Bu nedenle de İslâmiyet’in bütün prensipleri Kur’ân’dandır. Kur’ân ise kelâm-ı ezelîdir. Allah’ın ezelî konuşması ve mükâlemesidir.
Kur’ân, İslâmiyet’in mânevî âleminin güneşi olduğu gibi aynı zamanda da temeli, esası ve kaynağıdır. İslâmiyet bütün dayanağını ve ölçülerini Efendimiz (sav)’in sünnetinden almakta Efendimiz (sav) de Kur’ân’dan almaktadır. O halde Kur’ân İslâmiyet âlem-i mânevîsinin aynı zamanda hendesesi yâni şaşmaz ölçüsü ve çizgisidir.
Kur’ân, âhiret âlemlerinin mukaddes ve kudsî bir haritasıdır. Âhiret âlemlerinin işâretlerini ve beşâretlerini bildirir.
Dünyevî haritaları herkes okuyamaz ve malûmat sahibi olamayabilir. Ancak ehli ve sahasında uzman olanlar o haritadaki işâret ve şekillerden çok önemli mânâlar ve îzâhlar çıkarırlar ve de anlatırlar. İşin ehli olmayanlar ise ehlinden aldıkları bilgilerle haritaya muhatap olur ve haritayı okumaya başlarlar. Kendilerine lüzûmlu bilgileri ve ihtiyaçları harita uzmanlarının îzâhları çerçevesinde yararlanırlar.
İşte Kur’ân da âhiret âlemlerinden haber veren ve hem dünya hem de âhiretin ihtiyaçlarını bizlere anlatan ve bildiren bir harita, hem de kudsî bir harita hükmündedir. O haritayı bizlere îzâh ve tefsir edenler ise önce Peygamberimiz(asm) ,sonra da mücedditler ve müfessirlerdir. Bizler o kudsî haritayı okuyamaz ve hakîki mânâda anlayamaz isek müracaat edeceğimiz mücedditler ve müfessirler vardır.
Nasıl ki bir define arayıcısı define haritasını ince ince tedkik ediyor ve definenin yerini tespit edebilmek ve o defineye ulaşmak için ömrünün neredeyse yarısından fazlasını harcıyor ise; bizler de âhiret definesinin-cennetin-haritası olan Kur’ân haritasını ince ince tedkik etmeli ve ebedî definemizi kaybetmemeliyiz.
Kur’ân; Allah’ın zatının, sıfatlarının ve isimlerinin ve de şuûn-u İlâhiye dediğimiz Allah’a âit şenler, işler ve Allah’a âit çok yüksek, ulvî, kudsî, güzel mânâlarının açıklayıcı sözü, ap açık anlatan tefsiri, kat’î, en sağlam, şeksiz ve şüphesiz delil ve de parlak tercümânıdır.
Kur’ân Allah’ın zatından bahsediyor, zatî ve sübutî sıfatlarından bahsediyor, güzel isimlerinden bahsediyor, kâinata tecelli eden işlerinden ve fillerinden bahsediyor. Hem de öyle bir bahsediyor ki ap açık, en sağlam, şüphesiz delillerle bahsediyor ve anlatıyor. Öyleyse Kur’ân’ı okumalı, dinlemeli ve emirlerine itaat etmeliyiz.
İslâmiyet insâniyet-i kübrâdır. İnsâniyet-i kübrâyı ise en büyük insanlık olarak biliyoruz. Demek oluyor ki en büyük insanlık olan İslâmiyet’in suyu (mâ) ve ışığı (ziyâ) yine Kur’ân’dır.
İslâmiyet’e ve insanlığa hayat, nûr ve ışık veren Kur’ân’dır. Kur’ân hem hayatın ab-ı hayatı (hayat suyu) hem nûru ve mihveridir.
İslâmiyet Kur’ân ile mânâlanıyor ve insâniyet-i kübrâ oluyor. Efendimiz (sav)’in hayatı ile de hayata tatbik ediliyor. Böylece İnsâniyet-i kübrâ olan İslâmiyet, hayat buluyor ve devam ediyor. Eğer insan cihazatını insaniyet-i kübrâ denilen İslâmiyet hesabına sarf ederse, bir “küllî” ve “küll” olur.
Kur’ân, insan nev’înin ve beşeriyetin hakîkî hikmetini, insanlığın faydasına ve maslahatına lüzûmlu fenleri, bilgileri ve yararlı gerçekleri îzâh eder; insanları o hakîkate sevk ve teşvik eder. Bu sevk ve teşviki peygamber kıssaları ve mu’cizeleri ile bildirir. İnsanlığı bu teşvik ile terakkiyât-ı medeniyenin güzelliklerine ve ilerlemesine yönlendirir. Böylece Kur’ân insanlığı hem irşâd eder hem de dünyevî saadetine giden yolda onları teşvik eder. Çalışma ve terakkide beşeriyeti destekler. Onları gayretlendirir ve ümit verir. Çalışma şevk ve zevklerini şiddetlendirir. Bu mânâda da Kur’ân üstad ve mürşiddir. Çünkü hakîkî mürşid Kur’ân’dır.
Kur’ân insaniyeti ve beşeriyeti saadete ve mutluluğa sevk eden hakîkî mürşid, irşad edici ve hidâyet verici bir kitaptır.
İnsan rehbersiz ve mürşidsiz doğru yolu bulamaz. Ancak insanın kurtuluşu, mutluluğu ve huzuru ise Kur’ân iledir. Allah’a ulaşmak ve doğru yolu bulmak ve istikamette gitmek için bir yol göstericiye ve hidâyetine vesîle olacak bir mürşide şiddetle ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacını karşılayacak olan mürşid, irşad edici ve hakîkî yol gösterici ancak ve ancak Kur’ân’dır. Bu mânâda Kur’ân’dan başka hakîkî mürşid ve irşad edici bir kitap olamaz. O mürşid-i hakîkî olan Kur’ân’ı ise en mükemmel olarak yaşayan ve bizlere rehberlik yapıp anlatan ve îzâh eden ise Efendimiz(sav)’dir.
Kur’ân insana hem bir kitab-ı şeriat; yâni kànun kitabı, teşriî ve tekvîni (dînî ve kevnî) bütün kànunları kendisinde toplayan küllî bir kànunlar kitabıdır.
Hem bir kitab-ı duâdır. Duâ ubûdiyet ve kulluğun özüdür. Biz kullar Rabbimizin yüce kitabı olan Kur’ân ile ve ondaki ayetler ile Allah’a duâ ediyoruz. Böylece Kur’ân mükemmel ve emsâli olmayan bir duâ kitabıdır.
Hem bir kitab-ı hikmettir. Hikmet, ilim, gàyeli olma ve faydalılıktır. Bu mânâda Kur’ân tam bir hikmet kitabıdır. Bütün mesajları ve hükümleri hikmet esasları üzerinedir. Gereksiz ve lüzûmsuz hiç bir meselesi ve mesajı yoktur. Bütünü tam bir mazhâriyet ile mükemmel bir maslahat ve gàyeyi tâ’kîp eder.
Hem bir kitab-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet kulluk demektir. Bu mânâda da Kur’ân tam bir kulluk programı ve ubûdiyet kitabıdır. Kul rabbine niyazda bulunurken mukaddes kitabı olan Kur’ân’daki emirler ve ibâdetler çerçevesinde hareket ederek kullukta bulunur ve Kur’ân’ın göstermiş olduğu mertebelere ulaşabilir.
Hem bir kitab-ı emir ve dâvettir. Kur’ân aynı zamanda emir ve dâvet kitabıdır. Emir ve dâveti hayra ve kulluğadır. Cennete ve rızâyadır. Hayra ve hasenâtadır. Yine Kur’ân’ın emir ve dâveti, günahtan kaçınmaya, haramlardan yüz çevirmeye ve cehennemden sakınmayadır.
Hem bir kitab-ı zikirdir. Zikir Allah’ı çok çok anıp, büyüklüğünü düşünmektir. Bu mânâda da Kur’ân tam bir zikir kitabıdır. Allah’ı anmak ve devamlı lisânımızda O’nu söyleyip zihnimizde düşünmek ve esmâsını zikretmek en güzel şekilde Kur’ân ile olmaktadır.
Hem bir kitab-ı fikirdir. Yâ’nî düşünce kitabıdır. Kur’ân aynı zamanda da tefekkür kitabı, düşünce ve fikir istikametine ulaşma kitabıdır. Zihin Kur’ân ile nemalanmakta, bereketlenmekte, sağlıklı düşünmekte ve de tefekkür etmektedir. Sağlıklı bir fikir ancak Kur’ân ile olabilir.
Kur’ân bütün insanların bütün mânevî ihtiyaçlarına müracaat edilecek olan çok kitapları, tefsirleri içine alan ve kendinde toplayan mukaddes bir kitaptır. İnsan ebede müptelâ ve ebede müteveccihtir. Kalbî ve vicdânî bütün ihtiyaçları insanın mânevî hâcâtlarıdır. İnsanın bu ihtiyaçlarına mercii yegâne kitap Kur’ân’dır. Câmi; cem eden yâ’nî toplayan, bir araya getiren demektir. Kur’ân’da insanlığın bütün mânevî ihtiyaçlarına cevap veren ve o ihtiyaçları karşılayan kitaplara mercilik ve kaynaklık yapmaktadır. Bu kitaplar Kur’ân’a istinad edilerek yazılan milyonlarca tefsirlerdir.
Kur’ân, Bütün evliyaların ve velilerin, sıddıkîn yani özü sözü bir olan evliya topluluğunun, urefâ yâ’nî Arifler, irfan sahipleri, Allah’ı isim ve sıfatlarıyla hakkıyla tanıyanların, muhakkıkînin yâ’nî hakîkati bulup meydana çıkaranlar, iç yüzünü araştırıp bulan büyük İslâm âlimleri ve velîlerinin ayrı ayır mesleklere, her birindeki meşrep ve yolların mezâkına yâ’nî lezzet, zevk ve şevklerine lâyık ve o meşrep ve yolları nurlandıran, her bir mesleğin maksatlarına ve gâyelerine uygun, o mesleği tâ’rîf edecek birer kitap ve tefsir ortaya çıkmasına sebep olan mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitab-ı semâvîdir.
İslâm’a ve dîne hizmet dâvâ eden ehl-i sünnet çizgisinde olan cemaatler, meslekler ve yollar kendi mesleklerine, meşreplerine ve yollarına Kur’ân’dan bir dayanak bulur ve o yolda mesleklerinin ve meşreplerinin bütün özelliklerini ve güzelliklerini Kur’ân’dan îzâh ederler ve de eserler ortaya koyarlar ve koymuşlardır.
Kur’ân sadece bir asra hitap eden bir kitap değil bütün zamanları ve asırları içine alan ve her asırda yeniden nâzil oluyor gibi gençliğini muhâfaza eden Rabbimizin ezelî kelâmıdır.
Bu nedenle de her asır kendi asrının bütün ihtiyaçlarını Kur’ân’dan bulabilir, bulmuş ve bulmalıdır. Bu ise mücedditler silsilesi ile olmuştur ve bu zamanda da aynen öyledir.
Kur’ân Allah’ın ilâhlığının bir fermânı ve ilânıdır. Bu ilâhlık sınırlı değil bütün mevcûdatın ilâhlığı cihetiyle küllîdir. Bir buyruk ve emirdir. Böylece Kur’ân bütün mâsivanın ve mevcudatın ilâhlığı nâmı ile yüce bir fermân ve buyruktur.
Hâlık, yoktan yaratan, her şeyi yoktan var eden, yaratıcı; Allah’tır. Bu hâlık ünvanı bütün semâvat ve arzın yaratıcısı olma cihetiyle külli bir hâlıkıyattır. Bu küllî nâm ile Kur’ân ezelî bir hitab, söz ve konuşmadır. Bu hitab bütün semâvat ve arzın sekenelerine şamildir. Mevcudatın en müntehabı ve en muhtacı ve en nazenini ve en müştakı olan hakîkî insanların münâcatlarına ve şükürlerine fiilen mukâbele ettiği gibi, kelâmıyla da mukabele etmek, hâlıkıyetin şe’nidir.
Rubûbiyet-i mutlaka, mutlak rubûbiyet, sınırsız, hiç bir kayıd ve şarta tabi olmayan Rabb’lıktır. Her şeyi kuşatan ve emri altında bulunduran, terbiye eden Allah’ın kayıtsız, şartsız terbiye ediciliğidir. “Beşerin akıllarına ve fehimlerine göre konuşmak bir tenezzül-ü ilâhîdir. Evet, bütün zîrûh mahlûkatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette kendisi dahi o konuşmalara konuşmasıyla müdahale etmesi, rubûbiyetin muktezasıdır. “De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenirdi.” (Kehf Sûresi, 18.109.) âyetinin sırrıyla, kelâm-ı İlâhî nihayetsizdir. Bir zâtın vücudunu bildiren en zâhir alâmet, konuşmasıdır. Demek bu hakîkat, nihâyetsiz bir sûrette Mütekellim-i Ezelînin mevcudiyetine ve vahdetine şehâdet eder.
Saltanat-ı âmme-i Sübhâniye, her türlü kusur ve noksandan uzak olan Allah’ın her şeye hükmeden, her şeyi kuşatan saltanatıdır. İşte Kur’ân bu saltanat hesâbıyla yüce Alllah’ın ezelî hutbesi, başlangıcı olmayan Allah’ın konuşması ve hitabıdır. Çünkü kendini tanıttırmak için kâinatı, bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa hârîkalar içinde yaratan ve binler dillerle kemalâtını söylettiren, elbette kendi sözleriyle dahi kendini tanıttıracaktır ve hutbe-i ezeliyesi ile de tanıttırmıştır.
Rahmâmiyet cilvesi, Allah’ın sonsuz merhamet ve şefkatle bütün varlıkları rızıklandıran esmâsının cilvesi ve Cenâb-ı Hakkın kullarını beslemesi, koruması ve merhamet etme vasfıdır. Allah’ın rahmet-i vâsia-i muhîtası yâ’nî Allah’ın her şeyi kuşatan geniş rahmeti bakış noktasından bakıldığında, Kur’ân sonsuz merhamet sahibi olan Allah’ın iltifatlarını içine alan çok şümûllü bir defteridir. Bu rahmet her yeri ve şeyi kuşatmıştır. Bütün mahlûkat bu rahmetin tecellisi içindedir. Çünkü Rahmaniyetin cilveleri şu hadsiz kâinatı şenlendirmekte, karanlıklı mevcudatı ışıklandırmakta; hadsiz ihtiyâcat içinde yuvarlanan mahlûkatı terbiye emekte; bütün kâinatı insana müteveccih eden ve her tarafta ona baktıran ve muavenetine koşturmakta ve bu hadsiz fezâyı ve boş ve hâli âlemi doldurarak nûrlandırmakta ve şenlendirmekte; bu fâni insanı ebede namzet eden ve ezelî ve ebedî bir Zâta muhatap ve dost yapmaktadır.
Ulûhiyet, İlâhlıktır. Allah’ın hâkimiyeti ile kâinattaki herşeyi Kendisine ibâdet ve itaat ettirmesidir. Bu Ulûhiyetin şeref, değer, kıymet, itibar ve haşmetin büyüklüğü husûsiyetiyle surelerin başlarında bulunan huruf-u mukattaa ile lisân üzerinde daha sühûletli bulunan elif lam mim’i daha çok tekrâr etmiştir. Kur’ân bu huruf-u mukattaa ile pek garib ve acip bir şeyin mukaddemesi ve keşif kollarınına işaret etmiştir. Hem muarızları aciz bırakmaya bir işarettir. Hem Kur’ân ümmî bir kavme nüzûl ettiğinden onlara harfleri sayarak hem hecelemek ve yeni kıraate ve kitabete başlayanlara mahsustur. Hem bu huruf-u mukattaa harfleri ehl-i kıraat ve erbab-ı kitabetin ittihaz ettikleri bir usûlü bildirmektedir. Böylece bu kitap ümmî olan bir kavme geldiği için onlara daha yüce bir makâmdan geldiğine işâret ve onun dilidir. Böylece surelerin başında bulunan huruf-u mukataa, ilâhî birer şifredir ve bu şifrelerin anahtarı ancak Efendimiz Hazreti Muhammed (sav)’de ve onun izni ile vârislerindedir. Böylece bu şifrevârî huruf-u mukataanın zikri Hazreti Muhammed (sav)’in fevkalâde bir zekâya malik olduğuna işarettir ki; Hazreti Muhammed (sav),remizleri, imâları ve en gizli şeyleri sarîh gibi telâkki eder, anlar. Ayrıca bu huruf-u mukataa harfleri harflerin sırlarına ve hikmetlerini konu alan bir ilmi beyan ediyor sadece harf ve lafızlarını havî oldukları kıymeti ifâde etmiyorlar. Bütün harflerin esas sesin çıkış yeri olan mahreçlerinin halk(gırtlak), vasat(ağız içi, gırtlak ile dudakların ortası) ve şefe(dudak) mahreçlerine işarettir. Kur’ân bu huruf-u mukataa ile zihinlerin nazar-ı dikkatini şu mahreçlere çeviriyor ki; zihinler, gerek bu üç mahreçte, gerek bunlara bağlı küçük mahreçlerde lâfızların ve harflerin nasıl vücuda geldiklerini hayret ve ibretle mütalâa etsinler.
İsm-i Âzâm,Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve manâca diğer isimleri kuşatmış olan ismidir. Kur’ân bu İsm-i Âzamın muhitinden, her şeyi ihâta eden, etrafını çeviren, kuşatarak yukarıdan aşağıya inme ile en büyük arş olan Allah’ın katı, Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve saltanatının en büyük dairesi olan Arş-ı Âzamın ihâtası ile kuşatılmasına bakan, teftiş eden ve hikmet neşreden, hikmet yayan, hikmet saçan mukaddes ve kutsal olan kitaptır.
Arş-ı Âzam; Allah’ın en yüce makamıdır. Arş-ı Âzam; her şeye muhittir. Arş-ı âzam; Allah’ın daire-i âzamiyesinin ünvanıdır.
İsm-i Âzam; Allah’ın (c.c.) Kur’ân ve Hadis-i Şeriflerde zikredilen yüz isminin mânâca en câmi’ olanıdır. İsm-i A’zam, diğer isimlerin de mânâlarını içinde toplar.
Her ismin mertebe-i âzamı;İsm-i Âzamın altı nurundan birer nuru olan Kuddûs,Adl, Hakem,Hayy,Ferd,Kayyûm…gibi.Bu isimlerin her biri İsm-i Âzamın altı nurundan tezâhur ve tecelli etmiştir.
İşte Kur’ân; Arş-ı Âzamdan, İsm-i Âzamdan, her ismin mertebe-i âzamından gelmiştir.
Kur’ân elbette ki Zat-ı Akdesten, arş-ı âzamdan ve arş-ı âzama bağlı olan ism-i âzamdan ve her ismin mertebe-i âzamından gelmesi sırrı gayet tabi olarak akla ve hikmete çok münasip olmaktadır.
Teşbihte hata olmasın, bir padişah bütün isimleri ile hükümfermâ olduğu malûmdur. Eğer emirleri umûmu ilgilendiriyor ise elbette ki zatî irâdesinden tezahür eden kelâmı bütün dairelere şâmil olan isimleri vesîlesi ile o emirlerini tebliğ edecek ve her isminin bir dairedeki âzami tezahürü altında diğer isimlerine dahi tezâhürü olacaktır hakeza.
Elbette ki padişahın zatını temsil eden bir büyük dairesi ve memleketin her yerine tasarruf eden divanhanesi olacaktır. Bu emirlerini kendi en büyük dairesinden sonra sadârat dairesinden umûma tezahür ettirecektir. Sadârat dairesine ise âzami mertebede bazı bakanlıklar bağlıdır. O bakanlıklara ise binlerce genel müdürlükler ve dahâ alt birim müdürlükleri bağlıdır. Böylece o haşmetli padişah en büyük daireden diğer ünvanları haysiyeti ile ve onların büyün dairelerinin temsilciliği ile emirlerini ve sözlerini umum tebasına ulaştıracak ve her yerde kelâmının ve emirlerinin tezahürünün tecellilerine bizzat müşahede edecektir.
Bu beşerî idâre ne kadar noksan ve aciz biliniyor.
Ancak Allah’ın bütün hükümranlığı ve tecellisi sonsuz olduğu için temsil sadece akla bir kapı açmak için kullanılabilir.
Bâkî ÇİMİÇ