Bedîüzzamân Saîd Nursî, diğer âlimlerin rakîbi değildir. Elbette ki aralarında metodik farklar vardır. Hasan El Benna, Seyyit Kutup, Muhammed Abduh, Mevdudi… gibi âlimlere, Bedîüzzamân’a rakîb âlimler olarak değil, birbirlerini tekmil eden âlimler olarak bakılmalıdır. Çünkü hepsinin gâyesi i’lâ-yı kelimetullâhtır. Ancak kullandıkları metodlarda farklılıklar vardır. Bu noktaları şöyle îzâh edebiliriz.
*İhvân-ı Müslimîn hareketi devlete talib olmuş, önce kurumsallaşmak ve siyâsî hâkimiyetin kurulmasını öncelemiş; Bedîüzzamân Saîd Nursî ise insana tâlib olmuştur. Böylece öncelikle insan ve îmân öncelenmiştir. Bedîüzzamân Hazretleri bir ihyâ ve tecdid hareketi ile arsın insanlarının îmânlarını kurtarmayı gâye edinmiştir. Bedîüzzamân kalb ve rûhlarda bir îmân inkîlabı başlatmıştır. Buna da muvaffak olmuştur.
*İhvân-ı Müslimîn hareketi siyâsî teşkilat kurarak ve partileşerek devleti idâre etmeyi öncelemiştir. Bedîüzzamân Saîd Nursî ise siyâsî teşekkül kurmaktan kaçınmış ve hiç bir siyâsî teşekküle fikrî dayanak noktası olmamıştır. Sadece haklı tarafa sahip çıkmış ancak siyâsete -devleti idâre mânâsında- girmemiştir. Onun için de hareketi siyâsî değil îmânidir. Ancak siyâsete yön vermiş, siyâsetçilere vazîfelerini ihtâr ederek uyarmıştır. Ayrıca Kur’ân ve sünnet ölçüsünde siyâsetin stratejisini çizmiş ve tecdidini yapmıştır.
Bedîüzzamân Hazretleri devlet idâresini teknik ve akademik noktadan ele almış ve ehline havâle etmiştir. Tarafgirâne ve taasûbâne bir siyâsetten şeytandan kaçar gibi kaçmıştır. Çünkü “İnadın işi budur: Şeytan yardım ederse birisine “melek” der, rahmeti de okutur. Muhalif tarafında eğer meleği görse, libasını değişmiş onu şeytan zanneder; adâvet, lânet eder.( Lemeât)” diyerek önemli bir düstûru hayata tatbik etmiş ve “Ey kardeşlerim! Kırk beş sene evvel Eski Said’in bu dersinden anlaşılıyor ki, o Said siyasetle, içtimaiyat-ı İslâmiye ile ziyade alâkadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki, o, dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ, belki o bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: “Dinin bir hakikatini bin siyasete tercih ederim.” Evet, o zamanda kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe âlet etmeye teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslâmiyetin hakaikine bir hizmetkâr, bir âlet yapmaya çalışmış. Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki: O gizli münafık zındıkların garplılaşmak bahanesiyle siyaseti dinsizliğe âlet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset, dini siyaseti İslâmiyeye âlet etmeye çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tâbi olamaz. Ve âlet yapmak, İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir. Hatta, Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki: Bir sâlih âlim, kendi fikr-i siyasîsine muvafık bir münâfıkı hararetle senâ etti ve siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkit ve tefsik etti. Eski Said ona dedi: “Birşeytan senin fikrine yardım etse rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa lânet edeceksin.” Bunun için, Eski Said وَالسِّيَاسَةِ اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ (Şeytan ve siyasettin şerrinden Allah’a sığınırım.) dedi. Ve otuz beş seneden beri siyaseti terk etti.(Hutbe-i Şâmiye)”
*İhvân-ı Müslimîn hareketi dikey bir metod uygulamış; Bedîüzzamân Saîd Nursî yatay bir metod uygulamıştır. Bedîüzzamân asr-ı saadet metodunu asrımıza taşımış ve sünnetullah ile hareket etmiştir. Mekkî bir îmân, Medîne gibi bir hayat ve tekrar Mekkî bir fütûhat metodunu seçmiştir. Bu metod Bedîüzzamân’ın îmân, hayat ve şeriat olarak formül ettiği metodudur. Bu yol sünnetin tâ kendisidir. Çünkü “Risâle-i Nûr mesleği, tarîkat değil, hakîkattir, Sahâbe mesleğinin bir cilvesidir.”
*İhvân-ı Müslimîn hareketi kemiyetle hareket etmeyi önemsemiş; Bedîüzzamân Saîd Nursî keyfiyetle hareket etmiştir. Kıymet ve ehemmiyet, kemiyette ve adet çokluğunda değildir. Kıymet, kemiyette değil, keyfiyettedir. Bâ’zan bir halis ve fedakâr talebe, bine mukabildir.
*İhvân-ı Müslimîn hareketi resmî kânunlar çerçevesinde hareket etmeye çalışmış (partileşerek ve teşkilatlarla); Bedîüzzamân Saîd Nursî sivil bir hareketi benimsemiştir. Böylece sivil itaatsizlik olan îmân ve tecdid hareketi ile hareket etmiştir.
*İhvân-ı Müslimîn hareketi yaşanan asrın gereklerine göre içtihat etmiş; Bedîüzzamân Saîd Nursî ise asr-ı saadete göre içtihat etmiştir. Çünkü Bedîüzzamân Hazretleri ”Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı, Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâmı” prensibine uyarak çoğu Risâlelerinde “Ben îmânın gözüyle ve Kur’ân’ın talimiyle ve nûruyla ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın dersiyle ve ism-i Hakîmin göstermesiyle görüyorum ki,” diyerek tecdidinin me’hazlarını söylemiştir.
*İhvân-ı Müslimîn hareketi hizmetlerinin gereği olarak maddî cihada hamletmiş; Bedîüzzamân Saîd Nursî ise mânevî hizmeti benimsemiştir. İhvân-ı Müslimîn hareketi eylemler ve mitinglerle hareket etmiş; Bedîüzzamân Saîd Nursî müsbet hareketi benimsemiştir. “Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı mânevîsidir. Ve cihad-ı mâneviyenin en büyük şartı da vazîfe-i İlâhiyeye karışmamaktır ki, “Bizim vazifemiz hizmettir; netice Cenab-ı Hakka âittir. Biz vaîifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.” Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dahilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket, müsbet bir şekilde mânevî tahribata karşı mânevî, ihlâs sırrıyla hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dahildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak âsâyişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dahil ve hariçteki cihad-ı mâneviyedeki fark pek azîmdir.( Emirdağ Lâhikası (2) – Mektup No: 151)”
*İhvân-ı Müslimîn hareketi meydanlara hitap etmiş; Bedîüzzamân Saîd Nursî önce sayıları onu geçmeyen ihlâs, sadakat ve tesanüt sıfatlarını taşıyan bir avuç insanla dâvâsına başlamıştır.
* Bedîüzzamân Saîd Nursî “İşte, İslâmiyetin ahkâmı iki kısımdır: Birisi: Şeriat ona müessestir, bu ise hüsn-ü hakîkî ve hayr-ı mahzdır. İkincisi: Şeriat muaddildir. Yani, gayet vahşî ve gaddar bir suretten çıkarıp, ehven-i şer ve muaddel ve tabiat-ı beşere tatbiki mümkün ve tamamen hüsn-ü hakikîye geçebilmek için zaman ve zeminden alınmış bir surete ifrağ etmiştir. Çünkü, birden tabiat-ı beşerde umumen hükümferma olan bir emri birden ref etmek, bir tabiat-ı beşeri birden kalb etmek iktiza eder. Binaenaleyh, şeriat vâzı-ı esaret değildir; belki en vahşî suretten böyle tamamen hürriyete yol açacak ve geçebilecek surete indirmiştir, tâdil etmiştir.( Münazarat)” derslerini dikkate alırken, İhvân-ı Müslimîn hareketi bu noktaları dikkate almamıştır.
*Çok önemli bir fark: İhvân-ı Müslimîn hareketi “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse kâfirdir… (ila ahir)(Maide-44,45,47) hüccet ederdi. Bedîüzzamân Saîd Nursî “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse kafirdir…(ila ahir)(Maide-44,45,47) hüccet edenlere, “Biçâre bilmezdi ki “Kim Hükmetmezse” bimânâ “Kim tasdik etmezse”dir.(Münazarat-s:124) şeklinde ayeti tefsir ederdi. Böylece tefsir noktasında da Bedîüzzamân Hazretleri ehl-i sünnet çizgisinde hareket ederek müceddid geleneğine uygun cumhur-u müceddidine muhâlefet etmemiştir.
* Bedîüzzamân Saîd Nursî muzavene ile zarûreti nazara alarak, müdakkikâne meşrutiyeti şeriata tatbik etmek istiyor; İhvân-ı Müslimîn hareketi zarûretleri nazara almadan hareket etmişlerdir.
* Bedîüzzamân Saîd Nursî âhirzamânın dehşetli dinsizlik cereyanlarını dikkate alıyor ve içtimâî ve siyâsî hayatta ehvenüşşeri ihtiyar ederken; İhvân-ı Müslimîn hareketi bunları dikkate almadan içtihâd etmişlerdir.
* Bedîüzzamân Saîd Nursî hizmetinde adalet-i mahza ile hareket ederken, İhvân-ı Müslimîn hareketi adalet- izâfî ile hareket ediyor. Böylece siyâsete talip olunarak çoğu ma’sûm zarar görüyor. Bedîüzzamân Saîd Nursî ise bu meselede şu îzâhları yapıyor: “Risâle-i Nûr’daki şefkat, hakîkat, hak, bizi siyasetten men etmiş. Çünkü mâsumlar belâya düşerler; onlara zulmetmiş oluruz.” Bazı zâtlar bunun izahını istediler. Ben de dedim:
Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş’et eden hodgâmlık ve asabiyet-i unsuriye ve umumî harpten gelen istibdadat-ı askeriye ve dalâletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadat meydan almış ki, ehl-i hak, hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok bîçareleri yakacak; o hâlette o da ezlem olacak ve mağlûp kalacak. Çünkü, mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir iki adamın hatasıyla yirmi otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlûp vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zâlimânesiyle, o ehl-i hak dahi bir ikinin hatasıyla yirmi otuz biçareleri ezseler, o vakit, hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.
İşte, Kur’ân’ın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle siyasetten ve idareye karışmaktan kaçındığımızın hakikî hikmeti ve sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti var ki, hakkımızı tam ve mükemmel müdafaa edebilirdik.( On İkinci Şua)
*Bedîüzzamân Saîd Nursî “Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifaka inkılâp eder. Hem nur, hem topuz-ikisini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz. Onun için, bütün kuvvetimle nura sarılmaya mecbur olduğumdan, siyaset topuzu ne şekilde olursa olsun bakmamak lâzım geliyor. Amma maddî cihadın muktezası ise, o vazife şimdilik bizde değildir. Evet, ehline göre kâfirin veya mürtedin tecavüzatına sed çekmek için topuz lâzımdır. Fakat iki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok.( On Altıncı Lem’a)” demiştir. İhvân-ı Müslimîn hareketi ise maddî cihad yolunu önceleyerek bu noktaları nazara almamışlardır.
* Bedîüzzamân Saîd Nursî “Belki hizmet-i Kur’ân, beni hayat-ı içtimaiye-i siyasiye-i beşeriyeyi düşünmekten men ediyor. Şöyle ki: Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda, Kur’ân’ın nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi. Mülevves ve ufûnetli bir çamur içinde, kafile-i beşer düşe kalka gidiyor. Bir kısmı selâmetli bir yolda gider. Bir kısmı mümkün olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ekseri, o ufûnetli, pis, çamurlu bataklık içinde, karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmisi, sarhoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü anber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor; düşerek, kalkarak gider, tâ boğulur. Yüzde sekseni ise, bataklığı anlar, ufûnetli, pis olduğunu hisseder; fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu göremiyorlar. İşte bunlara karşı iki çare var:Birisi, topuzla o sarhoş yirmisini ayıltmaktır.İkincisi, bir nur göstermekle mütehayyirlere selâmet yolunu irâe etmektir.
Ben bakıyorum ki, yirmiye karşı seksen adam, elinde topuz tutuyor. Halbuki, o biçare ve mütehayyir olan seksene karşı hakkıyla nur gösterilmiyor. Gösterilse de, bir elinde hem sopa, hem nur olduğu için, emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam, “Acaba nurla beni celb edip topuzla dövmek mi istiyor?” diye telâş eder. Hem de bazan arızalarla topuz kırıldığı vakit, nur dahi uçar veya söner.
İşte, o bataklık ise, gafletkârâne ve dalâlet-pîşe olan sefîhâne hayat-ı içtimaiye-i beşeriyedir. O sarhoşlar, dalâletle telezzüz eden mütemerridlerdir. O mütehayyir olanlar, dalâletten nefret edenlerdir, fakat çıkamıyorlar; kurtulmak istiyorlar, yol bulamıyorlar, mütehayyir insanlardır. O topuzlar ise siyaset cereyanlarıdır. O nurlar ise hakaik-i Kur’âniyedir. Nura karşı kavga edilmez, ona karşı adâvet edilmez. Sırf şeytan-ı racîmden başka ondan nefret eden olmaz.
İşte, ben de, nur-u Kur’ân’ı elde tutmak için, “Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni ve’s-siyaseti” deyip, siyaset topuzunu atarak, iki elimle nura sarıldım. Gördüm ki, siyaset cereyanlarında, hem muvafıkta, hem muhalifte o nurların âşıkları var. Bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde ve onların garazkârâne telâkkiyatlarından müber-râ ve sâfi olan bir makamda verilen ders-i Kur’ân ve gösterilen envâr-ı Kur’âniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kısım çekinmemek ve itham etmemek gerektir-meğer dinsizliği ve zındıkayı siyaset zannedip ona tarafgirlik eden insan suretinde şeytanlar ola veya beşer kıyafetinde hayvanlar ola!
Elhamdü lillâh, siyasetten tecerrüd sebebiyle, Kur’ân’ın elmas gibi hakikatlerini propaganda-i siyaset ittihamı altında cam parçalarının kıyme-tine indirmedim. Belki, gittikçe o elmaslar kıymetlerini her taifenin nazarında parlak bir tarzda ziyadeleştiriyor.(On Üçüncü Mektup)” hakîkatlerine yapışmışken ne yazık ki İhvân-ı Müslimîn hareketi bu noktaları dikkate alamamışlardır.
Bu konu ile alâkalı Emirdağ Lahikası’ndan önemli bir mektubu da buraya alarak konunun anlaşılmasına vesile olalım.
Bağdat’ta çıkan ed-Difa gazetesi Risale-i Nur talebelerinden bahisle diyor ki:
Türkiye’deki Nur talebelerinin İhvân-ı Müslimîn cemiyeti ile alâkaları nedir, ne münasebeti var? Hem farkları nedir? Türkiye’deki Nur talebeleri, Mısır’da ve bilâd-ı Arapta İhvân-ı Müslimîn namında ittihad-ı İslâma çalışan cemiyetler gibi müstakil cemiyet midirler? Ve onlar da onlardan mıdır? Ben de cevap veriyorum ki:
Nur talebelerinin ve İhvân-ı Müslimîn Cemiyetinin gerçi maksatları, hakaik-i Kur’âniye ve imaniyeye hizmet ve ittihad-ı İslâm dairesinde Müslümanların saadet-i dünyeviye ve uhreviyelerine hizmet etmektir; fakat Nur talebelerinin beş altı cihetle farkları var:
Birinci fark: Nur talebeleri siyasetle iştigal etmez, siyasetten kaçıyorlar. Eğer siyasete mecbur olsalar, siyaseti dine âlet yapıyorlar, tâ ki siyaseti dinsizliğe âlet edenlere karşı dinin kudsiyetini göstersinler. Siyasî bir cemiyetleri asla mevcut değil.
İhvân-ı Müslimîn ise, memleket ve vaziyet sebebiyle siyasetle, din lehinde iştigal ediyorlar ve siyasî cemiyet de teşkil ediyorlar.
İkinci fark: Nurcular, Üstadlarıyla içtima etmiyorlar ve etmeye de mecbur değiller. Kendilerini Üstadlarıyla içtimaa mecburiyet hissetmiyorlar. Ders almak için beraber bulunmaya lüzum görmüyorlar. Belki koca bir memleket bir dershane hükmünde, Risale-i Nur kitapları onların eline geçmekle, üstad yerine onlara bir ders verir. Herbir risale, bir Said hükmüne geçer.
Hem ellerinden geldiği kadar ücretsiz istinsah ederler. Muhtaçlara mukabelesiz veriyorlar ki, okusunlar ve dinlesinler. Bu suretle büyük bir memleket büyük bir dershane hükmünde oluyor.
İhvân-ı Müslimîn ise, umumî merkezlerde mürşid ve reisleriyle görüşmek ve emirler ve dersler almak için ziyaretine giderler. Ve o umumî cemiyetin şubelerinde de o büyük üstadla ve naibleriyle ve vekilleri hükmündeki zatlarla yine görüşürler, ders alırlar, emir alırlar.
Hem umumî merkezlerde çıkan ceride ve mecellelerin fiyatını verip, alıp, onlardan ders alıyorlar.
Üçüncü fark: Nur talebeleri, aynen, âli bir medresenin ve bir üniversite darülfünununun talebeleri gibi, ilmî muhabere vasıtasıyla ders alıyorlar. Büyük bir vilâyet bir medrese hükmüne geçer. Birbirini görmedikleri, tanımadıkları ve uzak oldukları halde birbirine ders veriyorlar ve beraber ders okuyorlar.
Amma İhvân-ı Müslimîn ise, memleketleri ve vaziyetleri iktizasıyla mecelleleri ve kitapları çıkarıyorlar, aktar-ı âleme neşrediyorlar; onunla birbirini tanıyıp ders alıyorlar.
Dördüncü fark: Nur talebeleri, bu zamanda ve bugünde ekser bilâd-ı İslâmiyede intişar etmişler ve çoklukla vardırlar. Bu intişarlarında ayrı ayrı hükûmetlerde bulundukları halde hükûmetlerden izin almaya muhtaç olmuyorlar ki, tecemmu’ edip toplansınlar ve çalışsınlar. Çünkü, meslekleri siyaset ve cemiyet olmadığından hükûmetlerden izin almaya kendilerini mecbur bilmiyorlar.
Amma İhvân-ı Müslimîn ise, vaziyetleri itibarıyla siyasete temas etmeye ve cemiyet teşkiline ve şubeler ve merkezler açmaya muhtaç bulunduklarından, bulundukları yerlerdeki hükûmetten icazet ve ruhsat almaya muhtaçtırlar. Ve Nurcular gibi bilinmiyor değiller. Ve bu esas üzerine, kendilerine umumî merkezleri olan Mısır’da, Suriye’de, Lübnan’da, Filistin’de, Ürdün’de, Sudan’da, Mağrib’de ve Bağdat’ta çok şubeler açmışlar.
Beşinci fark: Nur talebeleri içinde çok muhtelif tabakalar var. Yedi sekiz yaşındaki, camilerde Kur’ân okumak için elifbâyı ders almakta olan çocuklardan tut, tâ seksen, doksan yaşındaki ihtiyarlara varıncaya kadar kadın erkek, hem bir köylü, hammal adamdan tut, tâ büyük bir vekile kadar ve bir neferden büyük bir kumandana kadar taifeler Nurcularda var. Bütün Nurcuların bu çok taifelerinin umumen bütün maksatları, Kur’ân-ı Mecîdin hidayetinden ve hakaik-i imaniye ile nurlanmaktan ibarettir. Bütün çalışmaları ilim ve irfan ve hakaik-i imaniyeyi neşretmektir. Bundan başka birşeyle iştigal ettikleri bilinmiyor. Yirmi sekiz seneden beri dehşetli mahkemeler dessas ve kıskanç muarızlar, bu kudsî hizmetten başka onlarda bir maksat bulamadıkları için onları mahkûm edemiyorlar ve dağıtamıyorlar. Ve Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftarları aramaya kendilerini mecbur bilmiyorlar. “Vazifemiz hizmettir, müşterileri aramayız. Onlar gelsinler bizi arasınlar, bulsunlar” diyorlar. Kemiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakikî ihlâsı taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyorlar.
Amma İhvân-ı Müslimîn ise: Gerçi onlar da Nurcular gibi ulûm-u İslâmiye ve marifet-i İslâmiye ve hakaik-i imaniyeye temessük etmek için insanları teşvik ve sevk ediyorlar; fakat vaziyet, memleket ve siyasete temas iktizasıyla, ziyadeleşmeye ve kemiyete ehemmiyet veriyorlar, taraftarları arıyorlar.
Altıncı fark: Hakikî ihlâslı Nurcular, menfaat-i maddîyeye ehemmiyet vermedikleri gibi, bir kısmı, âzamî iktisat ve kanaatle ve fakirü’l-hal olmalarıyla beraber, sabır ve insanlardan istiğna ile ve hizmet-i Kur’âniyede hakikî bir ihlâs ve fedakârlıkla; ve çok kesretli ve şiddetli ehl-i dalâlete karşı mağlûp olmamak için ve muhtaçları hakikate ve ihlâsa dâvet etmekte bir şüphe bırakmamak için ve rızâ-yı İlâhîden başka o hizmet-i kudsiyeyi hiçbirşeye âlet etmemek için, bir cihette hayat-ı içtimaiye faydalarından çekiniyorlar.
Amma İhvân-ı Müslimîn ise: Onlar da hakikaten maksat itibarıyla aynı mahiyette oldukları halde, mekân ve mevzu ve bazı esbap sebebiyle, Nur talebeleri gibi dünyayı terk edemiyorlar. Azamî fedakârlığa kendilerini mecbur bilmiyorlar.( Emirdağ Lâhikası (2) – Mektup No: 100)