وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ مُحَمَّدٍ وَ عَلَى اۤلِهِ عَلَى سَيِّدِنَا اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ
Hem insan, nihâyetsiz acziyle nihâyetsiz beliyyâta mâ’ruz ve hadsiz âdânın hücumuna müptelâ ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihâyetsiz hâcâta giriftar ve nihâyetsiz metâlibe muhtaç olduğundan, vazîfe-i asliye-i fıtriyesi, îmândan sonra, duâdır. Duâ ise esâs-ı ubûdiyettir.[1]”
“Bana duâ edin, size cevap vereyim.[3]”
“De ki: Eğer duânız olmasa Rabbim katında ne ehemmiyetiniz var?[4]”
“Şu âyetler, duânın, mühim bir esâs-ı ubûdiyet olduğunu gösteriyor.[5]”
“Hem duâ bir ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise, o nevi duâ ve ibâdetin vakitleridir. O maksatlar, gâyeleri değil. Demek, duâ bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı. Yalnız aczini izhar edip, duâ ile Ona iltica etmeli, rubûbiyetine karışmamalı. Tedbiri Ona bırakmalı, hikmetine itimad etmeli, rahmetini itham etmemeli. Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi, taallümle tekemmüldür, duâ ile ubûdiyettir.[6]”
“Duâ bir sırr-ı azîm-i ubûdiyettir. Belki ubûdiyetin rûhu hükmündedir.Duânın tesiri azîmdir. Husûsan duâ külliyet kesb ederek devam etse, netice vermesi galiptir, belki daimîdir. Hattâ denilebilir ki, sebeb-i hilkat-i âlemin birisi de duadır. Yani, kâinatın hilkatinden sonra, başta nev-i beşer ve onun başında âlem-i İslâm ve onun başında Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın muazzam olan duası, bir sebeb-i hilkat-i âlemdir.Başka Sözlerde izah edildiği gibi, duâ bir ibâdettir. Abd, kendi aczini ve fakrını dua ile ilân eder. Zâhirî maksatlar ise, o duânın ve o ibâdet-i duâiyenin vakitleridir; hakikî faydaları değil. İbâdetin faydası âhirete bakar. Dünyevî maksatlar hâsıl olmazsa, “O duâ kabul olmadı” denilmez. Belki “Daha duânın vakti bitmedi” denilir.[7]”
“Acz, nidânın mâdenidir. İhtiyaç duânın menbâıdır.[8]”
“Duânın şe’ni, terdâd ile takrirdir. Emir ve davetin şe’ni, tekrar ile tekittir.[9]”
“Hem de zikrin tekrarı kalbi tenvir eder. Duânın tekrarı bir takrirdir. Dâvet dahi, tekrarı nisbetinde tesiri, tekidi vardır.[10]”
“Cinleri ve insanları ancak Bana iman ve ibadet etsinler diye yarattım. Ben onlardan bir rızık istemiyorum; Beni doyurmalarını da istemiyorum. Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan Allah’tır.[11]”
Duâ bir sırr-ı azîm-i ubûdiyettir. Belki ubûdiyetin ruhu hükmündedir. ( Ubûdiyet, emr-i İlâhîye ve rıza-yı İlâhîye bakar. Ubûdiyetin dâîsi emr-i İlâhî ve neticesi rıza-yı Haktır. Semerâtı ve fevâidi uhreviyedir. Fakat ille-i gaiye olmamak, hem kasten istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faydalar ve kendi kendine terettüp eden ve istenilmeyerek verilen semereler, ubûdiyete münâfi olmaz. Belki zayıflar için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faydalar ve menfaatler o ubûdiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz’ü olsa, o ubûdiyeti kısmen iptal eder. Belki o hâsiyetli virdi akîm bırakır, netice vermez.[12]”
Yani, “Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki, takvâ mertebesine vâsıl olasınız. Ve yine Rabbinize ibadet ediniz ki, arzı size döşek, semayı binanıza dam yapmış ve semâdan suları indirmiş ki, sizlere rızık olmak üzere yerden meyve ve sair gıdaları çıkartsın. Öyleyse, Allah’a misil ve şerik yapmayınız. Bilirsiniz ki, Allah’tan başka mâbud ve hâlıkınız yoktur.[13]“
“İbadetin ruhu, ihlâstır. İhlâs ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibadete illet gösterilse, o ibadet bâtıldır. Faydalar, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar.
Akaidî ve imanî hükümleri kavî ve sabit kılmakla meleke haline getiren, ancak ibadettir. Evet, Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle, vicdanî ve aklî olan imanî hükümler terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Bu hale, âlem-i İslâmın hâl-i hazırdaki vaziyeti şahittir.
İbadet, fikirleri Sâni-i Hakîme çevirttirmek içindir. Abdin Sâni-i Hakîme olan teveccühü, itaat ve inkıyadını intaç eder. İtaat ve inkıyad ise, abdi intizam-ı ekmel altına ithal eder. Abdin intizam altına girmesiyle ve nizama ittibâ etmesiyle, hikmetin sırrı tahakkuk eder. Hikmet ise, kâinat sayfalarında parlayan san’at nakışlarıyla tebarüz eder.[14]”
“Hem, dua bir ubûdiyyettir. Ubûdiyyet ise semeratı uhreviyyedir. Dünyevî maksadlar ise, o nevi dua ve ibâdetin vakitleridir. O maksadlar, gayeleri değil. Meselâ: Yağmur namazı ve duası bir ibâdettir. Yağmursuzluk, o ibâdetin vaktidir. Yoksa o ibâdet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyyet ile olsa; o dua, o ibâdet hâlis olmadığından kabûle lâyık olmaz. Nasılki güneşin gurubu, akşam namazının vaktidir. Hem Güneş’in ve Ay’ın tutulmaları, küsuf ve husuf namazları denilen iki ibâdet-i mahsusanın vakitleridir. Yâni gece ve gündüzün nuranî âyetlerinin nikablanmasıyla bir âzamet-i İlahiyeyi ilâna medâr olduğundan, Cenâb-ı Hak ibâdını o vakitte bir nevi ibâdete davet eder. Yoksa o namaz, (açılması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesabıyla muayyen olan) Ay ve Güneş’in husuf ve küsuflarının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi; yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, Bâzı duaların evkât-ı mahsusalarıdır ki; insan o vakitlerde aczini anlar, dua ile niyaz ile Kadîr-i Mutlak’ın dergâhına iltica eder. Eğer dua çok edildiği halde beliyyeler def’olunmazsa denilmeyecek ki: «Dua kabûl olmadı.» Belki denilecek ki: «Duanın vakti, kazâ olmadı.» Eğer Cenâb-ı Hak fazl ve keremiyle belayı ref’etse; nurun alâ nur.. o vakit dua vakti biter, kaza olur. Demek dua, bir sırr-ı ubûdiyettir.[15]”
“İmân duâyı bir vesile-i kat’iye olarak iktiza ettiği ve fıtrat-ı insâniyye, onu şiddetle istediği gibi; Cenâb-ı Hak dahi «Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?[16]” mealinde
قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَآؤُكُمْ ferman ediyor. Hem اُدْعُونِى اَسْتَجِبْ لَكُمْ (Bana duâ edin, size cevap vereyim.[17]”emrediyor.“Eğer desen: «Bir çok defa dua ediyoruz, kabûl olmuyor. Halbuki, âyet umumîdir.. her duaya cevab var ifade ediyor.
Elcevab: Cevab vermek ayrıdır, kabûl etmek ayrıdır. Her dua için cevab vermek var; fakat kabûl etmek, hem ayn-ı matlubu vermek Cenâb-ı Hakk’ın hikmetine tâbi’dir. Meselâ: Hasta bir çocuk çağırır: «Ya Hekim! Bana bak.» Hekim: «Lebbeyk» der.. «Ne istersin cevab ver?» Çocuk: «Şu ilâcı ver bana» der. Hekim ise; ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binaen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez. İşte Cenâb-ı Hak, Hakîm-i Mutlak hâzır, nâzır olduğu için, abdin duasına cevab verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat insanın hevaperestane ve heveskârane tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbâniyenin iktizasıyla ya matlûbunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.
Birinci Nükte
Ubûdiyyet ise, hâlisen livechillah olmalı. Yalnız aczini izhar edip, dua ile ona iltica etmeli. Rububiyyetine karışmamalı. Tedbiri ona bırakmalı. Hikmetine itimad etmeli. Rahmetini ittiham etmemeli. Evet hakikat-ı halde âyât-ı beyyinâtın beyânıyla sâbit olan: Bütün mevcûdât, herbirisi birer mahsus tesbih ve birer husûsî ibâdet, birer has secde ettikleri gibi; bütün kâinattan dergâh-ı İlahiyeye giden, bir duâdır.
Çok yerlerde zikrettiğimiz gibi, duâ üç nevidir.
Birinci nevi duâ: İstidad lisanıyladır ki; bütün hububat, tohumlar lisan-ı istidad ile Fâtır-ı Hakîm’e duâ ederler ki: “Senin nukuş-u esmânı mufassal göstermek için, bize neşv ü nema ver, küçük hakikatımızı sünbülle ve ağacın büyük hakikatına çevir.”
Ya istidad lisaniyledir. (Bütün nebâtatın duaları gibi ki; herbiri lisan-ı istidadıyla Feyyaz-ı Mutlak’tan bir Sûret taleb ediyorlar ve Esmâsına bir mazhariyyet-i münkeşife istiyorlar.)
Hem şu istidad lisanıyla duâ nev’inden birisi de şudur ki: Esbabın içtimaı, müsebbebin icadına bir duadır. Yani: Esbab bir vaziyet alır ki, o vaziyet bir lisan-ı hal hükmüne geçer ve müsebbebi Kadîr-i Zülcelâl’den duâ eder, isterler.
Meselâ: Su, hararet, toprak, ziya bir çekirdek etrafında bir vaziyet alarak, o vaziyet bir lisan-ı duâdır ki: “Bu çekirdeği ağaç yap, ya Hâlıkımız!” derler. Çünki o mu’cize-i hârika-i kudret olan ağaç; o şuursuz, camid, basit maddelere havale edilmez, havalesi muhaldir. Demek içtima’-ı esbab bir nevi duâdır.
İkinci nevi duâ: İhtiyac-ı fıtrî lisanıyladır ki; bütün zîhayatların iktidar ve ihtiyarları dâhilinde olmayan hacetlerini ve matlablarını ummadıkları yerden vakt-i münasibde onlara vermek için, Hâlık-ı Rahîm’den bir nevi duâdır. Çünki iktidar ve ihtiyarları haricinde, bilmedikleri yerden, vakt-i münasibde onlara bir Hakîm-i Rahîm gönderiyor. Elleri yetişmiyor; demek o ihsan, duâ neticesidir.
Veya ihtiyac-ı fıtrî lisanıyladır. (Bütün zîhayatın, iktidarları dâhilinde olmayan hâcât-ı zaruriyyeleri için dualarıdır ki; her birisi o ihtiyâc-ı fıtrî lisanıyla Cevvad-ı Mutlak’tan idame-i hayatları için bir nevi rızık hükmünde Bâzı metâlibi istiyorlar.)
Elhasıl: Bütün kâinattan dergâh-ı İlâhiyeye çıkan bir duâdır. Esbab olanlar, müsebbebatı Allah’tan isterler.
Üçüncü nevi duâ: İhtiyaç dairesinde zîşuurların duâsıdır ki, bu da iki kısımdır.
Eğer ızdırar derecesine gelse veya ihtiyac-ı fıtrîye tam münasebetdar ise veya lisan-ı istidada yakınlaşmış ise veya safi, hâlis kalbin lisanıyla ise, ekseriyet-i mutlaka ile makbuldür. Terakkiyat-ı beşeriyenin kısm-ı azamı ve keşfiyatları, bir nevi duâ neticesidir. Havarik-ı medeniyet dedikleri şeyler ve keşfiyatlarına medar-ı iftihar zannettikleri emirler, manevî bir duâ neticesidir. Hâlis bir lisan-ı istidad ile istenilmiş, onlara verilmiştir. Lisan-ı istidad ile ve lisan-ı ihtiyac-ı fıtrî ile olan duâlar dahi bir mani olmazsa ve şerait dâhilinde ise, daima makbuldürler.
Veya lisan-ı ızdırarıyla bir duadır ki: Muztar kalan herbir zîruh; kat’î bir iltica ile dua eder, bir hâmi-i meçhulüne iltica eder, belki Rabb-ı Rahîm’ine teveccüh eder. Bu üç nevi dua, bir mâni olmazsa daima makbuldür.
İkinci kısım: Meşhur duâdır. O da iki nevidir. Biri fiilî, biri kavlî. Meselâ çift sürmek, fiilî bir duâdır. Rızkı topraktan değil; belki toprak, hazine-i rahmetin bir kapısıdır ki, rahmetin kapısı olan toprağı saban ile çalar.
Sair kısımların tafsilâtını tayyedip, yalnız kavlî duânın bir-iki sırlarını gelecek iki-üç nüktede söyleyeceğiz.[18]”
“Dördüncü nevi ki; en meşhurudur, bizim duâmızdır. Bu da iki kısımdır; Biri, fiilî ve hâlî; diğeri, kalbî ve kâlîdir. Meselâ: Esbaba teşebbüs, bir dua-yı fiilîdir. Esbabın içtimaı; müsebbebi îcad etmek için değil, belki lisan-ı hal ile müsebbebi Cenâb-ı Hak’tan istemek için bir vaziyyet-i marziyye almaktır. Hattâ çift sürmek Hazîne-i rahmet kapısını çalmaktır. Bu nevi dua-yı fiilî, Cevvad-ı Mutlak’ın isim ve ünvanına müteveccih olduğundan, kabûle mazhariyyeti ekseriyyet-i mutlakadır. İkinci kısım; lisan ile kalb ile dua etmektir. Eli yetişmediği bir kısım metâlibi istemektir. Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: «Dua eden adam anlar ki: Birisi var; onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder.[19]”