Bu yazımızda;”Vahiy, İlhâm, İhtâr, Sünûhât, İlm-i Ledün, ilm-i vehbi ve Feyz-i Ku’ân nedir?” İncelemeye çalışacağız. Bu çalışmamızın sebebi genellikle” Risâle-i Nûrların telifindeki İlhâm ve İhtâr ne demektir? Risâle-i Nûrlar vahiy midir ki bu kadar ehemmiyet veriliyor? İhtârda hata olamaz mı? Bu eserlere Kur’ân gibi niçin değer veriliyor?” gibi sorulan sorulara yine Risâle-i Nûr müellifinin yaptığı açıklamalarla cevap vermeye çalışacağız. Bu çalışmalarla inşâallah Risâle-i Nûrların telif hakîkati ve mâhiyeti anlaşılır. Bizler daha çok Risâle-i Nûrlardan alıntılara yer vereceğiz.
Böylece çalışmamızda bizlere Risâle-i Nûr hakikatleri yol gösterecektir. Çünkü bu zamanda anlamışız ki;”Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazîfeleri, ulûm-u imâniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izâhlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde birşey yazsa, soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risâle-i Nûr eczaları Kur’ân’ın tereşşuhâtıdır; bizler, taksimü’l-a’mâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz.(Yirmi Dokuzuncu Mektup) sırrınca fetva vazîfesiyle Üstad Hazretleri vazîfelidir. Bizler de bu hakikate binaen Çalışmamıza Risâle-i Nûrları mihenk yapacağız inşâallah.
VAHY
Vahy: Bir fikrin, bir hakikatın veya bir emrin Allah (c.c.) tarafından peygamberlere bildirilmesi. Cenab-ı Hakkın dilediği hükümleri, sırları ve hakikatleri peygamberlere bildirmesi şeklinde izah edilmektedir.
Vahy-ı mahz-ı Rabbânî:Doğrudan doğruya Allah tarafından gönderilen, vahiy olan bilinmektedir..
Vahy-i sarîhî: Hem sözü, hem mânası tam ve açık olan vahiydir.
Vahy-i zımnî: Zımnî vahiy, örtülü, gizli vahiy. Vahye dayalı, vahiy kaynaklı, vahiy etkisi ile olan vahiy. Hadis-i kudsiler gibi.
İLHÂM
İlhâm: İçe, gönüle doğma, kalbe gelme, gönle doğan şey. Belli bilgi vasıtalarına başvurmadan Allah tarafından insanın kalbine veya zihnine indirilen mânâ. Feyiz yoluyla kalbe gelen mana, kalbte meydana gelen, delilsiz olarak anlaşılan ve insanı ibadet ve amel etmeğe götüren ilim manalarında anlaşılmaktadır.
İlhâmât ise: İlhâmlar, gönle doğmalar, kalbe gelmeler. Allah tarafından kalbe gelen mânalar olarak açıklanmaktadır.
İlhâm-ı İlâhî: Allah tarafından kalbe indirilen İlhâmdır.
SÜNÛHÂT
Sünûhât:Sünûhlar, akla, hatıra gelen, hatırlanan şeyler.İçe doğan bilgiler,duygulardır.
Sünûhât-ı ilhâmiye: İlhâm olan hatırlayışlar, İlhâmla akla gelenler, İlhâm olarak kalbe doğanlar.
Sünûhât-ı kalbiye: Kalbe ait hatırlayışlar, içe doğuşlar. Kalbe gelen bilgiler,duygular,manalar.
İHTÂR
İhtâr: Hatırlatma, bir konuda hatırlatma yapmadır.
İhtârât: İhtârlar, hatırlatmalar.
İhtâr-ı Kur’ânî: Kur’ân’ a ait İhtâr, Kur’ân’ın hatırlatması, uyarması, bildirmesi, dikkat çekmesi.Kur’an’a ait manaların kalbe gelmesi.
İhtâr-ı mânevî: Manevî uyarı, bildirim; Cenab-ı Hakk’ın imâna ve Kur’ân’a ait meselelerde kullarını uyarması.
FEYZ
Feyz: Allah’ın kuluna bağışladığı marifet ve dinî heyecandır.Bolluk, bereket, verimlilik. Artma, çoğalma. İlim, irfan.İhsan, bağış, kerem. İlerleme, olgunlaşma. Feyz-i İlâhî:Allah’ın feyzi, bolluğu, lütfu.
Feyz-i Kur’ân:Kur’ân’ın feyzi, Kur’ân’ın verdiği İlhâm, bereket ve ilim bolluğudur.
Feyz-i tecellî: Tecelliden doğan bereket, ilim, irfan, kudrettir.
İLİM
İlm: Bilme, biliş, bilgi; bir şeyin doğrusunu bilme. Kâinat içinde meydana gelen olayların sebep, oluş, sonuç ve tesirleri konusunda, aklın ölçüleri çerçevesinde tahsil ve tecrübe ile edinilen doğru bilgi, bilim. Kulun marifet sayesinde idrâk ettiği şey.
İlm-i ekmel: En mükemmel ilim, tam bilme.İman ilmi.
İlm-i Kesbî: Çalışarak elde edilen ilim.
VEHB
Vehb: Vergi, bağışlama. Hediye, bağış, hibe.
Vehbî: Doğuştan, çalışmakla kazanılmayıp Allah’ın (c.c.) lütfu ile olan. Allah vergisi, fıtrî.
LEDÜN
Ledün: Allah’ın katı, Allah’ın huzuru, Allah’a yakınlık. Allah’ın sırlarına ait manevî bilgi, gayb ilmi.
Ledünnî: Allah’ın bilgisine ve sırlarına ait, onunla ilgili, ilâhî sırlara âit olan.
Ledünniyât: İlahi bilgiler, ilahi sırlar. Bir işin gizli yönleri, iç yüzü.
İlm-i ledün: Ledün ilmi, İlahî ilim; akıl veya nakil yoluyla değil; kalble ve Hak’dan öğrenilen ilimdir. Allahü teâlânın ihsânı olup, çalışmadan kavuşulan ilim.
İlm-i Vehbî: Çalışmadan öğrenilen, Allahü teâlâ tarafından ihsân edilen ilim.
RİSÂLE-İ NÛRLARDA VAHYİN HAKÎKATİ ŞÖYLEDİR;
Vahyin hakîkatı beş hakîkat-ı kudsiyeyi ifâde ve ifâza ediyor:
Birincisi:لِلتَّنَزُّلاَتِ اْلاِلَهِيَّةِ اِلٰى عُقُولِ الْبَشَرِ denilen, beşerin akıllarına ve fehimlerine göre konuşmak, bir tenezzül-ü İlâhîdir. Evet, bütün zîruh mahlûkatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette kendisi dahi o konuşmalara konuşmasıyla müdahale etmesi, rububiyetin muktezasıdır.
İkincisi: Kendini tanıttırmak için, kâinatı bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa harikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemâlâtını söylettiren, elbette kendi sözleriyle dahi kendini tanıttıracak.
Üçüncüsü: Mevcudatın en müntehabı ve en muhtacı ve en nâzenini ve en müştakı olan hakikî insanların münacatlarına ve şükürlerine fiilen mukabele ettiği gibi, kelâmıyla da mukabele etmek, hâlıkıyetin şe’nidir.
Dördüncüsü: İlim ile hayatın zarurî bir lâzımı ve ışıklı bir tezahürü olan mükâleme sıfatı, elbette ihatalı bir ilmi ve sermedî bir hayatı taşıyan Zâtta, ihatalı ve sermedî bir surette bulunur.
Beşincisi: En sevimli ve muhabbetli ve endişeli ve nokta-i istinada en muhtaç ve sahibini ve malikini bulmaya en müştak, hem fakir ve âciz bulunan mahlûkatlarına, acz ve iştiyakı, fakr ve ihtiyacı ve endişe-i istikbali ve muhabbeti ve perestişi veren bir Zât, elbette kendi vücudunu onlara tekellümüyle iş’ar etmek, ulûhiyetin muktezasıdır.
İşte, tenezzül-ü İlâhî ve taarrüf-ü Rabbânî ve mukabele-i Rahmânî ve mükâleme-i Sübhânî ve iş’âr-ı Samedânî hakikatlerini tazammun eden umumî, semavî vahiylerin, icmâ ile Vâcibü’l-Vücudun vücûduna ve vahdetine delâletleri öyle bir hüccettir ki, gündüzdeki güneşin şu
VAHY VE İLHÂMIN FARKLARI;
Sâdık İlhâmlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükâleme-i Rabbâniyedir; fakat iki fark vardır.
Birincisi: İlhâmdan çok yüksek olan vahyin ekseri melâike vasıtasıyla; ve İlhâmın ekseri vasıtasız olmasıdır. Mesela, nasıl ki, bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var.
Birisi: Haşmet-i saltanat ve hakimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini, bir valiye gönderir. O hakimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için, bazan, vasıta ile beraber bir içtima yapar, sonra ferman tebliğ edilir.
İkincisi: Sultanlık ünvanıyla ve padişahlık umumî ismiyle değil, belki kendi şahsıyla hususî bir münasebeti ve cüz’î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisiyle veya bir âmi raiyetiyle ve hususî telefonuyla hususî konuşmasıdır.
Öyle de, Padişah-ı Ezelînin, umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanıyla, vahiyle ve vahyin hizmetini gören şümullü İlhâmlarıyla mükâlemesi olduğu gibi; herbir ferdin, herbir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında onların kabiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.
İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, sâfidir, havassa hastır. İlhâm ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melâike İlhâmları ve insan İlhâmları ve hayvanat İlhâmları gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor.
لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّى (De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenirdi.(Kehf Sûresi, 18:109) âyetinin bir vechini tefsir ediyor anladı.
Sonra, İlhâmın mahiyetine ve hikmetine ve şehadetine baktı, gördü ki: Mahiyeti ile hikmeti ve neticesi dört nurdan terekküp ediyor.
Birincisi: Teveddüd-ü İlâhî denilen kendini mahlûkatına fiilen sevdirdiği gibi, kavlen ve huzuren ve sohbeten dahi sevdirmek, vedûdiyetin ve rahmâniyetin muktezasıdır.
İkincisi: İbâdının dualarına fiilen cevap verdiği gibi, kavlen dahi perdeler arkasında icabet etmesi, rahîmiyetin şe’nidir.
Üçüncüsü: Ağır beliyelere ve şiddetli hallere düşen mahlûkatlarının istimdatlarına ve feryatlarına ve tazarruatlarına fiilen imdat ettiği gibi, bir nevi konuşması hükmünde olan ilhâmî kavillerle de imdada yetişmesi, rububiyetin lâzımıdır.
Dördüncüsü: Çok âciz ve çok zayıf ve çok fakir ve çok ihtiyaçlı ve kendi malikini ve hâmisini ve müdebbirini ve hâfızını bulmaya pek çok muhtaç ve müştak olan zîşuur masnularına, vücudunu ve huzurunu ve himayetini fiilen ihsas ettiği gibi, bir nevi mükâleme-i Rabbâniye hükmünde sayılan bir kısım sadık İlhâmlar perdesinde ve mahsus ve bir mahlûka bakan has ve bir vecihte, onun kabiliyetine göre, onun kalb telefonuyla, kavlen dahi kendi huzurunu ve vücudunu ihsas etmesi, şefkat-i ulûhiyetin ve rahmet-i rubûbiyetin zarurî ve vâcip bir muktezasıdır diye anladı.(Ayet’ül Kübra)
İLHÂMIN RİSÂLE-İ NÛRLARDAN ÇOK ÖNEMLİ HAKÎKATLERİ, HİKMETLERİ VE NETİCELERİ:
1.Sâdık İlhâmlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükâleme-i Rabbâniyedir.
2.İlhâmın ekseri vasıtasız olmasıdır.
3.Padişah-ı Ezelînin, umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanıyla, vahiyle ve vahyin hizmetini gören şümullü İlhâmlarıyla mükâlemesi olduğu gibi; herbir ferdin, herbir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında onların kabiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesidir.
4.İlhâm gölgelidir, renkler karışır, umumîdir.
5.Melâike İlhâmları ve insan İlhâmları ve hayvanat İlhâmları gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor.
6.İlhâm; لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّى “(De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenirdi.(Kehf Sûresi, 18:109)” âyetinin bir vechini tefsir ediyor.
7.Teveddüd-ü İlâhî denilen kendini mahlûkatına fiilen sevdirdiği gibi, kavlen ve huzuren ve sohbeten dahi sevdirmek, vedûdiyetin ve rahmâniyetin muktezasıdır.
8.İbâdının dualarına fiilen cevap verdiği gibi, kavlen dahi perdeler arkasında icabet etmesi, rahîmiyetin şe’nidir.
9.Ağır beliyelere ve şiddetli hallere düşen mahlûkatlarının istimdatlarına ve feryatlarına ve tazarruatlarına fiilen imdat ettiği gibi, bir nevi konuşması hükmünde olan ilhâmî kavillerle de imdada yetişmesi, rububiyetin lâzımıdır.
10.Çok âciz ve çok zayıf ve çok fakir ve çok ihtiyaçlı ve kendi malikini ve hâmisini ve müdebbirini ve hâfızını bulmaya pek çok muhtaç ve müştak olan zîşuur masnularına, vücudunu ve huzurunu ve himayetini fiilen ihsas ettiği gibi, bir nevi mükâleme-i Rabbâniye hükmünde sayılan bir kısım sadık İlhâmlar perdesinde ve mahsus ve bir mahlûka bakan has ve bir vecihte, onun kabiliyetine göre, onun kalb telefonuyla, kavlen dahi kendi huzurunu ve vücudunu ihsas etmesi, şefkat-i ulûhiyetin ve rahmet-i rubûbiyetin zarurî ve vâcip bir muktezasıdır.
RİSÂLE-İ NÛRLARIN İLHÂMLA TELİF EDİLDİĞİNE DAİR BÖLÜMLER
1.Resâili’n-Nûr baştan başa ism-i Hakîm ve Rahîmin mazharı olduğundan, bu üç âyetin âhirleri ism-i Hakîm ile ve gelecek yirmi beşinci dahi Rahmân ve Rahîm Birinci Şua -s.842) ile bağlamaları münasebet-i mâneviyeyi cidden kuvvetlendiriyor. İşte bu kuvvetli münasebet-i mâneviyeye binaen deriz ki: (tenzilül kitap)cümlesinin sarîh bir mânâsı; Asr-ı Saadette vahiy suretiyle Kitab-ı Mübînin nüzulü olduğu gibi, mânâ-yı işârîsiyle de, her asırda o Kitab-ı Mübînin mertebe-i arşiyesinden ve mucize-i mâneviyesinden feyiz ve İlhâm tarîkiyle onun gizli hakikatleri ve hakikatlerinin burhanları iniyor, nüzul ediyor diyerek, şu asırda bir şakirdini ve bir lem’asını cenah-ı himayetine ve daire-i harîmine bir hususî iltifat ile alıyor.
2.Melek-i İlhâm,kalb taraflarında mücaveretleri var.(Yirmi Birinci Söz)
3.Kur’ân’dan İlhâm olunan Resâili’n-Nur bu asrın mânevî ve müthiş hastalıklarına şifa olmakla meydana çıkmaya başlamasından, bu âyet ona hususî remzettiğine bana kanaat veriyor. Ben kendi kanaatimi yazdım; kanaate itiraz edilmez.(Birinci Şua)
4.Hem bu yazdığımız hakikatlar benim fikrim, malım değil; belki herkesin kalbinin bir köşesinde bulunan bir lümme-i şeytanî ve vesveseci bulunduğu gibi, bir lümme-i İlhâm ve melekî bulunduğuna ehl-i hakikat ve diyaneti hükümlerine binâen, benim kalbimde dahi herkes gibi, bazen ihtiyarım haricinde ve fikrimin fevkinde hatırıma bir hakikat hutur eder. Yani, Kur’ân’dan mânevi bir cânibde bir nev’i İlhâm hükmünde, bir güzel nükte ifham edilir ( Sirâcü’n-Nûr )
5.Çünkü, Risâle-i Nûr, Kur’ân-ı Hakîmin bir mucize-i mâneviyesi ve bu zamanın dinsizliğine karşı mânevî atom bombası olarak solculuk cereyanlarının mâneviyât-ı kalbiyeyi tahribine mukabil, mâneviyât-ı kalbiyeyi tamir edip ferden ferdâ iman-ı tahkikîden gelen muazzam bir kuvvet ve kudrete istinadı okuyucuların kalblerine kazandırıyor. Ve bu vazifeyi de yine mukaddes Kur’ân’ımızın İlhâm ve irşadıyla ve dersiyle ifa ediyor. Bu gibi çok cihetlerle Risâle-i Nûr bu zamanda ehl-i iman ve İslâm için ön plânda ele alınması icap eden ehl-i iman elinde mânevî elmas bir kılıçtır. Asrın idrâkine, zamanın tefehhümüne, anlayışına hitap eden, ihtiyaca en muvafık tarzı gösteren, ders veren ve doğrudan doğruya feyiz ve İlhâm tarikiyle âyetlerin yıldızlarından gelen ders-i Kur’ânîdir, küllî mârifetullah burhanlarıdır.(Barla Lahikası-Takdim)
KALBE GELEN İLHÂMLARI VAHY İLE KARIŞTIRANLAR OLABİLECEĞİ VE BUNUN TEHLİKSİNİ BEDÎÜZZAMÂN HAZRETLERİ ŞÖYLE İFÂDE EDİYOR:
6.”Bu nevi içindeki en tehlikeli bir hata şudur ki:Kalbine İlhâmiî bir tarzda gelen cüz’î mânâları “kelâmullah” tahayyül edip, âyet tabir etmeleridir. Ve onunla, vahyin mertebe-i ulyâ-yı akdesine bir hürmetsizlik gelir. Evet, balarısının ve hayvânâtın ilhâmâtından tut, tâ avâm-ı nâsın ve havâss-ı beşeriyenin ilhâmâtına kadar ve avâm-ı melâikenin ilhâmâtından tâ havâss-ı kerrûbiyyûnun ilhâmâtına kadar bütün ilhâmat, bir nevi kelimât-ı Rabbâniyedir. Fakat mazharların ve makamların kabiliyetine göre, kelâm-ı Rabbânî, yetmiş bin perdede telemmu eden ayrı ayrı cilve-i hitab-ı Rabbânîdir.
Amma vahiy ve kelâmullahın ism-i has ve onun en bâhir misal-i müşahhası olan Kur’ân’ın nücumlarına ism-i has olan “âyet” namı öyle ilhâmâta verilmesi, hata-yı mahzdır. On İkinci ve Yirmi Beşinci ve Otuz Birinci Sözlerde beyan ve ispat edildiği gibi, elimizdeki boyalı aynada görünen küçük ve sönük ve perdeli güneşin misali, semâdaki güneşe ne nisbeti varsa; öyle de, o müddeîlerin kalbindeki İlhâm dahi, doğrudan doğruya kelâm-ı İlâhî olan Kur’ân güneşinin âyetlerine nisbeti o derecededir. Evet, herbir aynada görünen güneşin misalleri güneşindir ve onunla münasebettar denilse haktır; fakat o güneşçiklerin aynasına küre-i arz takılmaz ve onun cazibesiyle bağlanmaz!( Yirmi Dokuzuncu Mektup)”
7.Evet, herkes bizzat gaybı bilmez. Fakat i’lâm ve İlhâm-ı İlâhî ile bilinebilir ki, bütün mucizat ve keramat ona dayanır.( On Dördüncü Şua)
8.Bu esnada Kur’ân-ı Kerîmin feyzinden kalbime doğan füyuzâtı yanımdaki kimselere yazdırarak birtakım risaleler vücuda geldi. Bu risalelerin heyet-i mecmuasına “Risale-i Nur” ismini verdim. Hakikaten Kur’ân’ın nuruna istinad edildiği için, bu isim vicdanımdan doğmuş. Bunun İlhâm-ı İlâhî olduğuna bütün imanımla kaniim ve bunları istinsah edenlere “Bârekâllah” dedim. Çünkü iman nurunu başkalarından esirgemeye imkân yoktu.( On Dördüncü Şua)
9.Akıl tâtil-i eşgal etse de, nazarını ihmal etse, vicdan Sânii unutamaz. Kendi nefsini inkâr etse de onu görür. Onu düşünür. Ona müteveccihtir. Hads-ki, şimşek gibi sür’at-i intikaldir-daima onu tahrik eder. Hadsin muzaafı olan İlhâm, onu daima tenvir eder. Meyelânın muzâafı olan arzu ve onun muzaafı olan iştiyak ve onun muzaafı olan aşk-ı İlâhî, onu daima mârifet-i Zülcelâle sevk eder. Şu fıtrattaki incizap ve cezbe, bir hakikat-i câzibedarın cezbiyledir.( Mesnevî-i Nuriye – Nokta)
10.Arkadaş! Katre nâmındaki eserimde Kur’ân’dan İlhâmen takip ettiğim yolla ehl-i nazar ve felsefenin takip ettikleri yol arasındaki fark şudur:
Kur’ân’dan tavr-ı kalbe İlhâm edilen asâ-yı Mûsâ gibi, mânevî bir asâ ihsan edilmiştir. (Mesnevî-i Nuriye – Katre)
11.Evet, nev-i beşerin ahvâline dikkatle bakılırsa görülür ki, ruhun mânen terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve terakkisini telkih eden, yani aşılayan, şeriatlardır; vücut veren, tekliftir; hayat veren, Peygamberlerin gönderilmesidir; İlhâm eden, dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar kemâlât-ı vicdaniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yok olurlardı. Fakat insanların bir kısmı, arzu ve ihtiyarıyla teklifi kabul etmiştir. Bu kısım, saadet-i şahsiyeyi elde ettiği gibi, nev’in saadetine de sebep olmuştur.( İşârâtü’l-İ’câz – Bakara Sûresi, Âyet: 26,27)
12.Kezâlik, bu risalelerin ibarelerindeki işkâl ve iğlâkın, keyif için ihtiyarımdan çıkmış olduğunu zannetme. Çünkü, bu risale, dehşetli bir zamanda, nefsimin hücumuna karşı yapılan âni ve irticâlî bir münakaşadır. Kelimeleri, o müthiş mücadele esnasında zihnimin eline geçen dikenli kelimelerdir. O, ateşle nurun karıştıkları bir hengâmda, başım dönmeye başlıyordu. Kâh yerde, kâh gökte, kâh minarenin dibinde, kâh minarenin şerefesinde kendimi görüyordum. Çünkü, tâkib ettiğim yol, akılla kalb arasında yeni açılan berzahî bir yoldur. Akıldan kalbe, kalbden akla inip çıkmaktan bîzar olmuştum. Bunun için, bir nur bulduğum zaman, hemen üstüne bir kelime bırakıyordum. Fakat, o nurların üstüne bıraktığım kelime taşları, delâlet için değildi. Ancak, kaybolmamak için birer nişan ve birer alâmet olarak bırakırdım. Sonra baktım ki, o zulmetler içinde bana yardım eden o nurlar, Kur’ân güneşinden İlhâm edilen misbah ve kandillerdi.( Mesnevî-i Nuriye – Katre)
Risâle-i Nûrların sadece İlhâmla telif edilmediğini yine Üstad Bedîüzzamân Hazretleri’nden öğreniyoruz şöyle ki:
Birden hatıra geldi ki: Bu üç farkın sırrı ise Risaletü’n-Nur’un mertebesi üçüncüde olmasıdır. Yani vahiy değil ve olamaz. Hem umumiyetle dahi İlhâmdeğil, belki ekseriyetle Kur’ân’ın feyziyle ve medediyle kalbe gelen sünuhat ve istihracat-ı Kur’âniyedir.( Birinci Şua-24.Ayet)
Bundan sonraki kısımlarda ise Risâle-i Nûrların ” İhtâr,sünûhât ve Kur’ân’ın feyzinden” gelerek telif edildiğine dair bölümleri aktarmaya çalışalım inşâallah.
Risâle- i Nûr eserlerinin ihtârla telif edildiğine dair bölümleri toplu olarak sunuyoruz.
Risâle-i Nûr, Kur’ân’ın çok kuvvetli, hakikî bir tefsiridir” tekrarla dediğimizden, bazı dikkatsizler tam mânâsını bilmediğinden bir hakikati beyan etmeye bir İhtâr aldım. O hakikat şudur:Tefsir iki kısımdır:
Birisi, malum tefsirlerdir ki, Kur’ân’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin mânâlarını beyan ve izah ve ispat ederler.
İkinci kısım tefsir ise, Kur’ân’ın imanî olan hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle beyan ve ispat ve izah etmektir. Bu kısmın pekçok ehemmiyeti var. Zâhir malûm tefsirler, bu kısmı bazen mücmel bir tarzda derc ediyorlar. Fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid filozofları susturan bir mânevî tefsirdir.( On Dördüncü Şua)
RİSÂLE-İ NÛRLARDA İHTÂRLA İLGİLİ YERLER
1.Ramazan-ı Şerifte onuncu günün ikinci saatinde birden bu hadis-i şerif hatırıma geldi. Belki, Risâle-i Nûr şakirtlerinin taifesi ne kadar devam edeceğini düşündüğüme binaen İhtâr edildi.
2.Çoktan beri ruhuma İhtâr edilmiş ki,…
3.Birden iki hakikat İhtâr edildi:…
4.Kalbime İhtâr edildi ki:…
5.Çünkü Lâhikada bir mektupta yazmıştım ki, iki hakikat mücmelen bana İhtâr edilmişti:…
6.Halbuki bu memleketin en ziyade muhtaç olduğu imanî ve İslâmî ve hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye dairesinde Risale-i Nur’u göreceksiniz diye hakikatten bana İhtâr edilmiş…
7.Şeâir-i İslâmiyeye ve siyaset-i İslâmiyeye darbe vuranlar on iki, on üç, on dört, on altı sene zarfında büyük darbeler yiyecekler diye bana İhtâr edildi…
8.Geçen Ramazan-ı Şerifte, Ehl-i Sünnetin selâmet ve necatı için edilen pek çok duaların şimdilik âşikâre kabulleri görünmemesine hususî iki sebep İhtâr edildi…
9.Yalnız o meselenin teferruatından bana ait bir hadiseyi beyan etmek İhtâr edildi…
10.Birden bir İhtâr -ı gaybîyle kat’î kanaat verecek bir surette kalbime geldi. Denildi ki:
11.O hazîn hale karşı Kur’ân’dan gelen nur böyle İhtâr etti ki:…kalbime şiddetli İhtâr edildi…
12.Bugünlerde İhtâr edildi ki…Birden bu hadis-i şerif İhtâr edildi…
13.Şimdi bir İhtâr ile kat’î kanaatim geldi…Size dört meseleyi beyan etmek kalbime İhtâr edildi…
14.Fakat bu manevî hediyenin ehemmiyetli bir sırrı bulunduğu bana İhtâr edildi.
15.Elbette Kur’ân’ın bir mucize-i mânevîsi olan Risale-i Nur’un bir kerametidir diye kat’î bu gece bir İhtâr hissettim ve kaleme aldım.
16.Aziz kardeşlerim, çok defa kalbime geliyordu. “Neden İmam-ı Ali (r.a.) Risale-i Nur’a ve bilhassa Âyetü’l-Kübrâ risalesine ziyade ehemmiyet vermiş?” diye sırrını beklerdim. Lillâhİlhâmd, İhtâr edildi. İnkişaf eden o sırra şimdilik yalnız kısa bir işaret ediyorum.( Kastamonıu Lâhikası)
17.On sene mukaddem, o kaside-i gaybiyeyi gördükçe bana mânevi bir İhtâr gibi “Dikkat et!” diye kalbime geliyordu.
18.En nihayet, esaretimin sekizinci senesinde, en işkenceli ve en sıkıntılı bir zamanda, gayet kuvvetli bir teselli ve teşvike muhtaç olduğumuzdan bana İhtâr edildi ki: Bunu, tahdis-i nimet ve bir şükr-ü mânevî nev’inden izhar et. Hem korkma, kanaat verecek derecede kuvvetlidir. (8.lema)
Bu bölümde ise Risâle-i Nûrların Sünûhât kabilinden te’lifi ile ilgili yerleri aktarmaya çalışalım.
1.Hakaike dair mesâilde külliyatları ve bazan da tafsilâtları sünuhat -ı ilhâmiye nev’inden olduğundan, hemen umumiyetle şüphesizdir, kat’îdir.(Barla Lah.)
2.Risale-i Nur’un mesâili, ilimle, fikirle, niyetle ve kastî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlakayla sünuhat, zuhurat, ihtârât ile oluyor.( Kastamonıu Lâhikası – Mektup No: 131)
3.Bidayet-i zuhur-u İslâmiyette muannid ve kitapsız kâfirlerin ve nifaka giren eski dinlerin münafıkları gibi, aynen bu zaman-ı âhirde bir nazîresi çıkacağını ders-i Kur’ânîden gelen bir sünuhat ile Eski Said hissetmiş.( İşârâtü’l-İ’câz – Önsöz)
4.Şu mesele-i azîmeyi başka vakte tâlik edip, ne vakit Cenâb-ı Hakkın rahmetinden kalbe sünuhat gelse, tedricen size yazılır.( Yirmi Dokuzuncu Mektup)
5.Birden hatıra geldi ki: Bu üç farkın sırrı ise Risaletü’n-Nur’un mertebesi üçüncüde olmasıdır. Yani vahiy değil ve olamaz. Hem umumiyetle dahi İlhâm değil, belki ekseriyetle Kur’ân’ın feyziyle ve medediyle kalbe gelen sünuhat ve istihracat-ı Kur’âniyedir.( Birinci Şua-24.Ayet)
6.Ben de, birden, sünuhat kabilinden olarak verdiğim cevabın muhtasarı şudur…( On Altıncı Lem’a)
7.O ümit, küçüklüğümden beri gaye-i hayalim iken, birden hiss-i kablelvuku kabilinden kalbime bir sünuhat oldu ki:…( Emirdağ Lâhikası (2) – Mektup No: 73)
8.Maatteessüf şimdilik sünuhattan başka ilmî mesâille iştigalime mâni bazı haller var. Onun için, sualinize göre cevap veremiyorum. Eğer sünuhat -ı kalbiye olsa, bilmecburiye meşgul oluyorum. Bazı sualler sünuhata tevafuk ettiği için cevap verilir; gücenmeyiniz. Onun için, herbir sualinize lâyıkınca cevap veremiyorum.( On Dördüncü Lem’a)
9.Risale-i Nur, kat’î burhanlara istinaden hükümleri, sâir hakaikte, aynı aynına, tevilsiz, tâbirsiz hakikat çıkması ve yalnız işârât-ı tevafukiye ve sünuhat -ı kalbiyeye itimaden beyanatı…(Kas.Lah)
Buraya kadar vahiy, İlhâm, İhtâr, sünûhât mevzularını Risâle-i Nûrlardan aktararak konuyu FEYZ-İ KUR’ÂN kısmına getirdik. Bu kısımda ise Risâle-i Nûrın Kur’ân’ın feyzinden geldiğine dair bölümleri yine Risâle-i Nûrlardan gösterelim.
1.Risâle-i Nûr doğrudan doğruya Kur’ân’ın bâhir bir burhanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem’a-i i’câz-ı mânevîsi ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir şuâsı ve o mâden-i ilm-i hakikatten mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i mâneviyesi olduğundan, onun kıymetini ve ehemmiyetini beyan etmek Kur’ân’ın şerefine ve hesabına ve senâsına geçtiğinden, elbette Risale-i Nur’un meziyetini beyan etmekliği, hak iktiza eder ve hakikat ister, Kur’ân izin verir. Benim gibi bir tercümanın hissesi yalnız şükürdür. Hiçbir cihetle fahre, temeddühe, gurura hakkı yoktur ve olamaz. Gelecek âyetlerin işârâtına bu nokta-i nazarla bakmak gerektir. Yoksa beni hodbinlikle itham edenlere hakkımı helâl etmem.(Birinci Şua)
2.“Risâle-i Nûr benim değil, Kur’ân’ın malıdır; Kur’ân’ın feyzinden gelmiştir. Hiçbir kuvvet onu Anadolu’nun sinesinden koparıp atamayacaktır. Risâle-i Nûr Kur’ân’a bağlıdır; Kur’ân ise Arş-ı Âzamla bağlanmıştır. Kimin haddi var ki, onu oradan söküp atsın?”( Emirdağ Lâhikası (2) – Mektup No: 96)
3.Ben bir neferim, fakat müşir hizmetini görüyorum. Yani kıymet bende yoktur. Belki Kur’ân-ı Hakîmin feyzinden tereşşuh eden Risâle-i Nûr eczâları bir müşiriyet-i mâneviye hizmetini görüyorlar.
4.Yalnız, Kur’ân-ı Hakîmin feyzinden gelen gayet muhtasar bir iki nükteyi söyleyeceğim…
5.Risaletü’n-Nur sair telifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka üstadı yok, Kur’ân’dan başka mercii yoktur. Telif olduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur’âniden ve âyâtının nücûmundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.( Birinci Şua)
Üstad Bedîüzzamân Hazretleri Risâle-i Nûrların te’lifinin ihtiyârının fevkinde olduğunu birçok yerde açıklıyor. Bu nedenle bu kısımda Risâle-i Nûrlardan Üstadımızın” ihtiyarımızın dışında ” telif edildi ifâdelerini göstermeye çalışalım.
1.Sözlerin telifi vasıtasıyla Kur’ân’a hizmetimize bir mükâfât-ı âcile ve bir vasıta-i teşvik olan inâyât-ı Rabbâniye, bir muvaffakiyettir. Muvaffakiyet ise izhar edilir.Muvaffakiyetten geçse, olsa olsa bir ikram-ı İlâhî olur. İkram-ı İlâhî ise, izharı bir şükr-ü mânevîdir.Ondan dahi geçse, olsa olsa, hiç ihtiyarımız karışmadan bir keramet-i Kur’âniye olur. Biz mazhar olmuşuz.
2.Bu nevi ihtiyarsız ve habersiz gelen bir kerametin izharı zararsızdır.
3.Eğer âdi kerâmâtın fevkine çıksa, o vakit, olsa olsa Kur’ân’ın i’câz-ı mânevîsinin şuleleri olur. Madem i’câz izhar edilir; elbette i’câza yardım edenin dahi izharı, i’câz hesabına geçer. Hiç medar-ı fahir ve gurur olamaz; belki medar-ı hamd ve şükrandır.İşte, ona binaen, benim gibi zayıf ve kıymetsiz bir biçarenin elindeki hakaik-i imaniye ve Kur’âniyenin kıymetini, ekser nâsın nokta-i nazarında düşürmemek için, bilmecburiye ilân ediyorum ki, ihtiyarımız ve haberimiz olmadan, birisi bizi istihdam ediyor; biz bilmeyerek bizi mühim işlerde çalıştırıyor. Delilimiz de şudur ki: Şuurumuz ve ihtiyarımızdan hariç bir kısım inâyâta ve teshilâta mazhar oluyoruz. Öyleyse, o inâyetleri bağırarak ilân etmeye mecburuz ( Yirmi Sekizinci Mektup)
4.Hem telif, ihtiyarımız dairesinde değil.( Kastamonıu Lâhikası – Mektup No: 97)
Üstad Bedîüzzamân Hazretleri Risâle-i Nûr Hizmetinde istihdâm edildiğini de ifâde ediyor. İstihdâm edilmek elbette ki ihtiyar dairesinde olmayan bir hâl olmalıdır. İşi Risâle-i Nûrlardan istihdâm edilmek ile ilgili kısımlar.
1.Bizler, bize zulmedenleri, bizi himaye eden ve Risale-i Nur’da istihtam eden Rabbimize havale ediyoruz.(Kas.Lah.)
2.Ben şu vazife-i kudsiyede bilmeyerek istihdam olunurdum; siz bilerek hizmet ediyorsunuz, bahtiyarsınız. İnşaallah, niyet-i hâliseniz, benim müşevveş niyetimi dahi tashih edecektir.( Barla Lâhikası – Mektup No: 209)
3.Kardeşlerim, hiç merak etmeyiniz. Kat’î kanaatim geldi, bizler bir inayet altında, gayet ehemmiyetli bir hizmette ve ihtiyar ve iktidarımız haricinde bir dest-i gaybî tarafından istihdam ediliyoruz.( Emirdağ Lâhikası (1) – Mektup No: 10)
4.İşte, ona binaen, benim gibi zayıf ve kıymetsiz bir biçarenin elindeki hakaik-i imaniye ve Kur’âniyenin kıymetini, ekser nâsın nokta-i nazarında düşürmemek için, bilmecburiye ilân ediyorum ki, ihtiyarımız ve haberimiz olmadan, birisi bizi istihdam ediyor; biz bilmeyerek bizi mühim işlerde çalıştırıyor.( Yirmi Sekizinci Mektup-7.sebep)olacağını düşünüyorum.
ÜSTAD BEDÎÜZZAMÂN HAZRETLERİNİN ÜÇ ŞAHSİYETİ
İşte, bu biçare kardeşinizde üç şahsiyet var. Birbirinden çok uzak, hem de pek çok uzaktırlar.
Birincisi: Kur’ân-ı Hakîmin hazine-i âlisinin dellâlı cihetindeki muvakkat, sırf Kur’ân’a ait bir şahsiyetim var. O dellâllığın iktiza ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o ahlâk benim değil; ben sahip değilim. Belki o makamın ve o vazifenin iktiza ettiği seciyelerdir. Bende bu neviden ne görseniz benim değil; onunla bana bakmayınız, o makamındır.
İkinci şahsiyet: Ubudiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mânâ-yı ubudiyetin esası olan “kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek” noktalarından geliyor ki, o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü senâ etse beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim.
Üçüncüsü: Hakikî şahsiyetim, yani Eski Said’in bozması bir şahsiyetim var ki, o da Eski Said’den irsiyet kalma bazı damarlardır. Bazan riyâya, hubb-u câha bir arzu bulunuyor. Hem, asil bir hanedandan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisat ile, düşkün ve pest ahlâklar görünüyor.
Ey kardeşler! Sizi bütün bütün kaçırmamak için, bu şahsiyetimin gizli çok fenalıklarını ve sû-i hallerini söylemeyeceğim. İşte, kardeşlerim, ben müstaid ve makam sahibi olmadığım için, şu şahsiyetim, dellâllık ve ubudiyet vazifelerindeki ahlâktan ve âsârdan çok uzaktır. Hem “Dâd-ı Hak kabiliyet şart nist” kaidesince, Cenâb-ı Hak, merhametkârâne, kudretini benim hakkımda böyle göstermiş ki, en ednâ bir nefer gibi bu şahsiyetimi, en âlâ bir makam-ı müşiriyet hükmünde olan hizmet-i esrar-ı Kur’âniyede istihdam ediyor. Yüz binler şükür olsun! Nefis cümleden süflî, vazife cümleden âlâ. Elhamdü lillâh, hâzâ min fadli Rabbî.( Yirmi Altıncı Mektup-2.Mebhas)
Risâle-i Nûr ve Üstad Bedîüzzamân Saîd Nursî ‘nin mahiyetini çok net olarak anlatan bir mektup.
“Risâle-i Nûr nedir ve hakikatler muvacehesinde Risâle-i Nûr ve tercümanı ne mahiyettedirler?” diye bir takriznâmedir.
Her asır başında hadisçe geleceği tebşir edilen dinin yüksek hâdimleri, emr-i dinde mübtedi’ değil, müttebidirler. Yani, kendilerinden ve yeniden bir şey ihdas etmezler, yeni ahkâm getirmezler. Esasat ve ahkâm-ı diniyeye ve sünen-i Muhammediyeye (a.s.m.) harfiyen ittibâ yoluyla dini takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona karıştırılmak istenilen ebâtılı ref’ ve iptal ve dine vâki tecavüzleri red ve imha ve evâmir-i Rabbâniyeyi ikame ve ahkâm-ı İlâhiyenin şerafet ve ulviyetini izhar ve ilân ederler. Ancak tavr-ı esâsiyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden, yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni ikna usulleriyle ve yeni tevcihat ve tafsilât ile îfa-i vazife ederler.
Bu memurîn-i Rabbâniye, fiiliyatlarıyla ve amelleriyle de memuriyetlerinin musaddıkı olurlar. Salâbet-i imaniyelerinin ve ihlâslarının aynadarlığını bizzat îfa ederler. Mertebe-i imanlarını fiilen izhar ederler. Ve ahlâk-ı Muhammediyenin (a.s.m.) tam âmili ve mişvar-ı Ahmediyenin (a.s.m.) ve hilye-i Nebeviyenin (a.s.m.) hakikî lâbisi olduklarını gösterirler. Hülâsa, amel ve ahlâk bakımından ve sünnet-i Nebeviyeye (a.s.m.) ittibâ ve temessük cihetinden ümmet-i Muhammed’e (a.s.m.) tam bir hüsn-ü misal olurlar ve nümune-i iktida teşkil ederler. Bunların, Kitabullahın tefsiri ve ahkâm-ı diniyenin izahı ve zamanın fehmine ve mertebe-i ilmine göre tarz-ı tevcihi sadedinde yazdıkları eserler kendi tilka-yı nefislerinin ve karîha-i ulviyelerinin mahsulü değildir, kendi zekâ ve irfanlarının neticesi değildir. Bunlar, doğrudan doğruya menba-ı vahy olan Zât-ı Pâk-i Risaletin (a.s.m.) mânevî İlhâm ve telkinatıdır. Celcelûtiye ve Mesnevî-i Şerîf ve Fütuhu’l-Gayb ve emsali âsâr hep bu nevidendir. Bu âsâr-ı kudsiye o zevât-ı âlîşan ancak tercüman hükmündedirler. Bu zevât-ı mukaddesenin, o âsâr-ı bergüzîdenin tanziminde ve tarz-ı beyanında bir hisseleri vardır; yani bu zevât-ı kudsiye, o mânânın mazharı, mir’âtı ve ma’kesi hükmündedirler.
Risâle-i Nûr ve tercümanına gelince: Bu eser-i âlîşanda şimdiye kadar emsaline rastlanmamış bir feyz-i ulvî ve bir kemâl-i nâmütenahî mevcut olduğundan ve hiçbir eserin nail olmadığı bir şekilde meş’ale-i İlâhiye ve şems-i hidayet ve neyyir-i saadet olan Hazret-i Kur’ân’ın füyuzatına vâris olduğu meşhud olduğundan, onun esası nur-u mahz-ı Kur’ân olduğu ve evliyaullahın âsârından ziyade feyz-i envâr-ı Muhammedîyi (a.s.m.) hâmil bulunduğu ve Zât-ı Pâk-i Risaletin ondaki hisse ve alâkası ve tasarruf-u kudsîsi evliyaullahın âsârından ziyade olduğu ve onun mazharı ve tercümanı olan mânevî zâtın mazhariyeti ve kemâlâtı ise o nisbette âlî ve emsâlsiz olduğu güneş gibi âşikâr bir hakikattir.
Evet, o zat daha hal-i sabavette iken ve hiç tahsil yapmadan, zevâhiri kurtarmak üzere üç aylık bir tahsil müddeti içinde ulûm-u evvelîn ve âhirîne ve ledünniyat ve hakaik-ı eşyaya ve esrar-ı kâinata ve hikmet-i İlâhiyeye vâris kılınmıştır ki, şimdiye kadar böyle mazhariyet-i ulyâya kimse nail olmamıştır. Bu harika-i ilmiyenin eşi asla mesbuk değildir. Hiç şüphe edilemez ki, tercüman-ı Nur, bu haliyle baştan başa iffet-i mücesseme ve şecaat-i harika ve istiğna-yı mutlak teşkil eden harikulâde metanet-i ahlâkiyesi ile bizzat bir mucize-i fıtrattır ve tecessüm etmiş bir inayettir ve bir mevhibe-i mutlakadır.
O zât-ı zîhavârık, daha hadd-i bülûğa ermeden bir allâme-i bîadîl halinde bütün cihan-ı ilme meydan okumuş, münazara ettiği erbab-ı ulûmu ilzam ve iskat etmiş, her nerede olursa olsun vâki olan bütün suallere mutlak bir isabetle ve asla tereddüt etmeden cevap vermiş, on dört yaşından itibaren üstadlık pâyesini taşımış ve mütemadiyen etrafına feyz-i ilim ve nur-u hikmet saçmış, izahlarındaki incelik ve derinlik ve beyanlarındaki ulviyet ve metanet ve teveccühlerindeki derin feraset ve basiret ve nur-u hikmet, erbab-ı irfanı şaşırtmış ve hakkıyla “Bedîüzzamân” ünvan-ı celîlini bahşettirmiştir. Mezâya-yı âliye ve fezâil-i ilmiyesiyle de din-i Muhammedînin (a.s.m.) neşrinde ve isbatında bir kemâl-i tam halinde rû-nümâ olmuş olan böyle bir zât elbette Seyyidü’l-Enbiya Hazretlerinin (a.s.m.) en yüksek iltifatına mazhar ve en âlî himaye ve himmetine nâildir. Ve şüphesiz o Nebiyy-i Akdesin (a.s.m.) emir ve fermanıyla yürüyen ve tasarrufuyla hareket eden ve onun envar ve hakaikına vâris ve mâkes olan bir zât-ı kerîmü’s-sıfattır.
Envâr-ı Muhammediyeyi (a.s.m.) ve maarif-i Ahmediyeyi (a.s.m.) ve füyuzât-ı şem’-i İlâhîyi en müşa’şa bir şekilde parlatması ve Kur’ânî ve hadîsi olan işarât-ı riyaziyenin kendisinde müntehî olması ve hitabât-ı Nebeviyeyi (a.s.m.) ifade eden âyât-ı celîlenin riyazî beyanlarının kendi üzerinde toplanması delâletleriyle o zât hizmet-i imaniye noktasında risaletin bir mir’ât-ı mücellâsı ve şecere-i risaletin bir son meyve-i münevveri ve lisan-ı risaletin irsiyet noktasında son dehan-ı hakikatı ve şem-i İlâhînin hizmet-i imaniye cihetinde bir son hâmil-i zîsaâdeti olduğuna şüphe yoktur.
Üçüncü medrese-i Yusufiyenin el-Hüccetü’z-Zehrâ ve
Zühretü’n-Nur olan tek dersini dinleyen Nur şakirtleri namına:
Ahmed Feyzi, Ahmed Nazif, Salâhaddin, Zübeyir, Ceylan, Sungur, Tabancalı
Benim hissemi haddimden yüz derece ziyade vermeleriyle beraber, bu imza sahiplerinin hatırlarını kırmaya cesaret edemedim. Sükût ederek o medhi Risâle-i Nûr şakirtlerinin şahs-ı mânevîsi namına kabul ettim.
Said Nursî(On Beşinci Şua)
Buraya uzunda olsa Üstadımızın Eski Saîd devresindeki yaşadığı harîka hallerin hikmetini izâh ettiği önemli bir mektubu ekliyorum. Uzun olsa da konu ile alâkalı olduğu için okumakta çok fayda olacağını düşünüyorum.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Evvelâ: Mevlid-i Şerifinizi ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Ve muvaffakiyetinizi ve Nurların fevkalâde tesirli intişarlarını sizlere müjde ediyoruz. Ve Nurcuları tebrik ediyoruz.
Saniyen: Bu mübarek gecede pek şiddetli bir İhtâr kalbime geldi ki: İstanbul’daki üniversiteciler Eski Said ile Yeni Said’in Tarihçe-i Hayatındaki harikaları yazmaları münasebetiyle iki fikir meydana gelmiş.
Birisi: Dostlarda, benim haddimden pek ziyade, fevkalâde bir nevi velâyet gibi bir hüsn-ü zan hasıl olmuş. Ve muârızlarda ve ehl-i felsefede de pek harika bir dehâ zannı ve hattâ bazılarında da kuvvetli bir sihir tevehhümüyle, haddimden bin derece ziyade bir tevehhüm hasıl olmuş. Ve bu mânâya dair çok yerlerde “Bunun hakikati nedir?” diye maddî ve mânevî izahı benden istenilmişti. Ben de bu geceki şiddetli İhtâr için çok mukaddematlı bir hakikati beyan etmeye mecbur oldum.
Birinci mukaddeme: Nasıl ki bir çam ağacının buğday tanesi kadar bir çekirdeği, koca çam ağacına bir mebde’ oluyor; kudret-i İlâhî o acip ağacı o çekirdekten halk ediyor. Milyondan ancak bir hisse o çekirdekte bulunurken, o çekirdek kader kalemiyle yazılan mânevî bir fihriste olmuş. Yoksa, bir köy kadar fabrikalar lâzımdır ki, o acip ağaç, dal ve budaklarıyla teşkil edilsin. İşte, azamet ve kudret-i İlâhînin bir delili de budur ki, bir zerreden dağ gibi şeyleri halk eder.
İşte, aynen bunun gibi, hiçbir mahviyet ve tevazu niyetiyle olmayarak, bütün kanaatimle ilân ediyorum ki, benim hizmetim ve sergüzeşte-i hayatım, bir nevi çekirdek hükmüne geçmiş. İnayet-i İlâhiye ile bu zamanda ehemmiyetli bir hizmet-i imaniyeye mebde’ olmak için, Kur’ân’dan gelen ve meyvedar bir şecere-i âliye olan Nur Risalelerini ihsan etmiş. Ben bunu kasemle temin ediyorum ki, bütün hayatımda geçen o harikalardan dolayı ben kendimde kat’iyen bir kabiliyet ve bir meziyet ve o fevkalâdeliğe bir liyakat görmüyordum. Hayret hayret içinde kalıyordum. Değil fevkalâde bir dehâ veyahut fevkalâde bir velâyet, belki kendi kendimi idâre edecek ve hayat-ı içtimaiye ile münasebettar olacak bir kabiliyet görmüyordum. Gerçi zahiren hodfuruşluk gibi bazı hâlât hayatımda görünmüştü. O da ihtiyarım haricinde halkların hüsn-ü zannını tekzip etmemek için bir nevi hodfuruşluk gibi oluyordu. Fakat halkların hüsn-ü zannı gibi hakikatte olmadığımın hikmetini bilmediğimden ve dünyaya yaramadığımı, böyle bin derece haddimden fazla bir teveccühe mazhar olduğumu bütün bütün hilâf-ı hakikat telâkki ediyordum. Fakat Cenab-ı Hakka yüz bin şükür olsun ki, yetmiş seksen senelik hayatımın sonlarında onun hikmetini ihsan-ı İlâhiye ile bir derece bildik ve kısaca bir kısmına işaret edeceğim. Ve çok nümunelerinden bir kısım nümunelerini beyan ediyorum:
Birinci nümune: Medrese usulünce hiç olmazsa on beş sene tahsil-i ilim lâzım geliyor ki, hakaik-i diniye ve ulûm-u İslâmiye tam elde edilsin. O zamanda Said’de, değil harika bir zekâ veya bir mânevî kuvvet, belki bütün istidat ve kabiliyetinin haricinde bir acip tarzla, bir iki sene sarf ve nahiv mebâdisini gördükten sonra, üç ayda acip bir tarzda kırk elli kitabı güya okumuş ve icâzet almış gibi bir hâlet göründü.
Bu hal altmış sene sonra doğrudan doğruya gösterdi ki, o vaziyet ulûm-u imaniyeyi üç dört ayda, kısa bir zamanda ellere verebilecek bir tefsir-i Kur’ânî çıkacak ve o biçare Said de onun hizmetinde bulunacak işaretiyle, hem bir zaman gelecek ki, değil on beş sene belki bir sene de ulûm-u imaniyeyi ders alacak medreseler ele geçmeyecek ve azalacak bir zamana bir nevi işaret-i gaybiye gibi mânâlar hatıra geliyor.
İkinci nümune: O eski zamanda, Said’in o çocukluk zamanında büyük âlimlerle münazarasını ve o âlimlerin suallerine cevap vermesini, hattâ kendisi hiç sual etmeden âlimlerin en müşkül suallerine doğru cevap vermesini, ben kat’iyen itiraf ediyorum ve itikad ediyorum ki, o hal ne harika zekâvetimden ve ne de acip istidadımdan neş’et etmiş değildir. Ben de biçare, müptedi, sersem, gürültücü bir çocuk iken, hiç böyle, değil büyük âlimlere cevap vermek, belki küçük hocalara, hattâ küçük talebelere de mağlûp olur bir halde iken doğru cevap vermekliğim, kat’iyen istidadımdan ve zekâvetimden gelmemiş olduğuna kanaat-i kat’iyem var. Yetmiş senedir de hayret ediyordum.
Şimdi ihsan-ı İlâhî ile bir hikmetini anladım ki: Çekirdek gibi, medrese ilimlerine bir ağaç ihsan edilecek ve o ağacın hizmetinde bulunana karşı pek çok rakipleri ve muarızları bulunacak.
İşte, bu zamanda, İslâmlar içinde muhtelif meşrepler ve meslekler sahipleri birbirisini tenkit etmek ve eserine mukabil eserler neşretmek, Mutezile ve Ehl-i Sünnet gibi birbirini kırmak âdetiyle bu zamanda o Nur ağacının hizmetkârının başına vuracak ve rekabet veya meşrep muhalefetiyle en tesirlisi ve en müthişi medrese hocaları olmak lâzım gelirken, Cenab-ı Hakka yüz bin şükür olsun ki, eskiden beri devam etmekte olan o âdete muhalif olarak, Risâle-i Nûr en ziyade ulemânın damarlarına dokundurduğu halde hocaların Nurlara karşı tenkitkârâne eserler yazamadıklarının sebebi, o zamanda o çocuk Said’in ulemânın suallerine karşı doğru cevap vermesi ulemanın cesaretini kırmış ki, hiçbir yerde kıskanç hocalardan, hem meşrepçe Said’e çok muhalif oldukları halde Nur Risalelerine karşı mukabil çıkmamaları, bu halin bir hikmeti olduğuna kanaatim gelmiş. Yoksa böyle acip bir zamanda ehl-i medresenin itirazı başlasaydı, dinsizlik taraftarları olan gizli düşmanlarımız hem Nurları, hem ulemayı çürütmek için ehemmiyetli bir vesile yapacaklardı. Cenab-ı Hakka hadsiz şükrolsun ki, en ziyade Nurların dokunduğu resmî ulema, aleyhinde bulunamadılar.
Üçüncü nümune: Eski Said’in çocukluk zamanından beri hem kendisi, hem babası fakir oldukları halde, başkalarının sadaka ve hediyelerini almadığının ve alamadığının ve şiddetli muhtaç olduğu halde hediyeleri mukabilsiz kabul etmediğinin ve Kürdistan âdeti talebelerin tayinatı ahalinin evlerinden verildiği ve zekâtla masrafları yapıldığı halde, Said hiçbir vakit tayin almaya gitmediğinin ve zekâtı dahi bilerek almadığının bir hikmeti, şimdi kat’î kanaatimle şudur ki:
Âhir ömrümde Risâle-i Nûr gibi sırf imanî ve uhrevî bir hizmet-i kudsiyeyi dünyaya âlet etmemek ve menâfi-i şahsiyeye vesile yapmamak için, o makbul âdete ve o zararsız seciyeye karşı bana bir nefret ve bir kaçınmak ve şiddet-i fakr ve zarureti kabul edip elini insanlara açmamak hâleti verilmişti ki, Risale-i Nur’un hakikî bir kuvveti olan hakikî ihlâs kırılmasın. Ve bunda bir işaret-i mânevî hissediyordum ki, gelecek zamanda maişet derdiyle ehl-i ilmin mağlûbiyeti bu ihtiyaçtan gelecektir. (Emirdağ Lâhikası (2) – Mektup No: 6
Hazırlayan :Abdülbâkî ÇİMİÇ
Ne yorum yazılabilir ki? Allah hakkında bilmediği şeyi söylememek gerektiği ,Allah hakkında bir şeyi de ancak Kur’an da bildirilmiş ise bilmenin mümkün olduğuna dair ayetler var iken siz bu Allah tarafından yazdırıldı diyorsunuz? Ayetlerin açık hükümlerine aykırılık.Allah adına konuşuyorsunuz.
Olmayacak şey olsa ve mesela Hz.Ömer ya da Hz.Hamza karşınızda olsa, sizin risalelerinizi elinde tutsalar ve bu sırma ciltli kitap nedir diye sorsalar -Efendim, bu Asrı saadeette Kitab-ı Mübin’in inmesi gibi onun arştaki mertebesinden inen ve onun gizli hakikatlerini ve hakikatlerinin bürhanlarını açıklayan 13 asır sonra feyiz ve ilham yoluyla inen kitaptır diye cevap vermeye cesaret edebilir miydiniz? tek sorum bu
Mustafa bey,yorumunuzu onayladım.Çünkü hakâret olmamak kaydıyla farklı fikirleri kabûl etmek şiarımızdır.Ancak yorumunuzda elbetteki kabûl edemeyeceğimiz cümleler ve ithamlar vardır.Yukarıdaki çalışmada bizim kesinlikle yorumumuz yoktur.İlk kısımlardaki kavramların açıklamaları tamâmen lügât manalardır.Diğer kısımlar da Risâle-i Nûr Külliyatının müteferrik kısımlarından bir araya getirilmiş şerh ve izâhlardır.sanırım Risâle-i Nûrların maniyeti ve te’lif hakikati ile ilgili bilgi noksanlığınız olmalı. Risâle-i Nûrların me’hazı Kur’ân’dır.Kur’ân’dan başka kaynağı yoktur.Müellif-i Muhterem olan Bedîüzzamân Hazretleri :”Risâle-i Nûrlar, Kur’ân ayetlerinden ilhâmen geliyor.” mânâsında ifâdelerle açıklamalar yapar.Bize Hz.Ömer ya da Hz.Hamza(ra) efendilerimiz Risâle-i Nûrları sorarlarsa sizin anladığınız gibi değil de Bedîüzzamân Hazretlerinin anlattığı gibi deriz ki; Risâle-i Nûrlar bu ahirzaman asrında Kur’ân’ın mânevî bir dersi ve tefsiridir.Kuvvetini ve güzelliğini Kur’ân’dan almaktadır deriz ve Birinci Şua,Sekizinci Şua,Sekisinci Lem’a,On Sekizinci Lem’a ve Yirmisekizinci Lem’aları onlara okuruz inşâallah.
Siz isterseniz vereceğimiz linkteki yazımızı da bir zahmet okursanız seviniriz muhterem.
Me’hazdaki Kudsîyet
http://www.feyzinur.com/mehazdaki-kudsiyet.html