Bizler ehl-i îmân olarak Kur’ânî ve Tevhidî bir bakış açısı olan mânâ-i harfî bakış ile hâdiselere bakmalıyız. Özellikle âfâkî ve içtimâî hâdiseler nedeniyle nazarlar enfüsten âfâka dağılabiliyor. O zaman “Asla Rücû Etmek” ve nazarlarımızı “Âfâktan Enfüse” döndürmek zorundayız. Öyleyse gelişen hâdiselerin hikmet cihetlerini mânâ-i harfî bakış ile tahlil etmek durumundayız. Çünkü kâinatta zerreden kürelere kadar hiç bir fiill tesadüfî değil, Allah(cc)’ın irâdesi ve kudreti ile vukû’ bulmaktadır. Ancak ihtiyârî kader boyutunda umûmî musîbetlerde insanların kadere fetva verdirmeleri vardır. Çünkü umûmî musîbetler umûmun hatasından ileri gelir. Gelişen içtimâî ve âfâkî hâdiseler başıboş mudur? Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri;”Kâinatta tesadüf yoktur.[1]” der. Bu hâdiseleri sorgularken isyan ederek değil de hikmetlerini anlayarak îzâh etmek durumundayız.
Bir diğer hâdise ise sebeplere takılmamaktır. Çünkü sebepler Allah’ın kudretine bir perdedir. Hem de tenteneli bir perdedir. Allah’ın icraatına ve kudretine ortak değillerdir. Perdeler arkasında Allah(cc)’ın irâdesini ve kudretini görmek ve anlamak zorundayız. Bu yazımızı da inşâallah Risâle-i Nûrlardan alıntılarla devam ettirmek istiyorum. Çünkü hâdiselere bu asırda yegâne çözümü Kur’ân’ın ve sünnet-i Resulullah’ın(asm) bir dersi ve mânevî bir mucîzesi olan Risâle-i Nûrlarla bulabiliriz. Bizler de daha çok Risâle-i Nûrlara yoğunlaşır ve öne Risâle-i Nûrları alırsak isabet ederiz inşâallah. Ancak öne Risâle-i Nûrları almaz ve âfâkî hâdiseleri alırsak nazarlarımız kesrette dağılır ve kesret bizi boğabilir. O zaman kesretten vahdete dönmek için Risâle-i Nûr derslerine zarûrî derecede ihtiyacımız vardır.
Bu aşamadan sonra önce sözü Risâle-i Nûrlara bırakalım ki nazarlarımız âfâktan enfüse dönebilsin. Nefislerden daha çok hakikatler konuşsun. Ondan sonra îzâhlarımıza bu prensipler doğrultusunda devam edelim.
“Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelimeyle dört kelâm öğrendim; tafsilen beyan edilecektir. Burada, yalnız icmalen işaret edilecektir. Klimelerden maksat, mânâ-yı harfî, mânâ-yı ismî, niyet, nazar’dır. Şöyle ki:
Cenab-ı Hakkın mâsivâsına, yani kâinata mânâ-yı harfîyle ve Onun hesabına bakmak lâzımdır. Mânâ-yı ismiyle ve esbab hesabına bakmak hatâdır.
Evet, herşeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakka bakar, diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakka bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hakka bakan cihet-i isnadı gösterecek bir perde gibi olmalıdır. Binaenaleyh, nimete bakıldığı zaman Mün’im, san’ata bakıldığı zaman Sâni, esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir.[2]”
Âfâkî malûmat, yani hariçten, uzaklardan alınan malûmat, evham ve vesveselerden hâli olamıyor. Amma, bizzat vicdanî bir şuura mahal olan enfüsî ve dâhilî malûmat ise, evham ve ihtimallerden temizdir. Binaenaleyh, merkezden muhite, dâhilden harice bakmak lâzımdır.[3]
Tefekkür gafleti izâle eder. Dikkat, teemmül, evham zulümatını dağıtıyor. Lâkin nefsinde, bâtınında, hususî ahvâlinde tefekkür ettiğin zaman, derinden derine tafsilâtla tetkikat yap. Fakat âfakî, haricî, umumî ahvâlâta teemmül ettiğin vakit, sathî, icmâlî düşün, tafsilâta geçme. Çünkü icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik tafsilâtında yoktur. Hem de âfakî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun.
Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde, kesret fikrini dağıtır. Evham ise havalandırır, enâniyetin kalınlaşır. Gafletin kuvvet bulur, tabiata kalb eder. İşte dalâlete isâl eden kesret yolu budur.[4]
Cenab-ı Hakkın mâsivâsına yapılan muhabbet iki çeşit olur. Birisi yukarıdan aşağıya nâzil olur; diğeri aşağıdan yukarıya çıkar. Şöyle ki:
Bir insan en evvel muhabbetini Allah’a verirse, onun muhabbeti dolayısıyla Allah’ın sevdiği herşeyi sever. Ve mahlûkata taksim ettiği muhabbeti, Allah’a olan muhabbetini tenkis değil, tezyid eder.
İkinci kısım ise, en evvel esbabı sever ve bu muhabbetini Allah’ı sevmeye vesile yapar. Bu kısım muhabbet, topluluğunu muhafaza edemez, dağılır. Ve bazan da kavî bir esbaba rastgelir. Onun muhabbetini mânâ-yı ismiyle tamamen cezb eder, helâkete sebep olur. Şayet Allah’a vâsıl olsa da, vüsulü nâkıs olur.[5]
Ey daire-i esbabdan zuhur eden işleri, hâdiseleri esbaba isnad eden gafil, cahil!
Mal sahibi zannettiğin esbab, mal sahibi değillerdir. Asıl mal sahibi, onların arkasında iş gören kudret-i ezeliyedir. Onlar, ancak o kudretten gelen hakikî tesirleri ilân ve neşretmekle muvazzaftırlar. Demek, daire-i esbab, hükûmetin kalem dairesi hükmündedir ki, yukarıdan gelen emirlerin tebliğatı o daireden yapılıyor. Çünkü, izzet ve azamet perdeyi iktizâ eder; tevhid ve celâl dahi şirketi reddeder, tesiri esbaba vermiyor.
Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden.[6]
Sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücudda müsebbebât ile muttasıl ve bitişik görünür. Fakat, hakikatte mâbeynlerinde uzak bir mesafe var. Sebepten müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli, en ednâ bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte sebep ve müsebbeb ortasındaki uzun mesafede esmâ-i İlâhiye birer yıldız gibi tulû eder. Matlaları, o mesafe-i mâneviyedir. Nasıl ki zâhir nazarda dağların daire-i ufkunda semânın etekleri muttasıl ve mukârin görünür. Halbuki, daire-i ufk-u cibâlîden semânın eteğine kadar umum yıldızların matlaları ve başka şeylerin meskenleri olan bir mesafe-i azîme bulunduğu gibi; esbâb ile müsebbebât mâbeyninde, öyle bir mesafe-i mâneviye var ki, imânın dürbünüyle, Kur’ân’ın nuruyla görünür.[7]”
Yukarıdaki Risâle-i Nûr ‘dan alıntı yaptığımız hakikatlere göre kainatta tesadüfe tesadüf dahi edilmez ve Yüce Allah(cc)’ın izni ve irâdesi ve de kudretinin haricinde bir yaprak dahi oynamaz.Bizim tevhid inancımız budur.
Tabiî ki gelişen içtimâî ve sosyal hâdiselerde de tesadüf yoktur. Her hâdisenin altında bize bakan cihetlerde hikmetler ve dersler; Rabbimize bakan melekût cihetinde ise güzellikler vardır. Sebeplerin ise kesinlikle tesirleri yoktur. Bu sebepler kurdetin ilancıları ve şahitleridir. Bu sebeplerin içersinde ihtiyar sahibi olan insanlarda esbap dairesinin içersindedirler. Ancak insan irâde-i cüziyyesi ile yaptığı tercihlerinden sorumludur.
Şimdi birazda bu gelişen hâdiselerin altındaki hikmetleri ve dersleri anlamaya gayret edelim. Bu hâdiselere Kur’ani ve tevhidi bakış açıları ile bakmaya çalışalım. Nereye gidiyoruz ve nasıl ve nerede durmalıyız tahliller yapmaya çalışalım.
İnsanın yaratılış gayesi îmân ve duâdır. Esma-i hüsnaya ayinadarlık yapmaktır. Elmas kabiliyetlerini inkişaf ettirerek mânevî terakkilere ulaşmaktır. Bu vazîfelerinde ise önce merkeze enfüsî tefekkürü alarak marifetullaha ulaşmalıdır. Yoksa enfüsü terkederek âfâka dalarsa bu malumatlar nazarını dağıtır ve de bazen de âfâktaki kuvvetli esbaplar o kişiyi kendine celbeder, bu esbaba mânâ-i ismi ile bakmaya ve gelişen hâdiseleri esbaptan zuhur ettiğine aldanmalar başlar ki işte tamda kırılma bu aşamada baş gösterir. Çünkü çürüme ilk kırılmanın olduğu yerden başlar.Kişi enfüsi boyuttaki îmân,duâ ve ubudiyet vazîfelerini atlayarak hâdise-i alemin geniş dairesindeki etki alanında olmayan sadece ilgi alanında olan ve de ara sıra vazîfesi bulunan boğuşmaları takip etmeye başlar ki bu vehim ve vesveseler kalbi ve vicdanı daha da ileri ruhu sıkmaya başlar.İşte bu sırdan dolayıdır ki Üstâd “siyâset kalpleri ifsâd, akılları geveze eder “der.
O zaman kader niçin bu musîbete giriftar etti bizleri. Çünkü bizler birinci daire olan kalp dairesinde Allah(cc)ın razı olduğu duruştan ziyade nefislerin haz aldığı ve Allahın nefislerin hazzetmesinden hazzetmediği duruşlara geçtik herhalde. Bu duruş ise sünnetullaha ve adetullaha uygun olmadığı için adetullaha muvafık hareket etmeyen aksiyle ceza görür sırrına mazhar olduk. Birde ayette mealen şöyle denilir: “Siz halinizi düzeltmedikçe ben halinizi düzeltmem.”İşte ancak bu dar dairedeki hal düzelmelerinden sonra Yüce Rabbimiz halleri düzeltecektir. O zaman ekseriyetin hallerindeki düzelmeyi ve düzelmemeyi nazara aldığımızda bu musîbetlerin sırrı belki de daha kolay anlaşılabilir.
Şimdi asr-ı saadetten bir bakış açısı ile olayları anlamaya çalışalım. Efendimiz(asm) nübüvvet vazîfene başladığında Mekke müşrikleri kendisine gelmişler ve Mekke’nin krallığını, para ve en güzel kızları teklif etmişlerdir. Yeter ki Efendimiz(asm) davasından vazgeçsin. Ancak Peygamberimiz(asm) bir elime ayı diğer elime güneşi verseniz ben davamdan vaz geçmem demiştir. Öyleyse peygamberimizin DAVAM dediği acaba neydi? Bu dava siyaset davası olsa idi zaten bunu müşrikler vermişlerdi. Demek ki siyaset davasından daha zaruri ve Allah(cc)ın marziyatı olan dava İMAN ve TEVHİD davası idi. Sonuç ne oldu? Belki de şer gibi görünen Mekke’den göç edildi. Yani hicret. Şimdi de bizden bir hicret istenmiş olmasın. Rabbimiz imânâ, duâya ve de kulluğa bir hicret edin kullarım diye bu musîbetlerle bizlere ders vermesin? Çünkü Medine’de o îmân,duâ ve kulluk kalplerde makes buldu,sonra ise Allah’ın rızası tahakkuk etti ki Mekke ise çok kolay bir şekilde fetih oldu.O zaman ferec ve fütuhat için önce Mekki bir îmân ve duruş,kalbi hicrettten sonra Medine gibi bir hayat ve sonunda ise yine Mekki bir fütuhat olması gerekiyor.Bu yolculukta ise nefsi ve hissi hazlar olmamalı,meşakkatlı zorluklar yaşanmalı ve hubb-u cah ise terkedilmelidir ki Rıza makamlarına çıkılabilinsin.Çünkü Üstâd İhlas Risalesinde bu sırrı bize vermektedir.
Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir.[8]
Yukarıya aldığımız hakikatler çerçevesinde sebeplerin bir tesiri olmadığına bakalım inşallah. Çünkü sebepler dairesine de Kur’ani ve tevhidi bakış ile bakmamız gerekiyor.
Önce Birinci lemada bahsedilen Kıssa-i Yunus (as)’un icmali hâdisesini hatırlayalım. Yunus (as) Ninova şehrinde peygamberlik vazîfesini yaparken kendisine tabi olanlar az olduğu ve Allahın emirlerine ittiba uyulmadığı için şehri emir gelmeden terk eder. Bu bir hikmetli hatadır. Tabiki cezası olmalıdır. Bir gemiye biner ve gemi hareket edemez. Gemi sahipleri ise kura çekerek (üç defa) seyyidinden kaçan bir köleyi bulmak isterler. Çünkü adetleri öyledir. Çekilen üç kurada da kuralar Yunus (as)’a çıkar ve seyyidinden kaçan köle budur diye Yunus (as) denize atarlar. Birinci Lem’ada ise işin öz ve hakikat cihetleri nazara verilir. Denize atılan Yunus (as)’ı bir balık yutmuş,gece karanlık,deniz dalgalıdır.Sebepler cihetiyle Yunus (as)’ı kurtaracak sebepler bikülli sukut etmiştir.İşte sebeplerin hiç bir tesirinin olmadığı hakikatı Kur’anın da lisanı ile bu kıssada anlatılmaktadır.Yunus (as) bu durum karşısında esbabın sukutu karşısında Kur’ani ve tevhidi duruşunu yapmıştır.Yani Yunus (as)’ı ne insanlar ne de hiç bir sebep kurtaramaz.Ancak denizin sahibi kimse,gecenin ve balığın sahibi kimse ve kendi sahibi kimse ancak Yunus (as)’ı O kurtarabilir hakikatını Yunus (as) anladığı için önce bir iç muhasebe ve tövbe ederek suçunu kabul etmiş ve ” Senden başka ilâh yoktur. Sen her noksandan münezzehsin. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum.”demiştir. İşte bu hakikat gereğince Yunus(as) hatasını anlamış ve müessir-i hakiki olan Yüce Allah’a yönelmiş, kesretten vahdete dönmüş, sebeplerin hiç tesiri olmadığını anlamıştır. Sebeplerinde arkasında iş gören müessir-i hakikiyi razı etmiş ve Yüce Allah Yunus(as)’ın duruşundan razı olduğu için onu sahil-i selamete, Yaktin ağacının altına balığı bir denizaltı gemisi hükmüne sokarak kurtarmıştır.
Ey bu asrın bu Kur’ani kıssasına muhatap olan Müslümanlar. Bizler Yunus(as)’ın duruşunun neresindeyiz? Diyorlar ki bu işler bazı makamları elde etmekle düzelecek, acaba öyle mi? Diyorlar ki bu işler nasıl düzelecek? Yunusvari duruşlara ulaşmadan ve fiillerimizle yüzümüzü ve yönümüyü esbaptan vahdete çevirmeden ve rıza makamına ulaşmadan bu işler biraz zor düzelecek. Çıkış Kur’ani ve O’nun mânevî bir dersi olan Risâle-i Nûr bakış açısındadır. Bundan başka çıkış yolu yoktur. Lütfen aklımızı başımıza alalım, yoksa Yüce Allah (cc)zalimin eliyle bizleri Asla Rücu etmemiz için musîbetlerle eğitecektir. Biz Yunus(as) gibi duruş yapabilirsek bu sosyal ve içtimâî deniz bizleri boğamaz. Çünkü sebeplerin tesiri yoktur. Sebepler arkasında iş gören irâde ve kudret-i Rabbaniye’yi görmek gerekir. Sanırım sebeplere ekseriyet fazla güvendiği için(insan da bir sebeptir) umumi musîbetlere giriftar oluyoruz.
Yukarılarda sebeplerin tesiri olmadığını, sebeplerin ancak ve ancak kudretin perdeleri ve ilanatçıları oldukların yer verdik. Eğer bizler sebeplerden netice ve fayda beklersek ve Allah Rızasından önce sebeplerden netice beklemeye yönelirsek bunun bizlere bir ceza olarak döneceğine dair bir kıssa ile devam etmek istiyorum.
Biliyorsunuz ki Kur’anda Kıssa-i Yusuf(as)’ın durumu bizlere bildirilir.Kısaca bu kıssayı hatırlayacak olursak sebeplere teşebbüsün ilerisinde sebeplerden icraat beklemenin hatalı olacağını daha net olarak müşahede edeceğiz.
Biliyoruz ki Hz.Yusuf(as) kardeşleri tarafından kuyuya atılır. Sonra kuyudan çıkarılarak Mısır’a götürülür ve köle olarak satılır. İşin teferruatına girmiyorum bir iftira ile zindana düşer. Zindanda beraber kaldığı arkadaşının(hükümdarın şerbetçisi ve ekmekçisi iki gencin) rüyasını tabir eder ve şerbetçinin buradan kurtulacağını, hatta çıktığında görevini tekrar alacağını söyler. Ekmekçinin ise asılacağını söyler. Tabi ki rüya doğru çıkar gençler zindandan kurtulur. Yusuf(as) şerbetçiye “Sizinle beraber epey yaşadık. Ve benim halimi biliyorsunuz. Beni hükümdarın yanında zikret, masum olduğun halde hapsimin uzadığını anlat.(Yusuf suresi:42) der. Şerbetçi genç, sarayın depdebesine kapılır ve şeytan kendisine Hz.Yusuf’u efendisinin yanında anmayı, onun kurtulması için ricada bulunmayı unutturur. Bu yüzden de Hz.Yusuf(as),Allah’tan başkasından yardım istediği için, beş seneden sonra yedi sene daha zindanda kalarak bu unutulmasının keffaratını öder. Şerbetçiye “Beni efendinin yanında zikret.” dediği zaman yedi sene unutulması çok hikmetlidir. Hz.Yusuf(as)’un aciz bir insandan yardım talebine, Rabbinden bir anlık gafleti sebep olmuştur.
İşte burada çok ince dersler ve esbaba teşebbüsün, güvenmenin ve esbaptan netice beklemenin zahir hata olduğu ve Allah tarafından razı olunmayan davranış olduğu anlaşılır. Çünkü bir hikmete binaen Yusuf(as) Yüce Allah’tan kurtulmayı beklemeyi değil insanlardan beklemiştir. Bunun neticesi olarak da yedi sene daha fazla zindanda kalarak unutulmuştur. Yedi sene sonra ise kral bir rüya görmüş ve o zaman genç şerbetçi Yusuf(as)’ı hatırlamış ve Yusuf(as) zindandan kurtulmuştur. İşte sebeplere tesir vermek ve sebeplerden netice beklemenin neticesinde gelen bir ibret dersini Kur’an bizlere her hali hikmetli olan peygamberlerin hayatı ile anlatmaktadır. Ancak bu bakış açısı için yinede Risâle-i Nûr bakış açısına ihtiyacımız vardır.
Zindanlar ne kadar derin ve karanlık olursa olsun bizlere zarar veremez. Yeter ki bizler Rabbimizin razı olmayacağı duruşlar yapmayalım. Bizlere bu sosyal ve siyasi karanlıklar da zarar veremez. Yeter ki sebeplere tesir vermeyelim.
Sebeplerin bizlere zarar veremeyeceğine yine Kur’ani kıssalardan Hz.İbrahim (as) ve Hz.İsmail(as) kıssaları ile devam edelim.
Hâdise-i âlemdeki yaşanan olaylara birde bu boyuttan mânâ-i harfî ciheti ile bakmaya gayret edelim. Çünkü çıkış ve kurtuluş bu Kur’âni ve Tevhidî bakış açısındadır.
O zaman kısaca bu kıssalara değinelim. Malumunuzdur ki Hz.İbrahim(as)ı Nemrut ateşe atmak için gerekli hazırlıklarını yapar ve Hz.İbrahim(as)’i yakmak ister. Tam da Hz.İbrahim(as)’i ateşe atacağı esnada Yüce Allah(cc) Cebrail’i Hz.İbrahim(as)’ın yanına gönderir ki git kulum İbrahim’e söyle bir isteği var mı? diye. Cebrail gelir ve bu soruyu Hz.İbrahim(as)’e sorar. Hz.İbrahim(as) ön şartsız îmân ettiği için “Hasbinallahu venimel vekil.” cevabını verir. Çünkü O biliyordur ki Rabbi onu koruyacaktır. Nemrut’un ateşi Onu yakmayacaktır. Çünkü hakiki îmânı bu şekilde ön şart koymadan inanmayı zaruri kılmaktadır. Bu asrın inananlarına çok ders yüklüdür bu duruş. Bizler olsak hemen “ben bu ateşin içinde ne yaparım, Allah beni bu ateşten kurtarsın, bu zulme ben dayanamam gibi ön şartlarla cevep verirdik herhalde. Tabiki Hz.İbrahim(as)’ı bu teslimiyette olduğunu bilemeyen Nemrut O’nu ateşe atar. Ancak ateş de emir altında yaktığı için Yüce Rabbimiz ateşe “Ey ateş, kulum İbrahim’e karşı serin ve selametli ol.” emrini verir. İşte bütün sır buradadır. Ateşte bir sebeptir. Ancak ve ancak emir altında yakar ve yine emir ile yakmaz. O zaman sebeplerin bir tesiri yoktur.
Bizlerde Hz.İbrahim(as) gibi duruş ve îmân edersek bu asrın fitne ateşleri bizleride yakmaz ve bizlere zarar veremez. Esas zarar, zarar verir vehmi ve vesvesesidir. İşte böyle bir imtihandan geçiyoruz. Şeytan ve nefiste bu arada vazîfesini daha fazla yapacaktır. Bu ateş size dokunur vesvesesi.
Şimdi hep birlikte İbrahimi duruşlar yapmak zorundayız. Eğer yapamazsak bu fitne ve asrın Nemrutlarının ateşi o zaman bizlere zarar verebilir. Çünkü bu dünya imtihan dünyasıdır. Akla kapı açılır irâde elden alınmaz.
Aynı hikmetli duruşu Hz.İsmail(as)’ın hayatından da okuyabiliriz. Kesen bıçak İsmail’i bir îmân ve duruşla Hz.İsmail(as)’i kesmez. Halbûki zahirde bıçağın kesmesi gerekirdi. Ancak hakikatte bıçakta emir ile keser. Bu asrın fitne bıçakları da İsmaili îmân ve duruş yapanları kesemez. Keser zannına kapılmak tevhidi bakıştan esbaba tesir verir durumuna düşmektir. Allah korusun bu duruş bizlere zarar dokundurur.
Şimdi geniş dairelerdeki boğuşmalardan dolayı dinimize ve bizlere zarar gelir diye endişe etmeye gerek yoktur. Ancak bir şartla ki İbrahimi ve İsmaili duruşlardan sonra. Haydi, hep birlikte bu duruşlara devam edelim inşallah. Çıkış yolu ve kurtuluş bu duruşlardadır.
Allah’ı razı edecek duruşlar yaptıktan sonra esbabın bizlere zarar veremeyeceği ile ilgili Üstâd Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatından da bazı anekdotlar aktaralım.
Hepimizin bildiği gibi Üstâd hazretleri Kosturma’da esarette iken Çarın yeğeni olan Nikola Nikolaviç esir kampını ziyarete gelir. Bütün esirler ayağa kalkar ancak Üstâd ayağa kalkmaz. Niçin kalkmadığı sorulduğunda “Ben bir Müslüman âlimiyim. Bir kafire ayağa kalkmam.”der.Çünkü ilmin izzeti Üstâda böyle bir duruş yaptırır.Üstâdın bu duruşu İbrahimi ve İsmaili bir duruştur ve Allah bu duruştan razıdır.Bunu Üstâd bütün îmânı ile bilmektedir.Çünkü “îmân tevhidi,tevhid teslimi,tesilim tevekkülü ve tevekkül ise saadet-i dareyni iktiza ederdi.”İşte bu duruş ve rıza makamına ulaşıldıktan sonra sonuç olarak Rus komutanı idam emri verir. Ancak Rus komutanı bilmezdi ki kendi kalbide Allah’ın elindedir. Yüce Allah razı olduğu bir duruşun neticesinde elbette ki insan olan sebeplerin tesir edemeyeceğini gösterecekti ve gösterdi. O zalim komutanın kalbi yumuşatıldı ve idamdan vazgeçildi. Hatta Üstâd’dan özür dilendi. Demek rıza makamındaki duruşların da bu zamanımızda numunelerinin var olduğunu görüyoruz.
Hatta zehir insanı öldürürken 21 kez zehirlenen Üstâda bir şey yapmamıştır. Çünkü zehirde Allahın emri ile zehirlemektedir. Çünkü zehirde sebeptir zehirleyenler de sebeptir. O zaman sebeplerin tesiri olmadığını artık nefsimize de kabul ettirmemiz gerekmez mi? O zaman Sahibüzzaman’ın eserlerini okuyanlar Bediüzzaman gibi duruşlar yapmaz zorundadır. Çünkü onlara böyle duruşlar yakışır.
Baki ÇİMİÇ
———————–
[1] Mesnevî-i Nuriye
[2] Mesnevî-i Nuriye – Katre
[3] Mesnevî-i Nuriye – Habbe
[4] Mesnevî-i Nuriye – Zühre
[5] Mesnevî-i Nuriye – Katre
[6] Mesnevî-i Nuriye – Lem’alar
[7] Sözler-Yirmi Beşinci Söz
[8] İhlâs Risalesi